Abin senin için çok çiğdem topladı !

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Çiğdem minibüsten indiğinde saat bire gelmek üzereydi.

Üniversite yerleşkesindeki son durak fazla kalabalık değil.

Mart'ın son günleri. Havalar bir sıcak, bir soğuk. Bugün güneşli. Yine de sıkı giyindi. Bir haftadır hasta, yeni yeni iyileşiyor. Dersi yok. Bir arkadaşını, hocasını görmek için de gelmedi. Saat ikide üniversite konferans salonunda emekli bir generalin konuşmasını dinlemek için geldi.

" Daha erken. Bir çay içeyim ! "

Yerleşkeye şehir merkezinden öğrenci taşıyan minibüs ve otobüslerin son durağından epey uzakta olan Kampus Kafe'ye yöneldi.

Üniversite yerleşkesi şehir dışında yüksek bir tepede kurulu. Hava güneşli olsa da bu mevsimde hiç eksik olmayan rüzgâr zaman zaman üşütüyor. Kırmızı, uzun atkısını iyice boynuna doladı. Bakındıysa da yolda tanıdık birine rastlamadı.

Üniversitenin çok büyük kafesi kalabalıktı. Kapıdan içeri girince biraz durdu, boş masa baktı. Sağ taraftaki masaların birkaçı boştu. Onlardan birine oturmaya karar verdi ama, çay için sol tarafa döndü. Kimseye çarpmamak için dikkatle yürüdü. Çay fişi satılan yerde sıraya girdi.

Fişi alınca yine döndü, geldiği tarafa yürüdü. Çay ocağı, girişte kapının solundaydı.

" Burada çay içmek bir işkence ! "

Sıcak sıcak çay iyi gelir. Bu yüzden canı çekti. Yoksa bir şeye benzemiyor. En adisinden naylon bardak, naylon kaşık ve süzme poşet çay !

" İçilmez ! Sıcak su mu içsem ? " ?

Çay.

Kaynar suyu dökmemek için bardağı dikkatle tutarak oturmaya karar verdiği masaya geldi. Masa temiz değildi. Yandaki de kirliydi. Oturdu. Çağla rengi, uzun, ince deri pardösüsünün cebinden kâğıt mendil paketini çıkardı. İçinden bir tane çekti. Simit kırıntılarını bir köşede topladı. Az kalktı, pardösüsünü çıkardı, yanındaki sandalyeye koydu. Çay poşetini suya daldırdı, şekerleri de içine atıp karıştırdı.

Kafe gürültülüydü. Tek oturan yok. Her masada en az iki kişi. Herkes konuşuyor. Dışarısı apaydınlık. Güneş çok uzaktaki, gölün karşısında ilçenin sırtını yasladığı dağların tepesinde parlıyor.

Dağlar !

Çiğdem dağları çok seviyor !

Ağabeyi de seviyordu, babası da !

Adını babası koymuş. Sonbaharda açan kır çiçeği. Sarı çiğdem! Doğduğunda saçları sapsarıymış, şimdi kumral. Pek yüksek olmayan dağlarda da bitermiş bu çiçek. Babası öyle anlatırdı.

"Baba, abi, ikinizi de çok özledim!" dedi kendine, yanında getirdiği kitabı çantasından çıkarırken.



Az sonra konuşmasını dinleyeceği generalin anı kitabı. Üç kez okudu. Her seferinde yaşadığı heyecan şimdiki gibi. O generali görecek, dinleyecek. Tanışmak istiyor.

Sayfaları karıştırırken yandaki masadan kahkahalar yükseldi. Döndü, onlara baktı. Dört kişiydiler. Üç kız, bir erkek. İlk gülen erkekti, kızlar da ona katılmıştı. Diğer masalardan da bakanlar oldu.

Tekrar kitaba döndü. Yandaki öğrenciler sustu, utanmış olmalılar, şimdi alçak sesle konuşuyorlar.

İşaretlediği sayfaya bakıyor.

Çayını unutmuştu. Poşeti çıkardı, izmarit dolu küllüğe bıraktı, bir yudum içti. Bardak ve kaşık, sıcaktan yamulmuştu.

Gözleri sayfada, altını kırmızı kalemle çizdiği isimde takılıp kaldı. Kitabı eline aldı, gözleri o isimde, arkasına yaslandı. Gözlerinin dolduğunu, ilk damlaların yavaş yavaş yanaklarından süzüldüğünü hiç hissetmedi. Yan masadaki dört öğrencinin hepten susup, kendisine baktıklarını da fark etmedi.

Yan masadakiler, kitaba dalıp giden, ince, uzun boylu kızın niçin ağladığını birbirlerine sordular. Kızlardan biri kalktı, Çiğdem'e yaklaştı, eğildi:

"Bir şey mi oldu arkadaş?"

Çiğdem birden farkına vardı.

Toplandı. Kitabı kapattı, sağ eli işaretli sayfada kaldı. Soruyu soran genç kıza baktı. Gülümsemeye çalıştı. Gözyaşları dudaklarına kadar süzülmüştü. Çantasının yanında duran mendil paketinden bir tane aldı, gözlerini, yanaklarını, dudaklarını kuruladı.

" Yok bir şey, yok, yok ! " dedi.

" Hasta mısınız yoksa ? "

" Yo, değilim, teşekkür ederim ! "

" Ağlıyorsunuz ama… "

İnsan bu saatte, burada, hasta olduğu için ağlamaz! Bunu kıza söylemedi.

" Aklıma bir şey geldi de, bir anı. O yüzden ağladım herhalde. "

Kız gülümsemeye çalıştı. Kendisini izleyen arkadaşlarına baktı. Bir şey yok, der gibi, göz kırptı.

" Peki o zaman ! " dedi kız. " İyi günler ! "

Döndü, masasına oturdu. Çiğdem de kitabı çantasına koydu, gazetesini çıkardı. Saatine de bakmıştı bu arada. Konferans saat ikide. Daha var. Gazetenin başlıklarına göz attı. Diğer sayfalara. En dikkat çekici haber, birkaç gün önce güneydeki illerden birinde yapılan Nevruz gösterisinde Türk Bayrağı'nın yere atılması, yırtılmak ve yakılmak istenmesiyle ilgiliydi. Neşesi zaten yoktu. Bir de ağlamıştı. Heyecanı sıkıntıya dönüştü. Hızla toplandı, kalktı. Koşar adım kalabalığa çarpa çarpa, rüzgâr gibi kendini dışarı attı, güneşin üstünde parladığı dağlara gider gibi. Ne kadar yürüdü kendi de bilmiyor, üniversite binalarından birinin yanında durdu. Rüzgâr yine hafif esiyordu. Atkısını düzeltti. Yan tarafındaki çimlere, çam ağacının altına oturmak istedi. Yürüdü. Sırtını ağaca verdi, çömeldi, uzaklara baktı. Kendisinin, ağabeyinin, babasının sevdiği dağlara. Zaman zaman gezmek için gittiği ilçe dağların eteğinde yayılmış ve göl. Gölün mavisi bugün her gördüğünden daha güzeldi. İnsanı çağıran mavi.

Dördüncü kattaki konferans salonuna geldiğinde saat ikiye çeyrek vardı. Kapı önündeki yığılmayı görünce şaşırdı.

" Keşke erken gelseydim, nasıl gireceğim şimdi ? "

Kapı önüne yaklaştı. Birine sordu:

" Konferans başladı mı ? "

Uzun boylu, hafif sakallı genç gülerek yanıt verdi:

" Daha başlamadı ama salon doldu, giremeyiz, geç kaldık. "

Çiğdem bu ilgiye sevindi. Günlerdir, acaba katılım nasıl olur, diye merak ediyordu. Konferansın duyurusu on beş gündür yapılıyor.

Vücutlarını öne, yukarıya doğru kaldıran, basamaklardan salona göz atmaya çalışan kalabalığın arasına girdi.

" Müsaade edin lütfen, bir dakika, muhakkak girmem lazım ! "

Bakanlar, gülerek yol verenler oldu.

" Kız olduğum için şanslıyım. Bizim üniversitenin erkekleri gerçekten kibar ve hassas. "

Birkaç basamak çıktı. Önü tıkandı. Çantası koltuğunun altında, biraz da terledi.

" Konferans birazdan başlayacak, acaba içeride yer var mı, yoktur, olmazsa basamaklarda otururum, önemli değil. "

Yine rica etti, yol verdiler, birkaç basamak daha çıktı. Konferans salonunun kapısı artık arkada kalmıştı ama, salonu henüz göremiyordu. Birkaç basamak daha gerekiyor. Yine rica, biraz çaba ve itekleme, sonunda başardı. Sahneyi, salonu gördü. Dolu. Aralar da dolu ama, önemli değil, buradan da generali görebilir, dinleyebilir. Zorlarsa daha ileriye de gidebilir. Az soluklandı. Isınmıştı. Birkaç adım daha !

" Oturayım mı ? "

Yerde oturanlar vardı. Vazgeçti, yine yürüdü ve ön sıralara birkaç metre kala durdu. Ayakuçlarına basarak ön koltuklara baktı, generali görmek için. Onu iki kez televizyonlarda seyretti. Görürse tanır ama şimdi çıkaramadı. Kalabalık binden fazlaydı ve sessizce bekliyordu. Sahneye baktı. Sağ tarafa bir kürsü yerleştirilmiş, yanında takım elbiseli orta yaşlı bir adam ayakta bekliyor. Sahnenin içine duvara bir tarafta büyük bir Atatürk afişi, öbür tarafta da Türk Bayrağı asılı. Sahneye çıkan merdivenlerin başında da, Şehit Aileleri Derneği adına gönderilen bir çelenk duruyordu.

" Ayakta durmaktansa oturayım. "

Pardesüsünü çıkarıp katladı.

" İyi ki pantolon giymişim. "

Atkısını çıkarmadı. Özellikle yanına almıştı. Kırmızı atkı, beyaz dik yakalı kazak.

Saat tam ikide ön koltuklarda bir hareketlenme oldu. Ayağa kalkanlardan lacivert takım elbiseli, orta boylu, zayıf biri sola doğru yürüdü. Çiğdem net olarak görüyordu. Ürperdi. Tüyleri diken diken oldu.

" O ! "

General yavaş adımlarla basamakları çıktı, kürsüye geldi. Beyaz gömleğine çağla rengi bir kravat takmıştı. Düz saçlarını yana taramış, yanık yüzlü. Dağlarda yanmış bir yüz !

Uzatılan mikrofonu aldı, salona baktı.

" Hoş geldiniz ! "

Herkes alkışladı, Çiğdem de. Salon bir tıkırtının bile duyulabileceği sessizliğe gömüldü. General birkaç saniye salonu süzdü.

" İlginize teşekkür ederim ! "

Yanındakiyle bir şeyler konuştu. Yine salona döndü:

" Yarım saat kadar sürecek olan kısa bir film gösterisi var. Mücadelemizden bir kesit. Konuşmamı daha sonra yapacağım. "

Sahneye seyyar bir beyaz perde yerleştirilmişti. Generalin yanındaki kişi, kürsüde bulunan bilgisayarla ilgilenirken salonun ışıkları söndürüldü.

Çiğdem, yarım saatlik filmi nefesini tutarak, zaman zaman gözleri dolarak, arada birden patlayan alkışlara eşlik ederek seyretti.

Türk askerinin dağlarda, vadilerde, kırlarda sürdürdüğü savaşın zorluğunu, o mücadeleyi kendi sorumluluk bölgesinde bizzat yürüten generalin eşliğinde izledi. Sırtlarında teçhizatları, ellerinde tüfekleriyle kollar halinde askerlerin, çetin kış koşullarında yalçın tepelere tırmanışını, köprülerden geçişlerini, havaya uçurulan köprüleri; bölücülerden ele geçirilen silahları; kahramanlığı, cesareti, inancı seyretti.


Film bitince, ışıklar yakıldı, Çiğdem yan tarafında boşalan bir koltuğa oturdu.

" Bu film, komutam altındaki birliklerin mücadelesinden bir parçadır. Gerçi biliyorsunuz ama, bir daha seyretmenizi istedim. " dedi, konuşmasına başladı.

General, önce bölücü örgütün varlığı ve tehdidine değindi. Ulusa, devlete verdiği zarara. Ulusun, Milli Mücadele günlerinde verdiği şehit sayısının on bir bin civarında olduğunu, oysa bölücü örgütle yapılan savaşta verilen şehit sayısının beş bin olduğunu söyledi. Bu rakamlar, karşılaştığımız tehdidin ne kadar ciddi olduğunu gösterir, dedi.

General:

" Savaş, insanlık tarihi kadar eskidir… İnsan tabiatındaki paylaşamama duygusu oldukça savaşlar da olacaktır, bu süreç belki yıllarca sürecektir... Savaş artık günümüzde, hükümetlerle, ordularla değil, halkla yapılır… Türkiye bugün, 1856–1923 arası koşulların aynısını yaşıyor… Savaşa, savaşlara hazırlıklı olmalıyız! Ve savaş, cesur, gözü kara, yetenekli, karakterli önderler tarafından yönetilmelidir... Savaş alanları, şeytanların cirit attığı, çelik-çomak oynadığı bir alandır. Bu yüzden, savaş için, savaşa hazırlık için, insan aklının saldırganlığına ihtiyacımız var; her alanda akıl almaz örgütlerin kurulması gerekir. Bu yapılabilir. Çünkü insan zihninin, duygularının ve hayallerindeki derinliğin sonu yoktur… Savaştaki en büyük ve güçlü silah ise, insandır. Bu mücadele orta kırat adamlarla değil, en iyileriyle becerilir, işin sonunu düşünenlerin değil, düşünmeyenlerin cesaretiyle! Emperyalizme dikkat! Emperyalizm savaşlara, pazar ve doğal kaynaklar için başvurur, demokrasi ve insan hakları için değil!.. Halk, Osmanlıdan kalma 'kul' ruhuyla yaşayamaz, hesap soran yurttaş olması gerekir… Devlet, güvenlik ve adaletten sorumludur, vatan ve ulus temelinde var olur… "

Daha birçok şey! Çiğdem, kucağındaki çantasının üzerine koyduğu ince defterin iki sayfasına, kendince önemli gördüğü sözleri not etti. Generalin konuşması bir saat sürdü. Coşkuyla alkışlandı. Sorular ve yanıtlar bölümünde Çiğdem hem dinledi, hem düşündü.

General, şunu söylemek istiyordu:

Vatanımız, ulusumuz, devletimiz tehlikededir. Herkes bunun bilincinde olsun, hazırlansın, örgütlensin. Çiğdem'in anladığı bu oldu.

Generale sorulan soruların yanıtlanması da yarım saat sürdü. Sorular bitince, general teşekkür etti.

Film sonrası bölümde Çiğdem daha sakindi. Generali uzun uzun alkışlayan dinleyiciler yavaş yavaş salondan çıkarlarken, o, sahnenin önünde etrafı çevrilen, tebrik edilen generale baktı.

" Kendine güvenen, kararlı bir vatansever ! "

General yanındakilerle salonun çıkış kapısına doğru yürüdü. Çiğdem grubu izledi. Gruptan biri, komutanın, salonun dışında kitap imzalayacağını, duyurdu. Güldü Çiğdem. Çantasından kitabı çıkardı.

Salonun dışı da kalabalıktı. Yan yana konmuş iki masa vardı, dört de sandalye. Öğrenciler tek tek kitaplarını imzalatmaya başladılar. Arada soru soranlar da oluyordu. General hepsine yanıt veriyor, bazen gülümsüyor, yine de açıklıyordu. Çiğdem acele etmedi, biraz ortalık sakinleşsin, diye düşündü. Göle, uzaktaki dağlara doğru açılan bir kapı vardı, uzunca bir balkon. Oraya gitti. Kapının ağzında elinde kitap karlı tepelere baktı. Biraz daha baksa yine gözleri dolacaktı, bunu hissetti. Döndü, generalin masasına geldi. Kalabalık azalıyordu. Generalin yanında üniversite rektörü oturuyordu ve yaşlı başlı birkaç kişi daha. İki de yardımcısı olduğunu fark etti Çiğdem. Ellerinde çantalarıyla gözlerini dört açmışlardı.

" Korumalarıdır herhalde ! "

İmza alan genç bir kadından sonra elindeki kitabın kapağını açtı, generalin önüne sürdü. General Çiğdem'e baktı. Çiğdem gülüyordu.

" Adınız ? " dedi general.

Çiğdem'in gülüşü soldu. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kapattı. General ona bakıyordu, yanındakiler de. Çiğdem derin bir nefes aldı. Sonra ağabeyinin adını, soyadını söyledi.

Generalin yüzündeki merak birden parladı. Ayağa kalktı. Ellerini Çiğdem'in yanaklarına uzattı. Çiğdem kendini bıraktı.

" Yoksa siz… " diyebildi general, kalktı, yanına gitti.

Birbirlerine sarıldılar.

" Evet, generalim, ben kız kardeşiyim ! "

General, merak ve heyecanla seyredenlere tek tek baktı.

" Benim şehit askerlerimden birinin kız kardeşi ! " dedi. " Şehit çavuşumun kız kardeşi ! "

Elinden tuttu, yanına oturttu Çiğdem'i. Çiğdem, önceden hazırlamıştı. Kimliğini çıkardı, masanın üstüne koydu. Ağabeyinin kendisiyle çektirdiği fotoğrafları, gönderdiği mektupları, generaliyle çekilmiş bir fotoğrafı da.

" Bakın generalim ! " dedi Çiğdem.


General sigara yaktı. Kimliğe, mektuplara, fotoğraflara baktı. Yanındakilere de gösterdi.

" Abin senin için çok çiğdem topladı ! " dedi ve ilk sayfayı imzaladı.

Tarih olarak çavuşunun şehit olduğu günü, ayı ve yılı yazdı.

Yer olarak da… Şemdinli !





İzzet Harun
 
Geri
Top