Henüz dokuz yaşına girmiştim.
Masumluğun basamaklarından yavaş yavaş çıkıyordum, neyi ne kadar biliyordum.
Sadece önüme konan ve güven duyulan her ne olursa inanıyor ve itibar ediyordum.
Fakir bir ailenin tek oğluydum. İki ablam var ve onlarda hayli çilelerin insanlarıydı.
Annem evin otoritesi ve herkesin uymak zorunda kaldığı bir realiteydi, çare yoktu.
Babam anneme itaat etmek durumunda kalan ve onun tanıdığı özgürlüğü yaşayandı.
Annem kızınca çok acımasız, gözleri kararır ve hesapsız bir şekilde hıncını çıkartırdı.
Bazen çok şaşkınlık yaşardım, suallerine cevap bulamazdım, sukut etmeye çalışırdım.
Annemin beşeri manada o kadar yanlış ve hataları olmasına rağmen kimse seslenemezdi.
Babam hiç ses çıkartamaz miskin köşesinde onun gözlerine bakar ve hala medet umardı.
Babamın bu kadar rahat ve sessiz olması beni çok yaralardı, gönlüme küser geçer giderdim. Fakat bu durum içime çok işlerdi ve kendi kendime söz verirdim, asla böyle olmama diye.
Karşı komşumuz Mimarsinanlı ve çok çocuklu bir aileydi.
O ailenin farklı bir yapısı vardı, dağda yaşamanın, çok sesli konuşmanın, edebe mugayir bulunmanın her sahnesi mevcuttu. Çocukların elleri uzundu, ihtiyaçlarını dışarıdan temin etmek için adeta kararlıydı. Her gün şikâyet gelir, fakat anne ve babası üzerlerine almazdı.
1969 yıllarıydı, yeni bir bisiklet görmüştüm kapılarının önünde. O kadar dikkatimi çekmişti ki, hayal bile edemediğim şartların ahıydı. Yanına vardım ve kimse yoktu, eğilip pedalını çevirmek istemiştim merakımdan. Nasıl olduysa bisiklet yere düştü, tutmaya çalıştım ama gücüm yetmemişti.
Fark eden ve görenler hemen başıma üşüştüler ve itham eden nazarlarla bakarak kızgınlıklarını kustular. Ben ne kadar mahcup olmuştum, hatamı telafi etmek için her şeye razıydım. Başımı önüme eğdim ve orayı terk edemedim, hala onları dinlemekteydim.
Öyle büyük bir kabahat işlemişim ki anneme şikâyet edip ve ahlaksızca sözler sarf etmişlerdi. Bu insanlar komşularımızdı. Bir işçi kooperatif vasıtasıyla bir araya geldiğimiz canlardı. Annem bana bakarak başını salladı ve başıma geleceği anladığımdan kaçmıştım.
Epey zaman geçmişti ve akşama doğru arkadaşlarla top oynuyorduk. Ben kaleciydim ve atletle gol yememeye çalışıyordum. Tüm dikkatim maça yönelik ve yenilmemek adına azimliydim. Arkamdan bir el kollarımı kavradı ve dönüp baktım ki annem. Hızlı bir şekilde eve gelmemizi sağladı.
Terliydim, anneme yalvarıyordum, annemin şefkatli davranmasını bekliyordum. Fakat annem çok kararlıydı, naylon terliği eline aldı ve her tarafımı gövertene kadar döverek hıncını almıştı. Sonra tekme vurarak evin bir köşesine atmıştı.
Annem beş günlükken anasız kalmış bir candı, iki analığın elinde büyüyen hicrandı, cefa ve çilelerin insanı olarak yaşamış ve fakat kendini geliştirmekten pek nasibini almamış vicdandı. Anne şefkat ve merhametin banisi olmalı ve her halinde hakikate adanmalıydı.
“Cennet anaların ayakları altında” sözüne itibar eden her anne, ne zaman ve hangi gerekçelerle söylenmiş bu söz araştırmalıydı, yoksa cennet vaadi münker içinde olanlar içinde mi vardı…
Mustafa CİLASUN