1868’de Ludwigsburg’da doğan Felix, Cenevre’de kimya, Münih’te Farmakoloji okuyor. Aldığı yüksek notlarla hocalarının dikkatini çekiyor. Alman ilaç sanayiinin liderlerinden Friedrich Bayer adam olacak eczacıyı gözünden tanıyor, genç kimyageri keşfedip işe alıyor.
Felix işe eski mısır papirüslerinde bile yazılı olan bir ağrı kesici ile başlamak istiyor. Zira o günlerde babası romatizma ağrılarından çok bizar oluyor. Müslümanların sulak yerde yetişen ağaçların kabuklarını sirkeyle kaynatıp ağrı kesici yaptıklarını iyi biliyor. Özellikle söğüt ağacının kabuklarında bulunan “salicin” şiş indiriyor, ağrı dindiriyor ve vücuda direnç kazandırıyor. Bundan hareketle yaptığı ilaç bayağı bayağı iş görüyor, lâkin ihtiva ettiği sodyum salisilat mideyi tahriş ediyor. Genç eczacı daha az asitli formüller üzerinde çalışıyor ve “asetilsalisilik asit”i sentezlemeye muvaffak oluyor. Herr Bayer bu ilaca “aspirin” gibi kulağa hoş gelen bir isim takıyor ve hızla imalata başlıyor.
Ama Felix durmuyor, daha güçlü bir ağrı kesici için kolları sıvıyor. Verem ve kanser gibi hastalıklarda hem ağrı dindirebilen, hem de tedavi edebilen bir ilaç keşfedebilmek için laboratuvara kapanıyor. O Ağustos sıcağında fokur fokur kaynayan tüplerin başında saf morfini asit anhidritle işliyor ve yorucu bir çalışmanın ardından “eroin hidroklor” adlı beyaz tozu yakalıyor. Bayer firması aspirinden sadece 11 gün sonra keşfedilen ilacı tam bir yıl boyunca kobaylar üzerinde deniyor, baz morfinden 8 kat güçlü olan ilaç en dayanılmaz acıları bile dindiriyor.
“Heroin” adıyla piyasaya sürülen toza ilk tepkiler çok müspet çıkıyor, ıstıraptan kıvranan hastaları bile mutlu oluyor. 1. Cihan Harbinde kolu bacağı kopan askerler bununla rahatlıyor, iç organları dağılanlar bile huzura kavuşuyor.
Bayer böylesine cazip bir malı pazarlamanın rahatlığı ile aspirinleri ambara kaldırıyor. Artık kimse o acı ve ekşi tabletleri görmek istemiyor.
Derken heroinin şurubu da yapılıyor, başı dişi ağrıyan iki fırt çekti mi gülücükler dağıtıyor. Alan memnun, satan memnun, eczanelere mal yetişmiyor. Gel gelelim hasta olmayanların bile eroine meyli Amerikan sağlık dairesini kıllandırıyor.
Bayer firması şikayetleri ciddiye alıyor, kimyagerlerden biri ilacı bizzat kendi üzerinde denemeyi kabul ediyor ve ilk dozdan sonra alçaktan uçuşa geçiyor. Göğsünü yumruklayıp “ben kahramanım” demeye başlıyor. Eroini mercek altına alınca bunun pek de “masum” bir ilaç olmadığı ortaya çıkıyor ama bu süre zarfında klinikler, kahramanlarla dolup taşmaya başlıyor, krize girenler ortalığı dağıtıyor. İlaç eczanelerden kaldırılıyor, lâkin şeytanın tozu şişeden kaçıyor. 1931 yılında kanunen yasaklanıyor ama eroinmanlar yasağı masağı sallamıyor, küçük bir doz için büyük paralar ödemekten çekinmiyor. İşte o gün bugündür bir sektör doğuyor, uyuşturucu kartelleri hava, kara ve deniz trafiğini kullanarak mal taşıyor. İcabında bürokratları satın alıyor, hükümetleri yıkıyor. Bu arada milyonlarca kahraman, kahramanlık gösteremeden mevta oluyor!
Takdir edersiniz ki böylesine cazip bir üretim kalemini kaybeden Bayer iflasın eşiğine geliyor. Depolarında tonlarca aspirin bulunuyor ama eroinden ağzı yanan yöneticiler aspirini üflemeye başlıyor. Yeni bir sabıkalı ürüne daha tahammül edemeyeceklerini düşünüyorlar. Hatta Felix’in eli değdi diye aspirini de zehir sayanlar çıkıyor, tonlarca tablet çöpe atılıyor. Ancak zorda kalınca elde kalanları “ürke korka” piyasaya veriyorlar ve Bayer “Bayer” oluyor. Bu küçücük haptan bir imparatorluk doğuyor.
Bu şirin tablet tarihe geçiyor, iki dünya savaşı arasındaki yıllar “aspirin çağı” olarak anılıyor. İngilizler Almanlarla savaştıkları yıllarda aspirinin eksikliğini çok hissediyor ve bunu yapabilecek eczacıya 20.000 Sterlin (deli para) ödül koyuyorlar.
Zamanla aspirinin sadece ağrı kesmediği, kalb-damar hastalıklarına, yüksek tansiyona, miyokardiyal enfarktüse iyi geldiği ve vücut aktivitelerindeki düzenleyici rolü olduğu tespit ediliyor. Sadece Amerika’da her yıl 1.250.000 kişinin kalp krizi geçirdiği ve yarım milyon insanın öldüğü düşünülürse aspirinin kıymeti anlaşılıyor. Derken beyin damarlarındaki daralmaları da önlediği ve felçlere mani olduğu ortaya çıkıyor. Hele migren ağrılarını azaltması, çok kimsenin yüzünü güldürüyor.
Aspirin günümüzde akciğer, göğüs ve özellikle colorectal (kalın bağırsak) kanserine, sonra katarakta, kısırlığa, zonaya, alzheimere karşı “tedbir olarak” kullanılıyor. Hekimler aspirinin faydalarını müşahede etmekle birlikte çalışma mekanizmasını çözemiyorlar. Ancak Dr. John Vane bu ilacın hormon bezi gibi çalıştığını ‘prostaglandin’ maddesinin üretimini engelleyerek acı sinyallerinin beyne intikalini önlediğini tespit ediyor ve bu çalışması ile “Nobel ödülü”ne hak kazanıyor.
Baş, diş, diz, boyun, bel ağrısına, kırıklık, incinme, burkulmaya derken aspirin tuzluk gibi elimizin altında bulundurduğumuz bir ilaç oluyor, ayılana, bayılana koşturuluyor. Ve dile kolay her yıl 50 bin ton aspirin piyasaya veriliyor. Yarım gramlık haplardan hesaplarsanız oluşturacağınız zincir birkaç defa aya gidip geliyor. Düşünün Neil Armstrong bile yanına aspirin almadan fezaya çıkmıyor. Bazı ülkelerde aspirin para gibi kullanılıyor. Zira ona kimse hayır diyemiyor. Yalnız aspirinin giderilemeyen bir kusuru var! Bazıları onu “ucuz olduğu için” ciddiye almıyor.
Felix işe eski mısır papirüslerinde bile yazılı olan bir ağrı kesici ile başlamak istiyor. Zira o günlerde babası romatizma ağrılarından çok bizar oluyor. Müslümanların sulak yerde yetişen ağaçların kabuklarını sirkeyle kaynatıp ağrı kesici yaptıklarını iyi biliyor. Özellikle söğüt ağacının kabuklarında bulunan “salicin” şiş indiriyor, ağrı dindiriyor ve vücuda direnç kazandırıyor. Bundan hareketle yaptığı ilaç bayağı bayağı iş görüyor, lâkin ihtiva ettiği sodyum salisilat mideyi tahriş ediyor. Genç eczacı daha az asitli formüller üzerinde çalışıyor ve “asetilsalisilik asit”i sentezlemeye muvaffak oluyor. Herr Bayer bu ilaca “aspirin” gibi kulağa hoş gelen bir isim takıyor ve hızla imalata başlıyor.
Ama Felix durmuyor, daha güçlü bir ağrı kesici için kolları sıvıyor. Verem ve kanser gibi hastalıklarda hem ağrı dindirebilen, hem de tedavi edebilen bir ilaç keşfedebilmek için laboratuvara kapanıyor. O Ağustos sıcağında fokur fokur kaynayan tüplerin başında saf morfini asit anhidritle işliyor ve yorucu bir çalışmanın ardından “eroin hidroklor” adlı beyaz tozu yakalıyor. Bayer firması aspirinden sadece 11 gün sonra keşfedilen ilacı tam bir yıl boyunca kobaylar üzerinde deniyor, baz morfinden 8 kat güçlü olan ilaç en dayanılmaz acıları bile dindiriyor.
“Heroin” adıyla piyasaya sürülen toza ilk tepkiler çok müspet çıkıyor, ıstıraptan kıvranan hastaları bile mutlu oluyor. 1. Cihan Harbinde kolu bacağı kopan askerler bununla rahatlıyor, iç organları dağılanlar bile huzura kavuşuyor.
Bayer böylesine cazip bir malı pazarlamanın rahatlığı ile aspirinleri ambara kaldırıyor. Artık kimse o acı ve ekşi tabletleri görmek istemiyor.
Derken heroinin şurubu da yapılıyor, başı dişi ağrıyan iki fırt çekti mi gülücükler dağıtıyor. Alan memnun, satan memnun, eczanelere mal yetişmiyor. Gel gelelim hasta olmayanların bile eroine meyli Amerikan sağlık dairesini kıllandırıyor.
Bayer firması şikayetleri ciddiye alıyor, kimyagerlerden biri ilacı bizzat kendi üzerinde denemeyi kabul ediyor ve ilk dozdan sonra alçaktan uçuşa geçiyor. Göğsünü yumruklayıp “ben kahramanım” demeye başlıyor. Eroini mercek altına alınca bunun pek de “masum” bir ilaç olmadığı ortaya çıkıyor ama bu süre zarfında klinikler, kahramanlarla dolup taşmaya başlıyor, krize girenler ortalığı dağıtıyor. İlaç eczanelerden kaldırılıyor, lâkin şeytanın tozu şişeden kaçıyor. 1931 yılında kanunen yasaklanıyor ama eroinmanlar yasağı masağı sallamıyor, küçük bir doz için büyük paralar ödemekten çekinmiyor. İşte o gün bugündür bir sektör doğuyor, uyuşturucu kartelleri hava, kara ve deniz trafiğini kullanarak mal taşıyor. İcabında bürokratları satın alıyor, hükümetleri yıkıyor. Bu arada milyonlarca kahraman, kahramanlık gösteremeden mevta oluyor!
Takdir edersiniz ki böylesine cazip bir üretim kalemini kaybeden Bayer iflasın eşiğine geliyor. Depolarında tonlarca aspirin bulunuyor ama eroinden ağzı yanan yöneticiler aspirini üflemeye başlıyor. Yeni bir sabıkalı ürüne daha tahammül edemeyeceklerini düşünüyorlar. Hatta Felix’in eli değdi diye aspirini de zehir sayanlar çıkıyor, tonlarca tablet çöpe atılıyor. Ancak zorda kalınca elde kalanları “ürke korka” piyasaya veriyorlar ve Bayer “Bayer” oluyor. Bu küçücük haptan bir imparatorluk doğuyor.
Bu şirin tablet tarihe geçiyor, iki dünya savaşı arasındaki yıllar “aspirin çağı” olarak anılıyor. İngilizler Almanlarla savaştıkları yıllarda aspirinin eksikliğini çok hissediyor ve bunu yapabilecek eczacıya 20.000 Sterlin (deli para) ödül koyuyorlar.
Zamanla aspirinin sadece ağrı kesmediği, kalb-damar hastalıklarına, yüksek tansiyona, miyokardiyal enfarktüse iyi geldiği ve vücut aktivitelerindeki düzenleyici rolü olduğu tespit ediliyor. Sadece Amerika’da her yıl 1.250.000 kişinin kalp krizi geçirdiği ve yarım milyon insanın öldüğü düşünülürse aspirinin kıymeti anlaşılıyor. Derken beyin damarlarındaki daralmaları da önlediği ve felçlere mani olduğu ortaya çıkıyor. Hele migren ağrılarını azaltması, çok kimsenin yüzünü güldürüyor.
Aspirin günümüzde akciğer, göğüs ve özellikle colorectal (kalın bağırsak) kanserine, sonra katarakta, kısırlığa, zonaya, alzheimere karşı “tedbir olarak” kullanılıyor. Hekimler aspirinin faydalarını müşahede etmekle birlikte çalışma mekanizmasını çözemiyorlar. Ancak Dr. John Vane bu ilacın hormon bezi gibi çalıştığını ‘prostaglandin’ maddesinin üretimini engelleyerek acı sinyallerinin beyne intikalini önlediğini tespit ediyor ve bu çalışması ile “Nobel ödülü”ne hak kazanıyor.
Baş, diş, diz, boyun, bel ağrısına, kırıklık, incinme, burkulmaya derken aspirin tuzluk gibi elimizin altında bulundurduğumuz bir ilaç oluyor, ayılana, bayılana koşturuluyor. Ve dile kolay her yıl 50 bin ton aspirin piyasaya veriliyor. Yarım gramlık haplardan hesaplarsanız oluşturacağınız zincir birkaç defa aya gidip geliyor. Düşünün Neil Armstrong bile yanına aspirin almadan fezaya çıkmıyor. Bazı ülkelerde aspirin para gibi kullanılıyor. Zira ona kimse hayır diyemiyor. Yalnız aspirinin giderilemeyen bir kusuru var! Bazıları onu “ucuz olduğu için” ciddiye almıyor.