Aile Sosyolojisinde Yeni Bakış Açıları
Son on yılda feminist bakış açılarından yararlanılarak yeni kuramlar oluşturulmuştur. Bu kuramların ortaya çıkmasında aile biçimlerinde meydana gelen değişiklikler, bireyler arası ilişkilere bakış açılarının değişmesi, evin dışındaki alanlarda gerçekleşen feminist çalışmalar etkili olmuştur. Bu bağlamda boşanma ve tek başına çocuk yetiştirme, yemden kurulan aileler, eşcinsel aileler ve birlikte oturma gibi konulara ağırlık verilmiştir. Sayılan bu konular ile toplumsal, hatta evrensel değişiklikler arasındaki ilişki incelenmiştir.
Bu alanda en çok çalışanlardan ikisi Beck ve Beck-Gernsheim’dir. Bu araştırmacılar hızla değişen dünyada bireysel ilişkileri, aile kalıplarını ve evlilikleri incelemişlerdir. Bu incelemelerinin sonunda gelenek, kural ve yönlendirmelerin bireysel ilişkileri yönetmede artık geçerli olmadığını; kişilerin birbirleriyle ilişki kurma, bu ilişkiyi devam ettirme, geliştirme, düzeltme veya bozmada çok değişik seçeneklerden yararlandıklarını belirlemişlerdir. Evliliklerin artık aile baskısı veya ekonomik nedenlerle gerçekleşmediğini, kişilerin kendileri istedikleri için evlendiklerini belirlemişler ve bu evliliklerin beraberlerinde hem özgürlük hem de yeni gerilimler getirdiğini ortaya koymuşlardır. Araştırmacılar evliliğin hem emek hem de özen gerektiren bir kurum olduğu sonucuna varmışlardır. Beck ve Beck-Gernsheim çağımızı aile, iş, sevgi ve bireysel hedeflerin peşinde koşma çağı olarak görmektedirler. Bu etkinlikler içerisinde de çıkar çatışmalarının kaçınılmaz olduğunu vurgularlar. Özellikle kadın ve erkeğin her ikisinin de ev dışında çalışmasının söz konusu olduğu ailelerde bu çatışmanın daha belirgin olduğunu söylerler.
Eski dönemlerde kadınlar sadece ev içinde çalışırken veya yarı zamanlı ev dışı işlerde çalışıp eve ve çocuklarına daha çok zaman ayırabilirken günümüzde kadınların da meslek sahibi olmaları, ev dışında tam zamanlı işlerde çalışmaları ve mesleki kariyerlerinde yükselmek istemeleri nedeniyle aile için ayrılan zaman azalmıştır. Artık aile içi ilişkilerde sadece sevgi, cinsellik, çocukların yetiştirilmesi gibi geleneksel ilişkiler söz konusu değildir. İlişkiler artık iş, siyaset, ekonomi, meslekler ve eşitsizlik ile ilgilidir. Günümüzde aile içi ilişkilerin çeşitliliği artmıştır. Böylece çiftler arasındaki düşmanlıkları artışı da kaçınılmaz olmuştur. Evlilik danışmanlığı hizmetlerinde, aile mahkemelerinde, boşanmalarda meydana gelen sayısal artış bunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Evlilik ve aile yaşamı dayanıksızlaşmış gibi görünmekle birlikte, bugün de eskiden olduğu gibi önemlidir. Boşanmaların sık olmasına karşın yeniden evlenmeler de sıktır. Doğum oranlarının düşmesine rağmen, doğurganlığı arttırmaya yönelik tedavi hizmetlerinde (tüp bebek merkezleri, kısırlık tedavi merkezleri vb.) büyük bir artış vardır. Evlenmeyi isteyen kişilerin sayısında bir azalma olabilir; ancak beraber yaşayanların sayısı hiç de az değildir. Bu birbirine zıt gibi görünen eğilimler nasıl açıklanabilir? Araştırıcılara göre bunun nedeni sevgidir. Günümüzdeki cinsler savaşı sevgi açlığının en açık belirtisidir. İnsanlar sevgi uğruna evlenip boşanırlar. Umut ederler, pişman olurlar, boşanırlar ve yeniden evlenirler. Bu kısır döngü devam edip gider. Erkekler ve kadınlar arasında gerilimli bir çatışma ortamının var olduğu doğrudur. Ancak gerçek sevgi ve doyumu bulma konusundaki umut ve inanç da hiç kaybolmamıştır.
Son otuz yılda, tek ebeveynli ailelere giderek daha sık rastlanmaktadır. Bugün gelişmiş ülkelerde anne ve babaya bağımlı olan çocukların % 20’sinden fazlası tek ebeveynli ailelerde yaşamaktadır. Bu ailelerin % 90’ı kadınların sorumluluğundadır ve o kadınların büyük kısmı hiç evlenmemiştir. Bu aileler büyük ekonomik zorluklarla karşı karşıyadır ve zaman zaman toplum kınamasının tehdidi altındadır. Ancak toplumun bu ailelere yaklaşımı geçmiş zamanlarda olduğu gibi yargılayıcı değildir ve “terk edilmiş kadınlar”, “babasız aileler” ve “parçalanmış yuvalar” gibi yakıştırmalar daha az kullanılır olmuştur.
Günümüzde her yüz evlilikten yirmi sekizinde yeniden evlenme söz konusudur. Yeniden evlenme çeşitli koşullarla ilişkili olabilir. Yeniden evlenen çiftlerin büyük bir bölümü yirmili yaşlarındadır. Otuz beş yaşına kadar olan yeniden evlenmelerin en önemli nedeni boşanmalar, daha ileri yaşlarda ise eşin ölümü olmaktadır. Boşanmış erkeklerin yeniden evlenme oram boşanmış kadınlara göre daha yüksektir. İstatistikler yeniden evlenmelerin ilk evlenmelere oranla daha çok boşanmayla sonuçlandığını göstermektedir.
Yeniden kurulmuş aile terimi, yetişkinlerden en az birinin daha önceki evlilik ya da ilişkisinden çocuklarının olduğu aile anlamına gelmektedir. Bu ailelere üvey aile de denir. Yeniden kurulmuş aileler mutluluk ve yarar sağlayabilir; ancak beraberinde getirdiği pek çok sorun da vardır. Genellikle önceki ilişkiden olan çocuk üzerinde etkisi büyük olan bir biyolojik ebeveyn vardır. Bu ebeveynin etkisiyle aile içinde çatışmalar gelişir. Bu ailelerde her iki eşin de önceki ilişkilerinden çocuklarının olması durumunda, aile bireylerinin kaynaşması güç olur. Buna biyolojik ebeveynlerin etkileri de eklenince büyük sorunlar ortaya çıkar. Ailedeki çocukların beklentileri, alışkanlıkları birbirinden farklı olur. iki eve birden ait oldukları duygusu içinde, çocuklar arasında ve çocukların kendi içlerinde çatışmalar yaşanabilir. Çocukların üvey anne veya babalarıyla olan ilişkileri de sorunlu olabilir. Onları reddedebilirler veya üvey ebeveyn çocuklar arasında ayrım gözetebilir. Bu ailelerin bireyleri, içinde bulundukları ve henüz kesin olarak anlaşılamamış olan koşullara uyum sağlamak üzere kendi yollarını geliştirebilir. Bazı araştırıcılar yeniden kurulmuş ailelere “iki çekirdekli aile” demektedir. Evlilikler boşanmayla sona erebilir; ama genellikle aileler sona ermemektedir.
“Olmayan baba” terimi 1930’ların sonları ve 1970’li yıllar arasında ortaya atılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda erkeklerin çocuklarını az görmesi, savaş sonrasında ise ekonomik sıkıntılar nedeniyle evden uzak işlerde çalışmaları ve çocuklarıyla seyrek olarak bir arada olmalarını nitelemek için kullanılmıştır. Olmayan baba terimi, yakın zamanlarda artan boşanmalar ve tek ebeveynli aileler nedeniyle yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu terim günümüzde, ayrılma ve boşanma sonucunda çocuklarıyla seyrek görüşebilen veya onlarla ilişkisini tamamen yitiren babalan ifade etmektedir. Özellikle gençler ve çocuklar arasındaki suçların artmasından, çocuk bakımında giderek yükselen refah giderlerine kadar pek çok toplumsal olayda, olmayan babalar sorumlu tutulmuştur.
Dennis ve Erdos babasız büyüyen bu çocukların toplumsal kümenin etkin üyeleri olamayacağım savunurken Fukuyama ailedeki parçalanmanın sorumlusu olarak çalışan kadınları göstermiştir. Ona göre kadının çalışmasıyla birlikte erkekler kendilerini daha bağımsız hissetmekte, kadınların çocuklarına kendileri olmadan da bakabilecekleri duygusuna kapılmaktadır. David Blankenhorn boşanma oranlarının yüksek olduğu toplumlarda babalık düşüncesinin de aşındığını, bunun çok kötü sonuçları olabileceğini söylemektedir. Çünkü pek çok çocuk, gerektiğinde başvurabileceği bir yetkeye sahip olmadan büyümek durumunda kalmaktadır. Bazı yazarlar ise bu görüşe karşı çıkarak babanın olmayışının kötü bir babanın var oluşundan daha iyi olacağını savunmaktadır. Daha iyi baba olabilmeyi öğretmek için de girişimlerde bulunan pek çok kuruluş, günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde çalışmalar yapmaktadır.
Günümüzde çocuksuz kadın olgusuyla da sık karşılaşılmaktadır. Çocuksuz kadınlar eski dönemlerde, evde kalmış üzgün kadınlar olarak adlandırılırken günümüzde toplumun bu kadınlara bakış açısı değişmiştir. Evli olsun veya olmasın, kadınlar seçme özgürlüklerini kullanmakta ve çocuksuz kalmaya karar verebilmektedirler. Bazı kimseler için bunun nedeni boşanma korkusu ve yeniden yoksulluğa düşme endişesi olabilir. Ayrıca iş yaşamında başarılı olma ve özerk yaşama isteği de kadınların bu seçiminde etkili olmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde daha sık karşılaşılan bir durum da, çiftlerin evlilik bağı olmaksızın birlikte oturma ve yaşamalarıdır. Eskiden iki insanın birlikteliğini tanımlayan dayanak evlilikken günümüzde bu düşünce değişmiştir. Bu şekilde birliktelik kuran çiftler arasında uzun süreli ilişki yaşayan ve bu ilişkiden çocuk sahibi olanlar da vardır. Araştırmalar, bu tür birlikteliklerde ayrılmanın oran olarak daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bazı toplumlarda ise birlikte oturma, evliliğin bir provası olarak kabul edilmektedir. Ancak bu prova süresi giderek uzamakta ve evlilik hep ertelenmektedir.
Günümüz dünyasında pek çok eşcinsel erkek ve kadın, çiftler halinde birlikte oturmaya ve yaşamaya başlamıştır. Bu beraberlikteki ilişkiler kişisel bağlılığa ve karşılıklı güvene dayandığı için bu ailelere “isteğe bağlı aileler” denmektedir. Ancak çoğu ülkede bu tür evliliklere yasal olarak izin verilmemektedir. Eşcinsel bireylerin oluşturduğu ailelere 1980’li yıllardan beri önem verilmekte ve bu alanda araştırmalar yapılmaktadır.
Weeks ve arkadaşları bu tür birlikteliklerde üç kalıp olduğunu söylemektedir:
– Eşler arasında eşitlik sağlanması olanağı daha fazladır; çünkü heteroseksüel birlikteliklere izin sağlayan kültürel ve toplumsal varsayımlar tarafından yönlendirilmezler.
– Eşcinsel eşler ilişkilerinin sınırları ve iç işleyişi konusunda tartışırlar. Heteroseksüel çiftler toplumun cinsiyet yapısından etkilenip katı rol kuralları yerleştirirken eşcinsel beraberliklerde kimin neyi yapması gerektiği hakkında daha az beklenti vardır.
– Eşcinsel beraberliklerde kurumsal destek olmadığı için eşler birbirine daha çok bağlıdır. Karşılıklı güven, güçlüklerle savaşma isteği, sorumluluk paylaşımı bu çeşit birlikteliklerin simgeleridir.
– Eşcinsel eşler ilişkilerinin sınırları ve iç işleyişi konusunda tartışırlar. Heteroseksüel çiftler toplumun cinsiyet yapısından etkilenip katı rol kuralları yerleştirirken eşcinsel beraberliklerde kimin neyi yapması gerektiği hakkında daha az beklenti vardır.
– Eşcinsel beraberliklerde kurumsal destek olmadığı için eşler birbirine daha çok bağlıdır. Karşılıklı güven, güçlüklerle savaşma isteği, sorumluluk paylaşımı bu çeşit birlikteliklerin simgeleridir.
Eşcinsel birlikteliklerin son zamanlarda yasalar önünde de bazı haklara kavuşmuş olması giderek bu beraberliklerin de onay gördüğünü belirtmektedir, İngiltere’de 1999 yılında kalıcı bir ilişki yaşayan eşcinsel bir beraberliğin aile olarak tanımlanabileceği, eşlerin aile bireyleri olarak nitelendirilmesi kararı, bu tür beraberliklerin diğer ailelere sağlanan yasal haklardan yararlanma olanağına kavuşturulması sürecini hızlandıracaktır.
Son Söz
Aile değerlerinin savunucuları olan kişiler, son 30 yılda aile kalıplarında meydana gelen değişmelere bakarak ailenin çöktüğünü söylemektedir. Cinselliğin daha özgür ve açık olması, boşanmalardaki artış, bireysel mutlulukların ailenin üstünde tutulması, tek ebeveynli aileler, eşcinsel ilişki beraberlikleri; bu geleneksel tutum içinde olan kişilere ahlaksızlık olarak gözükmektedir. Onlara göre içinde bulunduğumuz bunalımın nedeni, geleneksel ailenin yıpratılmasıdır; dolayısıyla geleneksel aileyi geri getirmek zorunludur. Bu görüşe karşı olanlar ise ailenin çökmediğini, sadece değiştiğini; kaldı ki herkesin aynı kalıba sıkışması gerekmediğini, çeşitliliğin desteklenmesinin daha uygun olduğunu savunmaktadır. Her iki görüşün de eleştiriye açık olan yanları vardır. Geleneksel aileye geri dönmek mümkün değildir. Çünkü geleneksel ailedeki değişim, toplumsal değişme ve gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve geriye döndürülemez. Kadınlar kendilerini eve hapseden ve rollerini sadece çocuk doğurmak, yetiştirmek ve ev işleriyle uğraşmak olarak belirleyen geleneksel düşünceye isyan edeceklerdir.
Boşanma oranlarındaki hızlı artış duracak; ancak hiçbir zaman gerilemeyecektir. Yapılan hesaplara göre bugün yapılan evliliklerin % 60’ı on yıl içinde boşanmayla sonuçlanacaktır. Boşanma, günümüzde artık her zaman mutsuzluğun bir yansıması olarak kabul edilmemektedir. Boşanma, mutsuz bir evliliği sürdürmekten daha iyidir. Aile biçimlerinde var olan çeşitlilik ise bizi geçmişteki sınırlamalar ve acılardan kurtarmakta, bireysel özgürlüğümüze daha çok fırsat tanımaktadır. Dolayısıyla hoş karşılanmalıdır. Ancak aile kurumunun bir yol ayrımında olduğunu söylemek de hatalı olmaz. Gelecekte ne olacak? Uzun süreli evlilik veya birliktelikler tamamen mi çökecek? Daha çok acı ve şiddet mi yaşayacağız? Bunları şimdiden bilmek olanaksızdır. Ancak bu bilinmezlerin geçmişe dönerek çözülmesi mümkün değildir. Bilinen tek şey ise insanların giderek daha çok değer vermeye başladıkları bireysel özgürlüklerini, başkalarıyla kalıcı ve dengeli ilişkiler kurma gereksinimleriyle birleştirerek hareket etmek zorunda oluşlarıdır.