YAPTIĞI İTİRAZDA BİR EĞRİLİK OLSA,
SIRF MANEN GÜÇSÜZ OLDUKLARINDAN
KURNAZLIKLARA VE RÜTBESEL CÜRETKARLIĞA SAPANLARA
HİÇ SÖZ HAKKI TANIMADAN DOĞRULTUR;
İÇİNDEKİ DENİZİ TAŞIRMAZ,
VE LÜTUFTAN GAZABA DOĞRU BİR HAREKETE YÖNELMEZDİ.
ÖYLE YA;
KÜFÜR DAHİ ALLAH'ÇA YARATILDIĞINDAN,
ÇİRKİN KABUL EDİLMEMELİYDİ;
ÇÜNKİ, O'NUN GEREKSİZ VE ZULÜM ÜZERİNE
TEK BİR HALKETMESİ OLAMAZDI.
GELGELELİM
KÜFRÜN KARŞISINA İMAN ÇIKARILIVERİNCE,
ÇİRKİNLİĞİ ORTALIK YERE BOYLU BOYUNCA YAYILIR,
BARDAĞI DA OKYANUSU DA TAŞIRIRDI...
***
"- Burası özel şirket değil ve sen de işçi değilsin! Ne demek ulan, ben lojistik şubede, Muhittin Yarbay'ın yanında çalışamam, ha! Oraya bir masa koyar, ananı oturtur, onu bile çalıştırırım istersem! Kendini bil ulan asker, haddini bil!"
Bu yönde harcanacak emeklerin en büyük çelmecisi - engelliyicisi ise, önce, paradır, sonra da, diktadır. Para veya diktanın varolduğu yerde "insan" artık "hiç" sayılmaktadır.
Hal bu olunca, savunma ve korunmaya geçen insanoğlu "duygu ve ruh hali" bakımından, sıkı sıkıya kapatılmış ve çifte kilitlenmiş çelik kapıların ardındadır. O kapıyı aşmak ve ardındaki "insan"'a ulaşmak ise hatrı sayılır bir seziş - öngörü - ikna kabiliyeti gerektirir. Mayası da kelimelerin sihrini mükemmel şekilde algılamak ve kullanabilmektir.
Dikkate değer yanıysa; o kapıdan çıktıktan sonra, elinde "işe yarayan ve doğru seçilerek alınmış" doneler olmasıdır. Zordur, fakat imkansız değildir.
Akabinde iş, eldeki bu veriler ışığında, o insanın eksik - aciz kaldıklarını tamirlemek, ya da, haketmiyorsa layık olduğu kötü hareketi ona bir çırpıda sergilemektir.
Çoğu insanın ömrü boyunca "zavallı" etiketi ruhuna ilişmiş şekilde yaşıyor oluşunun sebebi; herkesin ondan beklediği kişi olmak için çırpınmasıdır.
Mükemmele yakın bir hayırlı evlat - müstakbel doktor - mühendis, hemşire, yönetici - vericiliğin üst limitini yeniden tanımlayan bir yakın arkadaş - gösterdiği samimi duygularıyla en kötü anlarda bile gülümsetip güvende hissettirebilen bir sevgili ya da eş - küfre maruz kalsa da sineye çekebilen alt rütbeli bir asker!
Her ne olacaksa olsun, ucunda kusursuzluk ve mümkünse çokça da "pasif itaat" olsun.
Ancak kişi, yaşamındaki herkesin bu "farklı ve uçsuz bucaksız" beklentilerini karşılamaya çalışmakla o derece meşguldür ki yıllar yılı, tümünün acizlik ve soytarılıktan ibaret oluşunu anlaması neredeyse bir ömre malolur. Doğal olarak kendi "şahika ve nirvanası" bu süreçte heba olur...
Aylarca iki panço'dan yapılma bir çadırda, boğazın soğuk kıyısında, "boy çukuru" kazarak ceza çekmiş;
ve, zamanımın çoğunu subay - astsubayların eş ve çocuklarına bilgisayar dersleri vererek geçirdiğim "konfor cenneti kolordu karagahında" yaşamayı kaybetmiş olsam da;
komutanımın küfrüne boyun eğmemiş ve birçok acılar çekmiş olsam da;
kışlada kendime hep, "mütevazi ve kabulkar olma, aptallar gerçek sanırlar; kavga çıkarsa da vur durma, bilmezler korkak sanırlar. Aferin sana Hasan, aferin sana!" diye söylendim…
Sonra ne mi oldu?
Kavranabilir ne varsa alır - işler ve kendimce sonuçlar çıkarır;
kesinlikle hükmedemeyeceğim veya hiçbir zaman değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek, ve ortamın "gönlümce" hale çabucak gelebilmesi için de Tanrı'dan şans veya uygun fırsat anı dilenirdim hep. Yine öyle yaptım.
Çok geçmeden gözlerimde "optik nöropti" oluştu ve uzun süren tetkiklerden sonra G.A.T.A'ya (Gülhane Askeri Tıp Akedemisi) sevkedildim. Kör olabilirdim.
İlk bakışta hastalığım can sıkıcı gibi görünse de;
12 Nisan 1993'te Türkiye'nin İnternet'le tanıştığı ve 64 Kbps. kapasiteli kiralık hat ile, ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Bilgi İşlem Daire Başkanlığı Sistem Salonu'ndaki yönlendiriciler kullanılarak ABD.'deki National Science Foundation Network'e bağlandığı günlerden sonra, askere gelip de kakılıp kaldığım "internet bağlantısı" olmayan kuru PC ortamlarından kurtulmuş, harika sayılabilecek bir bağlantıya sahip GATA Göz Anabilim Dalı'nda, görevli tüm Komutanların yurtdışı ve yurtiçi işlemlerini internet üzerinden yaparken aylarca, altyapımın üzerine "en güncel verileri" ekleme fırsatını bulmuştum askerlik sonuna dek…
İlkgençliğimde birşey farkettim ve ömrümce de uygulayıp lüksünden faydalandım :
Herhangi birşeyi "nasıl arzuluyorsam ve hangi kıvamda hayal ediyorsam", ilk muhattap olduklarıma sanki olmuş - bitmiş gibi anlatır, konu kendimle ilgiliyse de sanki becermişim gibi aktarırdım. Sonra beklerdim.
Bahsi geçen şey her ne idiyse, Tanrı onu tam da benim "tasvir ve hayallerime" uyan şekilde olduruverirdi.
Yine aynı şey olmuştu.
Yıldırım Kışladaki arkadaşlarımın hepsine, "çok yakında gelmemek üzere gidip kurtuluyorum buradan" demiştim ve işte gerçekleşmişti.
GATA'da her şey çok güzeldi ve "Teknoloji" benden ileriye hiç gitmedi, beni peşinden koşturarak hiç üzüp terletmedi.
Sonra da bir gün kapıya teskere çıktı geldi...
alinti***KELIMELERIN SIHIRBAZI
SIRF MANEN GÜÇSÜZ OLDUKLARINDAN
KURNAZLIKLARA VE RÜTBESEL CÜRETKARLIĞA SAPANLARA
HİÇ SÖZ HAKKI TANIMADAN DOĞRULTUR;
İÇİNDEKİ DENİZİ TAŞIRMAZ,
VE LÜTUFTAN GAZABA DOĞRU BİR HAREKETE YÖNELMEZDİ.
ÖYLE YA;
KÜFÜR DAHİ ALLAH'ÇA YARATILDIĞINDAN,
ÇİRKİN KABUL EDİLMEMELİYDİ;
ÇÜNKİ, O'NUN GEREKSİZ VE ZULÜM ÜZERİNE
TEK BİR HALKETMESİ OLAMAZDI.
GELGELELİM
KÜFRÜN KARŞISINA İMAN ÇIKARILIVERİNCE,
ÇİRKİNLİĞİ ORTALIK YERE BOYLU BOYUNCA YAYILIR,
BARDAĞI DA OKYANUSU DA TAŞIRIRDI...
***
"- Burası özel şirket değil ve sen de işçi değilsin! Ne demek ulan, ben lojistik şubede, Muhittin Yarbay'ın yanında çalışamam, ha! Oraya bir masa koyar, ananı oturtur, onu bile çalıştırırım istersem! Kendini bil ulan asker, haddini bil!"
Eskiden beri bazı olaylar karşısında öyle hırslanırım ki tarifsiz bir öfkeyle karşımdaki kişiye, "sessizliğin olanca sarmalamasıyla kopacak fırtına öncesinde" suskun dudaklarım bembeyaz oluverir, ve sanki o mahlukata değil de çok uzağa bakarmışçasına, betimin benzimin atmış olduğu yüzümün ortasından fışkıran "gözlerime" acı ve saldırı yüklü bir bulut çöker, ense kökümden ta topuğuma dek bir alev topu iner, geçen her saniyede de yavaş yavaş kendi içime gizlenmeye çalışırım. Haddini bilmeyen o kişi fren yapar da yanlışını sürdürmezse, amenna.
Tanrı - Şeytan - Melekler ve tüm evren yardımcı olsun aksi durumda...
Fren yapmamıştı işte. Ne de olsa koskoca Kolordu Komutanlığı'nın Kurmay Başkanı'ydı, yapar mıydı? Geçmişte bu ülkede, o rütbedeki birçok asker darbeleri becermişti yahu, o kalkıp bir "bilgisayarcı asker'e" pabuç bırakır mıydı?...
"- Anneminkinin yanına bir masa da ben atarım, senin annenle yanyana çalışırlar! "
Emir Subayı - Emir Astsubayı -Emir Eri ve ona eşlik eden diğer rütbelilerin "şaşkın ve panikten ne yapacağını bilemez" halde, sergilemiş olduğum bu çıkışı ve olası sonuçlarını kestirmeye çalıştığı o kısacık zaman diliminde, bir kükremeyi andıran haykırışında "götürünn şunuu" kısmını zar zor duyabildiğim o koca komutanın keskin ve net emriyle, soluğu önce Kolordu'ya ait bir cipte sonra da kış aylarında nöbet sürelerinin 15 dakikaya kadar düştüğü Çanakkale Boğazı'nın soğuk ötesi rüzgarlarına maruz kalan insanın "donmuş sümüklerini resmen kırarak yere atabildiği" Yıldırım Kışla'da almıştım.
Orada beni, komutandan gelen telefon üzerine "acilen" karşılayan ve sonrasında da 3 ay eziyet edecek olan Alay - Tabur - Bölük Komutanları, evlerinden "apar topar ve eşofmanlarıyla" gelmiş halde ve "Kurmay Başkanına küfür eden o cesur(!) asker sen misin la?" tarzı söylemlerle teslim aldılar. Canımdan bezdirip canıma okuyacaktılar...
Cesaret?
Cesaret dediğin; barındırdığını adın gibi bildiğin onca tehlikeye rağmen, sürekli olarak kullanmaya devam ettiğin patika yolu, hiç girmemek yerine, inat edip asfaltlamaktır bana göre.
Ve aslında cesaret, "içinde korku hissi yok" manasına da gelmez.
Aklında korku barındırmayan insanlar, kendilerinin yenilmez olduğunu zannedip, bu büyüklük hissiyle de, yürüdükleri yolda mevcut olan "yol gösterici işaret ve fikir verici detayları" es geçerek, muhakkak surette yenilirler.
Cesaretin bendeki tezahürü korkaklığın aksi değil, sıradanlığın - tekdüzeliğin tezatıdır.
Emir komuta zincirinde "elbiseden geçmez" mantığıyla, inandığı bütün manevi değerlerini de sisteme kaptırmış bir asker, sadece "Emredersiniz Komutanım" der, KORBİS (Kolordu Bilgi İşlem Servisi)'te yanyana çalışıp dururken, sürekli olarak burnunu karıştırmak ve PC (Personel Computer) ekranı dahil heryere sümüklerini bulaştırmak gibi bir tik sahibi olan Muhittin Yarbay'ın şubesine verilmeyi, ve elektronik harp planlarını "bu çıldırtıcı olaya maruz kalarak da olsa" hazırlayarak askerliğini bitirirdi.
Öyle ya, Kolordu Komutanlığı'nda yataklar yataş puffy - koğuş 10 kişiydi. Kripto, merkez telefon santrali, telem ve bilgi işlem gibi "özel" kısımlar da yine "özel ve seçilmiş" muhabere personelinden oluşmuş kişilerle meydana getirilmişti.
Ayrıca, hamam yerine elektrikli şofbenden "her an" gelen sıcak suyla banyo yapılabilen bir koğuşta askerlik yapabilmek kaç kişiye nasip olur ki?..
Bana uymadı!
Yahu ben, profesyonel bir bilişimci olduğumun istihbaratını nereden aldıklarını hala anlayamadığım, ama, Türkiye çapında seçilen 4 kişiyle birlikte, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın kalem müdürlüğünde, "lüks ve konforun" hat safhada olduğu Genelkurmay Başkanlığında, salt sigaramı bina içinde ve dilediğim an içemeyeceğimi öğrendiğim zaman, kıytırıktan yapılmış birkaç "ters ve batıcı" hareketten sonra hem kendimi eletmiş hem de en okumuşu ilkokul terk olan ve çoğunluğu da "Ali okulu" denilen okuma yazma kursuna devam etmiş askerlerden kurulu "tankçı taburuna" sürgün edilmiştim daha acemi askerliğimin ilk ayında.
Takar mıydım rahat koğuşu - Korbis'i - Lojistik şubeyi - ve sümüklerin efendisi Muhittin Yarbay'ın sultası altında "konforlu (!)" bir askerlik yapabilmeyi...
Bilindik bütün efsane - destan - hikaye - masalların bütün gayeleri, çoğu zaman birbirleriyle çelişkiye düşseler bile, insanı kendi özüne ve içindeki kalitesine odaklamak - kusursuz insan olmaya zorlamak - şahika veya nirvanaya varmak adına telkinlerde bulunmaktır.Bu yönde harcanacak emeklerin en büyük çelmecisi - engelliyicisi ise, önce, paradır, sonra da, diktadır. Para veya diktanın varolduğu yerde "insan" artık "hiç" sayılmaktadır.
Hal bu olunca, savunma ve korunmaya geçen insanoğlu "duygu ve ruh hali" bakımından, sıkı sıkıya kapatılmış ve çifte kilitlenmiş çelik kapıların ardındadır. O kapıyı aşmak ve ardındaki "insan"'a ulaşmak ise hatrı sayılır bir seziş - öngörü - ikna kabiliyeti gerektirir. Mayası da kelimelerin sihrini mükemmel şekilde algılamak ve kullanabilmektir.
Dikkate değer yanıysa; o kapıdan çıktıktan sonra, elinde "işe yarayan ve doğru seçilerek alınmış" doneler olmasıdır. Zordur, fakat imkansız değildir.
Akabinde iş, eldeki bu veriler ışığında, o insanın eksik - aciz kaldıklarını tamirlemek, ya da, haketmiyorsa layık olduğu kötü hareketi ona bir çırpıda sergilemektir.
Çoğu insanın ömrü boyunca "zavallı" etiketi ruhuna ilişmiş şekilde yaşıyor oluşunun sebebi; herkesin ondan beklediği kişi olmak için çırpınmasıdır.
Mükemmele yakın bir hayırlı evlat - müstakbel doktor - mühendis, hemşire, yönetici - vericiliğin üst limitini yeniden tanımlayan bir yakın arkadaş - gösterdiği samimi duygularıyla en kötü anlarda bile gülümsetip güvende hissettirebilen bir sevgili ya da eş - küfre maruz kalsa da sineye çekebilen alt rütbeli bir asker!
Her ne olacaksa olsun, ucunda kusursuzluk ve mümkünse çokça da "pasif itaat" olsun.
Ancak kişi, yaşamındaki herkesin bu "farklı ve uçsuz bucaksız" beklentilerini karşılamaya çalışmakla o derece meşguldür ki yıllar yılı, tümünün acizlik ve soytarılıktan ibaret oluşunu anlaması neredeyse bir ömre malolur. Doğal olarak kendi "şahika ve nirvanası" bu süreçte heba olur...
Aylarca iki panço'dan yapılma bir çadırda, boğazın soğuk kıyısında, "boy çukuru" kazarak ceza çekmiş;
ve, zamanımın çoğunu subay - astsubayların eş ve çocuklarına bilgisayar dersleri vererek geçirdiğim "konfor cenneti kolordu karagahında" yaşamayı kaybetmiş olsam da;
komutanımın küfrüne boyun eğmemiş ve birçok acılar çekmiş olsam da;
kışlada kendime hep, "mütevazi ve kabulkar olma, aptallar gerçek sanırlar; kavga çıkarsa da vur durma, bilmezler korkak sanırlar. Aferin sana Hasan, aferin sana!" diye söylendim…
Sonra ne mi oldu?
Kavranabilir ne varsa alır - işler ve kendimce sonuçlar çıkarır;
kesinlikle hükmedemeyeceğim veya hiçbir zaman değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek, ve ortamın "gönlümce" hale çabucak gelebilmesi için de Tanrı'dan şans veya uygun fırsat anı dilenirdim hep. Yine öyle yaptım.
Çok geçmeden gözlerimde "optik nöropti" oluştu ve uzun süren tetkiklerden sonra G.A.T.A'ya (Gülhane Askeri Tıp Akedemisi) sevkedildim. Kör olabilirdim.
İlk bakışta hastalığım can sıkıcı gibi görünse de;
12 Nisan 1993'te Türkiye'nin İnternet'le tanıştığı ve 64 Kbps. kapasiteli kiralık hat ile, ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Bilgi İşlem Daire Başkanlığı Sistem Salonu'ndaki yönlendiriciler kullanılarak ABD.'deki National Science Foundation Network'e bağlandığı günlerden sonra, askere gelip de kakılıp kaldığım "internet bağlantısı" olmayan kuru PC ortamlarından kurtulmuş, harika sayılabilecek bir bağlantıya sahip GATA Göz Anabilim Dalı'nda, görevli tüm Komutanların yurtdışı ve yurtiçi işlemlerini internet üzerinden yaparken aylarca, altyapımın üzerine "en güncel verileri" ekleme fırsatını bulmuştum askerlik sonuna dek…
İlkgençliğimde birşey farkettim ve ömrümce de uygulayıp lüksünden faydalandım :
Herhangi birşeyi "nasıl arzuluyorsam ve hangi kıvamda hayal ediyorsam", ilk muhattap olduklarıma sanki olmuş - bitmiş gibi anlatır, konu kendimle ilgiliyse de sanki becermişim gibi aktarırdım. Sonra beklerdim.
Bahsi geçen şey her ne idiyse, Tanrı onu tam da benim "tasvir ve hayallerime" uyan şekilde olduruverirdi.
Yine aynı şey olmuştu.
Yıldırım Kışladaki arkadaşlarımın hepsine, "çok yakında gelmemek üzere gidip kurtuluyorum buradan" demiştim ve işte gerçekleşmişti.
GATA'da her şey çok güzeldi ve "Teknoloji" benden ileriye hiç gitmedi, beni peşinden koşturarak hiç üzüp terletmedi.
Sonra da bir gün kapıya teskere çıktı geldi...
alinti***KELIMELERIN SIHIRBAZI