Atatürk'ün düşünceleriyle, Türk ulusuna duyurularını öğrenmek için, başta büyük Nutuk olmak üzere, belgelenmiş olan söylev ve demeçler, orjinal kaynak olarak elimizde bulunmaktadır. Bu kaynaklar incelendiğinde, onun tarih, hukuk, ekonomi, siyaset, askerlik, sanat, dil ve din gibi pekçok konu üzerinde konuştuğu, yurdun çeşitli sorunlarına ışık tutan açıklamalarda bulunduğu görülür. Tüm bu belgeler içerisinde, Atatürk'ün laik anlayış, din ve vicdan özgürlüğü üzerindeki aydınlatıcı sözleri yanında onun, inanç sömürücülüğüne (dinin istismarına) ya da gerici (irticaî) eylem girişimlerine karşı büyük bir hassasiyetle ulusunu uyanık tutmak istediği açık ve seçik olarak anlaşılır.
Atatürk'ün dikkatlerimizi çektiği ölçüde konuyu değerlendirebilmek ve bir zemin hazırlayabilmek için, İslâmiyetin yüzyıllar boyu oluşan yöresel ve kişisel yorum ve ayrıntılarına ya da uygulanış biçimlerine değil de bu dinin başlangıcındaki durumuna ve temel ilkelerine ve kısaca din kavramına değinmeliyiz.
Din sözcüğü, çeşitli dillerde oldukça değişik anlamlara gelir. Genel olarak, dinin insanları Allah'a ve biribirilerine bağlamak anlamına geldiği söylenebilir.
Müslümanlık din, "Allah tarafından kurulup mensup olanlarını dünya ve âhirette kurtuluşa, esenliğe götüren (itikat ve ameller) den ibaret bir kurumdur" diye tanımlanır. Bu tanım, en geniş kapsamı içinde Kur'an'da ''Allah indindeki din" olarak anlaşılır.
Laik anlayışın temelini oluşturan vicdan özgürlüğünün İslâm dinindeki yerini vurgulayabilmek için tarihsel birkaç noktaya değinmekte yarar vardır.
610 yılında İslâmın doğuşu ile birlikte bu dini kabul edenlere karşı kabul etmeyenler tarafından türlü yollarla eziyet ediliyordu. Bu nedenle ilk müslümanlar inandıkları yolda huzur içinde yaşayabilmek üzere, Mekke'den Medine'ye 622 yılında göç ettiler. Fakat İslâm toplumuna karşı bu kez de Mekkeliler silâhlı saldırılar düzenlediler. Başlarında Hazreti Muhammed olmak üzere, kendilerini savunma zorunda kalan müslümanlarla İslâmiyete karşı olanlar arasında savaşlar oldu. Bu (gazve) ler, Müslümanlığı ortadan kaldırmak isteyenlerin tam yenilgisiyle sona erdi. Uzu yıllar Müslümanlara türlü yollarla işkence yapılmış ve acı çektirilmişti. Ancak Mekke'nin fethinde nâzil olan bir âyet, kin yüzünden kimseye dokunulmamasını, eski düşmanlıkların unutulmasını emretmişti. Bu durum, İslâmda inanç ayrılığı yüzünden kin tutulmamasının gereğine işaret eder. Ayrıca, vicdan özgürlüğü açısından kimseyi dininden dolayı kınamamanın ya da dinde baskı yapmamanın dayanağı yine bizzat Kur'ân âyetleridir."
Hazreti Peygamber'in zamanında ve O'nun vefatından sonra İslâm cemaati genişleyip üniversel bir topluluk (ümmet) olmaya başlamıştı. Dünyaya ait işlerin bir takım dinsel içtihat veya fetvalara dayalı yani dine ait ilkelerden hareket edilip bir yargıya varılarak yürütülmesi âdeti yerleşerek Şer'î hukuk (Fıkh) doğmuştur.
Zamanla, (İçtihat kapılarının kapatılması) yolunun tutulması ile dünya ya da devlet işlerinde katı, dar ve bilim gerçeklerine ters düşen yorumlarla dinî fetvaların çıkartılarak sözde din düzeninin korunması müslüman toplumunun gerilemesine ve olumsuz birçok olayların sürdürülmesi ne neden olmuştur.
İslâm dininden daha eski bir din olan Hıristiyanlığın da zamanla aynı biçimde bir seyr izleyerek akla, bilime karşıt olan bir yol tutturması iledir ki çok kanlı bir mücadele verilerek laikliğin yasalar içinde yer alması mümkün olabilmiştir.
Burada her iki din arasındaki vicdan özgürlüğüne geçiş açısından bir karşılaştırma olanağı sağlamak üzere Hıristiyanlığın gelişim tarihine kısaca bakacak olursak; Hıristiyanlık, aslında küçük cemaat (Eglise) lerin oluşturdukları din birlikleri olduğu halde Roma İmparatorluğu içinde genişledikçe İmparatora karşı rakip bir ikinci üniversel mertebe düzeni kurmuş ve İmparatorluğun üniverselliğine eşdeğer dinin üniverselliğini (Eglise Catholique) meydana getirmiştir. O zaman Kayser ve İsa rekabetinde ikincisi üstün gelerek krallara ve Germcn imparatorlarına hükmeden, onları aforoz eden yani Kilise cemaatinden kovan bir dinsel ve siyasal otorite ortaya çıkmıştır. Bu durumda İncil'in "Allah'ın hakkını Allah'a, Kayser'in hakkını Kayser'e verin'' deyimindeki laiklik ilkesi ortadan kalkmıştı. Doğu Roma'da İmparator İznik Konsilini kurar (M.S. 325). Oraya birçok "Cemaat'' inançlarının temsilcilerini toplayarak Hıristiyanlığın temel ilkelerini (Orthodoxie) adı altında bir dinsel devlet biçimine koyar. Buraya katılmayan (heterodoxe) mezhepler dışan atılırlar. Bu dine ilişkin kongre, aslında siyasal bir otoritenin nüfuzu altında inançların sistemleştirilmesi olduğu için vicdan özgürlüğünün ve laikliğin tam zıddı bir durum ortaya çıkmış olur. Bu suretle mezhep farkları reddedilince inançlara karşı hiçbir tolerans kabul edilmez olur. Buna, vicdan ve inanç özgürlüğünün siyasal otorite adına ortadan kalkması demek gerekir. Böylece, Hıristiyanlığın karanlık Ortaçağı ve mezhep kavgaları yüzyıllar boyu sürer.
Her iki büyük dinin tarihleri içinde insanların geçirdikleri acı deneyimler sonucu din ve vicdan özgürlüğüne dayalı laik anlayışın temeli kurulur. Laiklik kavramına açıklık getirebilmek için laik sözcüğünün (etymon ) u üzerinde kısaca duralım.
Antik dillerden Grekçe'de Laos, kitle, halk, topluluk anlamına gelmekte, ondan türeyen Laikos ise, din adamı sıfat ve yetkisini taşımayan kimseler için kullanılmaktadır. Lâtince'de Laicus biçiminde geçen bu sözcük Batı dillerinde bu kökten türetilmiştir.
Laik kimse, halktan olan, bir başka deyimle de, ruhban sınıfına Cleros'a mensup olmayan kimse demektir. Bilindiği üzere, dinler içinde ruhban sınıfı olmayan tek din İslâm dinidir. Çünkü din görevleri halktan sayılan kişilerle yapılır. Böylece zaman zaman yaratılmak istenen sınıfsal ayrıcalıklar yapay, olumsuz bir gayretkeşlikten öteye gidemez. Her ne kadar Türkçe'de ruhânî sözcüğü kullanılırsa da bu tasavvuf psikolojisininde bireysel bir şahsiyet terimidir.
Türk ve yabancı sözlükleri tarandığında laiklik için, aşağı yukarı ''din işlerini dünya işlerine karıştırmamak, dünya işlerini dinden ayrı tutmak" biçiminde yalın bir tanım bulunur. Daha kesin açıklama ise şöyledir :
(Laic) "Din kurumlarından ve din adamlarından (clerge) emir almayan insan. Bunun yanında (ecole laique) din kurumlarından bağımsız olarak eğitim yapan okul, (habit laique) ise, ruhban sınıfından olmayan giyiniş olarak tanımlanır.
Laik anlayış, insanlığın çok uzun bir kültür evrimi sonucudur. Bu düşünce görüntüsünün temelinde ussallık ve tolerans normu yatar. Böyle kısa bir yazı çerçevesinde tarihsel evrelere girmemekle beraber, bir iki noktayı hatırlamada yarar vardır. Hümanizmayı doğuran Rönesans ve Reformist hareketler, giderek XIX. yüzyılda pozitivist akımları oluşturur. Laikliğin, devletlerin hukuksal yapılarına yansıması, örneğin Fransa'da 1882'dedir. 1886 yıllarında öğretimin laikleştirilmesi ve 1905'te de çıkarılan bir kanunla kilisenin devletten ayrılmasıyla gelişmeye başlar.
Eski Türk devletleriyle Osmanlı döneminde laik düşünce ve vicdan özgürlüğü hareketinin bir takım belirtilerine ve belgelerine rastlasak dahi gerçek espirisi içinde kesin durum ancak Atatürk'ün yüksek deha ve girişimiyle mümkün olabilmiştir. Yüzyıllar boyu hukuk, sosyal ve eğitsel kurumları dine dayalı bir toplumun çok kısa bir dönem içinde modern ve laik bir düzene geçişi, hiç kuşkusuz, yakın çağların dikkat çekici sosyo-politik olaylarından biri durumundadır.
Tarih boyunca Kur'ân hükümlerinin donmuş, kalıplaşmış ve bütün uygarlık araçlarına kapalı bir hale getirilerek yorumlanması, din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını kaçınılmaz bir zorunluluk haline getirmiştir.
Atatürk'ün aşağıdaki sözleri, bu gerçekleri tüm açıklığı ile bildiğine gayet güzel bir belgedir:
''Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşü ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamağa çalışıyoruz. Kaste ve Fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermiyeceğiz."
Gerçekten de hem Hıristiyanlık hem de İslâm tarihini inceleyecek olursak, dinde politik çıkar, ya da maddî kazanç sağlamak isteyenler daima toplumların inançlarını sömürmüşlerdir. Ayrıca, kara cehalet içerisinde bırakılan halk, gerçek din ilkelerinden gittikçe uzaklaştırılmış ilkel anlayış içerisinde kaba kuvvet gösterileri dindarlık olarak gösterilmiştir. Bu tür olaylara yüzyıllar boyu siyasal tarih bilgileri içinde pek sık rastlanır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde dinin devlet işlerine karıştırılmasıyla ortaya çıkan olumsuz sonuçları yansıtan belgeler devlet arşivlerindedir. Çağdaşlaşma hareketlerine karşı koyan tutucuların, bağnazların bu gibi hareketlerine ilişkin somut bir olaya kısaca değinerek, Atatürk'ün laik düzen getirmesiyle de nelere set çekmiş olduğunu daha iyi anlayabiliriz:
1831 yılında veba gibi korkunç ve öldürücü bir hastalık Türkiye'nin sınırlarına dayanmıştır. Hükümet, bu öldürücü salgın hastalığa karşı halkı korumak için gemilerin karantina altına alınmasına karar verir. Fakat tutucular:
"Bu bir bid'attır; Karantina denilen şey Frenk âdetidir. Ehl-i İslam dininde buna riyaet caiz değildir"
diye baş kaldırırlar.
Devlet; sağlık, akıl, şeriat yollarının hepsine başvurduğu halde "İstemezük" gürültüsünü bastıramamıştır. Tasavvur edilebilir mi ki, bu yüzden tam 7 yıl vapurlara karantina, uygulanamamıştır... Yani devlet kaba kuvvetin karşısında sinmiş, İstanbul halkını Azrail'in ölüm tırpaniyle karşı karşıya bırakmıştır.
Tutucular karantinaya karşı direnişini sürdürdüğü için hükümet 1838 yılında Takvim-i Vekaî gazetesinde "Edille-i Şer'iye ve Akliye" yani Şer'i ve Aklî Deliller başlıklı bir yazı yayınlatmıştır. Bu alanda daha pekçok örnek verilebilir.
Fetva alınamadığı için Matbaanın yurdumuza, sokulması 300 yıl kâdar gecikmiştir. Aynı şekilde, Paratonerlerin minarelere konulmasına da karşı çıkılmıştır.
İnkılâp Tarihi hocalarımızdan Prof. Dr. Enver Ziya Haral'ın belirttiği hususlar konumuza daha da açıklık getirecektir.
"140 veya 150 yıl önce öğrenciler okullarda yere otururlardı. Okullara sıra konunca hocalar kâfir icadıdır diye kıyamet koparmışlardır. Bacaklar sallanarak Kur'ân okunmasının günah olduğunu öne sürmüşlerdir. Sonunda, Padişahın önünde hocaların ve çağdaş eğitimcilerin temsilcileri düşüncelerini açıklamışlardır. Varılan uzlaşma şu olmuştur: Kur'ân dersinde öğrenciler sıraların üzerine çıkıp bağdaş kuracaklar ve ders göreceklerdir. İşte din bu biçimde yaşamın tüm konularına girmişti. Dine bağlanan âdet ve gelenekler özgür düşünceyi demirden bir çember gibi çevirmişti. Her şeyi dine bağlamak zihniyeti Cumhuriyet devrine kadar sürdü."
Laiklik bu bakımdan, Türkiye'de yalnız dinle devletin ayrılması demek değildir, özgür düşünceyle de düşünmek demektir.
Atatürk, gerçek dindara karşı değildi. O, kendi çıkarları yararına dini sömürenleri, araç olarak kullananları ortadan kaldırmak istiyordu:
"Bizi yanlış yola sevkeden habisler, biliniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleviniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden yıpratan kötülükler hep din kılışı altında küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı davranışı dinle karşılarlar, halbuki hamdolsun hepimiz müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile bizim dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidir... Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, ulusun yararına, İslâmlığın yararına uygunsa, hiç kimseye sormayın, o şey dindir. Eğer bizim dinimiz akla, mantığa uygun bir din olmasaydı, kusursuz olmazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı "
Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğunun başlangıcından beri Müslüman olmayan dinî cemaatlerin inanç ve ibadet özellikleri tanınıp korunmuş ise de, tarihin gelişimi içerisinde bu tolerans İslâma da uygulanıp sistemleştirilememiştir. Hatta, zaman zaman sosyal, siyasal ve kültürel yaşamı etkileyecek biçimde dinin baskısı müslüman toplumu üzerinde ağır olarak duyulmuştur. Cumhuriyet döneminde laiklik "Hilâfet" ve daha dar anlamıyla, "Şeyhü'l-İslamlık" otoritelerine karşı milliyetçi ve ilerici bir anlayış hareketi olarak doğar ve uygar bir zihniyetin sembolü olarak anayasal düzeyde ilkeleşir. Toplumların din birliği geçerliliğinin çoktan yitirilmiş olduğu gerçeğini ancak Atatürk, o ileri sezgisi ön görüşüyle biliyordu. Sultanlık ve Halifeliğin yarı dinsel yarı siyasal bir nitelik taşımasından ötürü ulus egemenliğine doğru atılan adımlarda ters bir durum ortaya çıkıyordu.
Birbirini izleyen tarihsel olaylar sonucunda TBMM tarafından 1 Kasım 1922'de Saltanat idaresine son verildi. 17 Kasım da bir İngiliz savaş gemisiyle Osmanlı devletinin son padişahı yurdu terketti. 18 Kasım'da Hanedan'dan Abdülmecit Efendi Halife seçildi. Fakat onun bir takım tutum ve davranışları sürdürmesi dikkatleri çeker. Atatürk, Nutuk'da şöyle demektedir:
"Hakimiyet ve Saltanat hiç kimse tarafından İlim icabıdır diye verilemez. Hakimiyet kudretle alınır." ''Abdülmecit Efendi, Halifei Müslimin ünvanını kullanacaktır, bu ünvana başka bir sıfat ve kelime ilâve edilmiyecektir."
diye Refet Paşa'ya yazar. Atatürk şöyle devam eder:
''Abdülmecit Efendi, Halifei Müslümin yerine Halifei Resulullah ve babasının adı münasebetiyle Abdülaziz Han oğlu ünvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır"
Atatürk Ankara'da Ulus egemenliği temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclici'ne gölge düşürebilecek kasıtlı hareketlerden dolayı endişelerini şöyle açıklamaktadır:
''Asırlar boyunca ve bugün de kavimlerin cehil ve taassubundan faydalanarak binbir türlü siyasi ve şahsi menfaat temini için dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların iç ve dışta varlığı yüzünden bu zeminde olanları söylemekten kendimizi alamıyoruz. Beşeriyette din hakkında bilgi ve duygular her türlü hurafelerden tecerrüt ederek hakiki ilim nuru ile temizleninceye kadar din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf olunacaktır.''
Atatürk daha Kurtuluş Savaşı başlangıcında Türk Kurtuluş Savaşı başlangıcında Türk toplumu için amaçladığının "tam bağımsızlık' olduğunu belirtmiştir. Türklerin bütün yokluklara karşın zafere ulaşmaları, sömürgeci devletlere indirilmiş büyük bir darbeydi. Bu mutlu sonuç, hiç kuşkusuz sömürge durumundaki toplumlara da ışık tutmakta gecikmiyecekti. Üstelik, bu hareketin önderi Atatürk, yalnızca savaşın kazanılmasını, bağımsızlığı sürdürmek için yeterli bulmamakta idi. Birçok sosyo-ekonomik gelismelerle O, ülkenin kendi kendini idarede özerk (otonom) bir devlet statüsüne kavuşmasını amaçlıyordu. Siyasal düzende istenilen aşamaya varabilmek içinse Halifenin, sosyal hukuk düzenine ve de eğitim alanına yön verici tutumu önlenmeliydi. Çünkü, Halifelik, ulusallıktan uzak, evrensel bir örgütü, çok yönlülüğü nedeni ile, ülkenin çeşitli sorunlarının tartışılmasında sınırları taşan olumsuz durumların ortaya çıkacağı besbelliydi. Bu gibi haller ülkenin bağımsızlığına gölge düşüreceği gibi, yurt içindeki Türk toplumunun da egemenliği zorlanacaktı. Nitekim Yeni Türk Devleti içinde Halifeliğin kalması için bir büyük Batı devletinin çaba göstermesi, Doğu Müslüman ilkelerini kışkırtması bunun en belirgin kanıtı idi. İşte bunun bilincinde olan TBMM, Halifelik konusunda tarihsel karar ve uyulamanın zamanını saptadı, 3 MART 1924'de gerçekleştirilen Halifeliğin kaldırılmasına ne Türkiye'de, ne de dünyada beklendiği kadar tepki gösterildi. Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti dışına çıkardığı bu örgüte sahip çıkan da olmadı. Böylece Kurtuluş Savaşı ve devrimler arasında bir engel oluşturan halifeliğin kaldırılmasıyla Türkiye laik bir ülke niteliğine erişti. Bundan sonradır ki, yönetim alanında olsun, hukuk ve eğitim açısındân olsun bir takım devrim yasalarının gerçekleşmesi sürerken, diğer yandan da bu ulusal ve sosyal hareketin içinde dinin varlığı yok olmamış, tüm sâfiyeti ve içtenliğiyle en büyük makam olan bireylerin vicdanlarında, gönüllerinde kurulmuştur.
Laiklik dinle dünyanın, dar anlamıyla, dinle devletin ayrılığı biçiminde ele alındığında, bunun bir takım yasalar çerçevesinde ve belirli tanımlar içerisinde yürütüleceği açık olarak bilinir. Başta 1924 Anayasası (Kanun No. : 491) ve bunu değiştiren 3115 sayılı kanun, din konusunda şu hususları içermektedir:
3115, 2 nci maddede: Türk Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır.
491, 69 ncu maddede : Türkler kanun nazarında müsavidirler ve istisnasız buna riayet etmeye mecburdurlar.
491, 70 nci maddede: Türklerin tabii hakları şahsın masunluğu, vicdan hürriyeti, düşünce, söz ve neşir hürriyetidir.
491 ve 3115, 75 nci madde : Hiç kimse felsefî kanaatlerinden, ait olduğu din ve ibadetinden dolayı levm edilemez. Kamu nizamının zaruretleri ve kanunların imkânları ile tenakuz halinde bulunmamak şartiyle, bütün dini merasime müsaade edilmiştir.
Eski Anayasanın bu maddeleri açık olarak laikliği ifade ettiği gibi, 1961 Anayasası da aynı laiklik hükümlerini kuvvetle belirtmektedir. Atatürk'ün şan ve şerefle dolu askerlik yaşamı yanında, onun laik bir devletin Cumhurbaşkanı olarak Türk ulusuna mâlettiği aşağıdaki yasalar aslında uygar çağdaş düşünme yolunu açan birer atılım hareketidir. Anlam kapsamı üzerinde pek geniş yazılar yazılmış ve de yazılabilecek olan bu sosyo-politik ve sosyo-kültürel içerikli değişiklikleri kısa kronolojik ifadesi içinde görmek bile işin azametini belirtecektir:
3 Mart 1924'de 429 sayılı kanunla Şer'iyye ve Evkaf Vekâletlerinin lağvı ve Hilafetin kaldırılmasıyla dinin devlet içinde siyasal bir fonksiyona sahip olma olanağı tamamen ortadan kalkıyordu, Onun yerine halkın inanç ve ibadete ilişkin işleriyle meşgul olmak üzere, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyordu.
Bundan sonra peşpeşe kabul edilen aşağıdaki yasalar laik devlet statüsüne geçişte birer atılım hareketi olarak önem taşırlar.
3 Mart 1924, 430 sayılı yasa ile ünlü (Tevhid-i Tedrisat) Öğretim Birliği Yasası'nın kabulü,
8 Nisan 1924, Şer'iye Mahkemelerinin lâğvı.
20 Nisan 1924, Teşkilât-ı Esâsiye Kanununun kabulü.
17 Şubat 1925, Aşâr'ın kaldırılması.
2 Eylül 1925, İlmiye Sınıfı ve Devlet Memurları kıyafeti kararnamelerinin kabulü ve ilânı.
25 Ağustos 1925, Şapka İktisası Hakkında Kanun, Kanun No: 671.
30 Kasım 1925/1341, 677 Sayılı yasa ile Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin kapatılması ve Türbedârlıklarla bir takım ünvanların yasak edilmesi ve kaldırılmasının kabulü.
26 Aralık 1925, Uluslararası Takvim ve Saatin kabulü.
17 Şubat 1926, 743 Sayılı yasa ile Türk Medenî Kanunu ile kabul edilen Evlenme Akdinin, Evlendirme Memuru tarafından yapılacağı.
9 Nisan 1928 tarihinde (1924) Teşkilât-ı Esâsiye Kanunundan "Devletin Dini Din-i İslâm'dır" maddesi kaldırılır. Ayrıca "tahlif'' merasiminde ise "Vallahi" sözü yerine "Nâmusum üzerine yemin ederim" sözü konulur.
10 Nisan 1928, ''Laik Cumhuriyet" ifadesinin Anayasa'da yer alması.
24 Mayıs 1928, Uluslararası reklâmlarm kabulü. Kanun No: 1288.
3 Kasım 1928, Türk Harflerinin kabulü, Kanun No: 1353.
1 Eylül 1929, Liselerden Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması.
26 Kasım 1934, Efendi, Bey, Paşa gibi lâkap ve ünvanların kaldırılması. Kanun No : 2595.
3 Aralık 1934, Bazı kisvelerin giyilmeyeceğine dair, Hanım No: 2596.
Atatürk'ün dikkatlerimizi çektiği ölçüde konuyu değerlendirebilmek ve bir zemin hazırlayabilmek için, İslâmiyetin yüzyıllar boyu oluşan yöresel ve kişisel yorum ve ayrıntılarına ya da uygulanış biçimlerine değil de bu dinin başlangıcındaki durumuna ve temel ilkelerine ve kısaca din kavramına değinmeliyiz.
Din sözcüğü, çeşitli dillerde oldukça değişik anlamlara gelir. Genel olarak, dinin insanları Allah'a ve biribirilerine bağlamak anlamına geldiği söylenebilir.
Müslümanlık din, "Allah tarafından kurulup mensup olanlarını dünya ve âhirette kurtuluşa, esenliğe götüren (itikat ve ameller) den ibaret bir kurumdur" diye tanımlanır. Bu tanım, en geniş kapsamı içinde Kur'an'da ''Allah indindeki din" olarak anlaşılır.
Laik anlayışın temelini oluşturan vicdan özgürlüğünün İslâm dinindeki yerini vurgulayabilmek için tarihsel birkaç noktaya değinmekte yarar vardır.
610 yılında İslâmın doğuşu ile birlikte bu dini kabul edenlere karşı kabul etmeyenler tarafından türlü yollarla eziyet ediliyordu. Bu nedenle ilk müslümanlar inandıkları yolda huzur içinde yaşayabilmek üzere, Mekke'den Medine'ye 622 yılında göç ettiler. Fakat İslâm toplumuna karşı bu kez de Mekkeliler silâhlı saldırılar düzenlediler. Başlarında Hazreti Muhammed olmak üzere, kendilerini savunma zorunda kalan müslümanlarla İslâmiyete karşı olanlar arasında savaşlar oldu. Bu (gazve) ler, Müslümanlığı ortadan kaldırmak isteyenlerin tam yenilgisiyle sona erdi. Uzu yıllar Müslümanlara türlü yollarla işkence yapılmış ve acı çektirilmişti. Ancak Mekke'nin fethinde nâzil olan bir âyet, kin yüzünden kimseye dokunulmamasını, eski düşmanlıkların unutulmasını emretmişti. Bu durum, İslâmda inanç ayrılığı yüzünden kin tutulmamasının gereğine işaret eder. Ayrıca, vicdan özgürlüğü açısından kimseyi dininden dolayı kınamamanın ya da dinde baskı yapmamanın dayanağı yine bizzat Kur'ân âyetleridir."
Hazreti Peygamber'in zamanında ve O'nun vefatından sonra İslâm cemaati genişleyip üniversel bir topluluk (ümmet) olmaya başlamıştı. Dünyaya ait işlerin bir takım dinsel içtihat veya fetvalara dayalı yani dine ait ilkelerden hareket edilip bir yargıya varılarak yürütülmesi âdeti yerleşerek Şer'î hukuk (Fıkh) doğmuştur.
Zamanla, (İçtihat kapılarının kapatılması) yolunun tutulması ile dünya ya da devlet işlerinde katı, dar ve bilim gerçeklerine ters düşen yorumlarla dinî fetvaların çıkartılarak sözde din düzeninin korunması müslüman toplumunun gerilemesine ve olumsuz birçok olayların sürdürülmesi ne neden olmuştur.
İslâm dininden daha eski bir din olan Hıristiyanlığın da zamanla aynı biçimde bir seyr izleyerek akla, bilime karşıt olan bir yol tutturması iledir ki çok kanlı bir mücadele verilerek laikliğin yasalar içinde yer alması mümkün olabilmiştir.
Burada her iki din arasındaki vicdan özgürlüğüne geçiş açısından bir karşılaştırma olanağı sağlamak üzere Hıristiyanlığın gelişim tarihine kısaca bakacak olursak; Hıristiyanlık, aslında küçük cemaat (Eglise) lerin oluşturdukları din birlikleri olduğu halde Roma İmparatorluğu içinde genişledikçe İmparatora karşı rakip bir ikinci üniversel mertebe düzeni kurmuş ve İmparatorluğun üniverselliğine eşdeğer dinin üniverselliğini (Eglise Catholique) meydana getirmiştir. O zaman Kayser ve İsa rekabetinde ikincisi üstün gelerek krallara ve Germcn imparatorlarına hükmeden, onları aforoz eden yani Kilise cemaatinden kovan bir dinsel ve siyasal otorite ortaya çıkmıştır. Bu durumda İncil'in "Allah'ın hakkını Allah'a, Kayser'in hakkını Kayser'e verin'' deyimindeki laiklik ilkesi ortadan kalkmıştı. Doğu Roma'da İmparator İznik Konsilini kurar (M.S. 325). Oraya birçok "Cemaat'' inançlarının temsilcilerini toplayarak Hıristiyanlığın temel ilkelerini (Orthodoxie) adı altında bir dinsel devlet biçimine koyar. Buraya katılmayan (heterodoxe) mezhepler dışan atılırlar. Bu dine ilişkin kongre, aslında siyasal bir otoritenin nüfuzu altında inançların sistemleştirilmesi olduğu için vicdan özgürlüğünün ve laikliğin tam zıddı bir durum ortaya çıkmış olur. Bu suretle mezhep farkları reddedilince inançlara karşı hiçbir tolerans kabul edilmez olur. Buna, vicdan ve inanç özgürlüğünün siyasal otorite adına ortadan kalkması demek gerekir. Böylece, Hıristiyanlığın karanlık Ortaçağı ve mezhep kavgaları yüzyıllar boyu sürer.
Her iki büyük dinin tarihleri içinde insanların geçirdikleri acı deneyimler sonucu din ve vicdan özgürlüğüne dayalı laik anlayışın temeli kurulur. Laiklik kavramına açıklık getirebilmek için laik sözcüğünün (etymon ) u üzerinde kısaca duralım.
Antik dillerden Grekçe'de Laos, kitle, halk, topluluk anlamına gelmekte, ondan türeyen Laikos ise, din adamı sıfat ve yetkisini taşımayan kimseler için kullanılmaktadır. Lâtince'de Laicus biçiminde geçen bu sözcük Batı dillerinde bu kökten türetilmiştir.
Laik kimse, halktan olan, bir başka deyimle de, ruhban sınıfına Cleros'a mensup olmayan kimse demektir. Bilindiği üzere, dinler içinde ruhban sınıfı olmayan tek din İslâm dinidir. Çünkü din görevleri halktan sayılan kişilerle yapılır. Böylece zaman zaman yaratılmak istenen sınıfsal ayrıcalıklar yapay, olumsuz bir gayretkeşlikten öteye gidemez. Her ne kadar Türkçe'de ruhânî sözcüğü kullanılırsa da bu tasavvuf psikolojisininde bireysel bir şahsiyet terimidir.
Türk ve yabancı sözlükleri tarandığında laiklik için, aşağı yukarı ''din işlerini dünya işlerine karıştırmamak, dünya işlerini dinden ayrı tutmak" biçiminde yalın bir tanım bulunur. Daha kesin açıklama ise şöyledir :
(Laic) "Din kurumlarından ve din adamlarından (clerge) emir almayan insan. Bunun yanında (ecole laique) din kurumlarından bağımsız olarak eğitim yapan okul, (habit laique) ise, ruhban sınıfından olmayan giyiniş olarak tanımlanır.
Laik anlayış, insanlığın çok uzun bir kültür evrimi sonucudur. Bu düşünce görüntüsünün temelinde ussallık ve tolerans normu yatar. Böyle kısa bir yazı çerçevesinde tarihsel evrelere girmemekle beraber, bir iki noktayı hatırlamada yarar vardır. Hümanizmayı doğuran Rönesans ve Reformist hareketler, giderek XIX. yüzyılda pozitivist akımları oluşturur. Laikliğin, devletlerin hukuksal yapılarına yansıması, örneğin Fransa'da 1882'dedir. 1886 yıllarında öğretimin laikleştirilmesi ve 1905'te de çıkarılan bir kanunla kilisenin devletten ayrılmasıyla gelişmeye başlar.
Eski Türk devletleriyle Osmanlı döneminde laik düşünce ve vicdan özgürlüğü hareketinin bir takım belirtilerine ve belgelerine rastlasak dahi gerçek espirisi içinde kesin durum ancak Atatürk'ün yüksek deha ve girişimiyle mümkün olabilmiştir. Yüzyıllar boyu hukuk, sosyal ve eğitsel kurumları dine dayalı bir toplumun çok kısa bir dönem içinde modern ve laik bir düzene geçişi, hiç kuşkusuz, yakın çağların dikkat çekici sosyo-politik olaylarından biri durumundadır.
Tarih boyunca Kur'ân hükümlerinin donmuş, kalıplaşmış ve bütün uygarlık araçlarına kapalı bir hale getirilerek yorumlanması, din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını kaçınılmaz bir zorunluluk haline getirmiştir.
Atatürk'ün aşağıdaki sözleri, bu gerçekleri tüm açıklığı ile bildiğine gayet güzel bir belgedir:
''Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşü ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamağa çalışıyoruz. Kaste ve Fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermiyeceğiz."
Gerçekten de hem Hıristiyanlık hem de İslâm tarihini inceleyecek olursak, dinde politik çıkar, ya da maddî kazanç sağlamak isteyenler daima toplumların inançlarını sömürmüşlerdir. Ayrıca, kara cehalet içerisinde bırakılan halk, gerçek din ilkelerinden gittikçe uzaklaştırılmış ilkel anlayış içerisinde kaba kuvvet gösterileri dindarlık olarak gösterilmiştir. Bu tür olaylara yüzyıllar boyu siyasal tarih bilgileri içinde pek sık rastlanır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde dinin devlet işlerine karıştırılmasıyla ortaya çıkan olumsuz sonuçları yansıtan belgeler devlet arşivlerindedir. Çağdaşlaşma hareketlerine karşı koyan tutucuların, bağnazların bu gibi hareketlerine ilişkin somut bir olaya kısaca değinerek, Atatürk'ün laik düzen getirmesiyle de nelere set çekmiş olduğunu daha iyi anlayabiliriz:
1831 yılında veba gibi korkunç ve öldürücü bir hastalık Türkiye'nin sınırlarına dayanmıştır. Hükümet, bu öldürücü salgın hastalığa karşı halkı korumak için gemilerin karantina altına alınmasına karar verir. Fakat tutucular:
"Bu bir bid'attır; Karantina denilen şey Frenk âdetidir. Ehl-i İslam dininde buna riyaet caiz değildir"
diye baş kaldırırlar.
Devlet; sağlık, akıl, şeriat yollarının hepsine başvurduğu halde "İstemezük" gürültüsünü bastıramamıştır. Tasavvur edilebilir mi ki, bu yüzden tam 7 yıl vapurlara karantina, uygulanamamıştır... Yani devlet kaba kuvvetin karşısında sinmiş, İstanbul halkını Azrail'in ölüm tırpaniyle karşı karşıya bırakmıştır.
Tutucular karantinaya karşı direnişini sürdürdüğü için hükümet 1838 yılında Takvim-i Vekaî gazetesinde "Edille-i Şer'iye ve Akliye" yani Şer'i ve Aklî Deliller başlıklı bir yazı yayınlatmıştır. Bu alanda daha pekçok örnek verilebilir.
Fetva alınamadığı için Matbaanın yurdumuza, sokulması 300 yıl kâdar gecikmiştir. Aynı şekilde, Paratonerlerin minarelere konulmasına da karşı çıkılmıştır.
İnkılâp Tarihi hocalarımızdan Prof. Dr. Enver Ziya Haral'ın belirttiği hususlar konumuza daha da açıklık getirecektir.
"140 veya 150 yıl önce öğrenciler okullarda yere otururlardı. Okullara sıra konunca hocalar kâfir icadıdır diye kıyamet koparmışlardır. Bacaklar sallanarak Kur'ân okunmasının günah olduğunu öne sürmüşlerdir. Sonunda, Padişahın önünde hocaların ve çağdaş eğitimcilerin temsilcileri düşüncelerini açıklamışlardır. Varılan uzlaşma şu olmuştur: Kur'ân dersinde öğrenciler sıraların üzerine çıkıp bağdaş kuracaklar ve ders göreceklerdir. İşte din bu biçimde yaşamın tüm konularına girmişti. Dine bağlanan âdet ve gelenekler özgür düşünceyi demirden bir çember gibi çevirmişti. Her şeyi dine bağlamak zihniyeti Cumhuriyet devrine kadar sürdü."
Laiklik bu bakımdan, Türkiye'de yalnız dinle devletin ayrılması demek değildir, özgür düşünceyle de düşünmek demektir.
Atatürk, gerçek dindara karşı değildi. O, kendi çıkarları yararına dini sömürenleri, araç olarak kullananları ortadan kaldırmak istiyordu:
"Bizi yanlış yola sevkeden habisler, biliniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleviniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden yıpratan kötülükler hep din kılışı altında küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı davranışı dinle karşılarlar, halbuki hamdolsun hepimiz müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile bizim dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidir... Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, ulusun yararına, İslâmlığın yararına uygunsa, hiç kimseye sormayın, o şey dindir. Eğer bizim dinimiz akla, mantığa uygun bir din olmasaydı, kusursuz olmazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı "
Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğunun başlangıcından beri Müslüman olmayan dinî cemaatlerin inanç ve ibadet özellikleri tanınıp korunmuş ise de, tarihin gelişimi içerisinde bu tolerans İslâma da uygulanıp sistemleştirilememiştir. Hatta, zaman zaman sosyal, siyasal ve kültürel yaşamı etkileyecek biçimde dinin baskısı müslüman toplumu üzerinde ağır olarak duyulmuştur. Cumhuriyet döneminde laiklik "Hilâfet" ve daha dar anlamıyla, "Şeyhü'l-İslamlık" otoritelerine karşı milliyetçi ve ilerici bir anlayış hareketi olarak doğar ve uygar bir zihniyetin sembolü olarak anayasal düzeyde ilkeleşir. Toplumların din birliği geçerliliğinin çoktan yitirilmiş olduğu gerçeğini ancak Atatürk, o ileri sezgisi ön görüşüyle biliyordu. Sultanlık ve Halifeliğin yarı dinsel yarı siyasal bir nitelik taşımasından ötürü ulus egemenliğine doğru atılan adımlarda ters bir durum ortaya çıkıyordu.
Birbirini izleyen tarihsel olaylar sonucunda TBMM tarafından 1 Kasım 1922'de Saltanat idaresine son verildi. 17 Kasım da bir İngiliz savaş gemisiyle Osmanlı devletinin son padişahı yurdu terketti. 18 Kasım'da Hanedan'dan Abdülmecit Efendi Halife seçildi. Fakat onun bir takım tutum ve davranışları sürdürmesi dikkatleri çeker. Atatürk, Nutuk'da şöyle demektedir:
"Hakimiyet ve Saltanat hiç kimse tarafından İlim icabıdır diye verilemez. Hakimiyet kudretle alınır." ''Abdülmecit Efendi, Halifei Müslimin ünvanını kullanacaktır, bu ünvana başka bir sıfat ve kelime ilâve edilmiyecektir."
diye Refet Paşa'ya yazar. Atatürk şöyle devam eder:
''Abdülmecit Efendi, Halifei Müslümin yerine Halifei Resulullah ve babasının adı münasebetiyle Abdülaziz Han oğlu ünvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır"
Atatürk Ankara'da Ulus egemenliği temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclici'ne gölge düşürebilecek kasıtlı hareketlerden dolayı endişelerini şöyle açıklamaktadır:
''Asırlar boyunca ve bugün de kavimlerin cehil ve taassubundan faydalanarak binbir türlü siyasi ve şahsi menfaat temini için dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların iç ve dışta varlığı yüzünden bu zeminde olanları söylemekten kendimizi alamıyoruz. Beşeriyette din hakkında bilgi ve duygular her türlü hurafelerden tecerrüt ederek hakiki ilim nuru ile temizleninceye kadar din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf olunacaktır.''
Atatürk daha Kurtuluş Savaşı başlangıcında Türk Kurtuluş Savaşı başlangıcında Türk toplumu için amaçladığının "tam bağımsızlık' olduğunu belirtmiştir. Türklerin bütün yokluklara karşın zafere ulaşmaları, sömürgeci devletlere indirilmiş büyük bir darbeydi. Bu mutlu sonuç, hiç kuşkusuz sömürge durumundaki toplumlara da ışık tutmakta gecikmiyecekti. Üstelik, bu hareketin önderi Atatürk, yalnızca savaşın kazanılmasını, bağımsızlığı sürdürmek için yeterli bulmamakta idi. Birçok sosyo-ekonomik gelismelerle O, ülkenin kendi kendini idarede özerk (otonom) bir devlet statüsüne kavuşmasını amaçlıyordu. Siyasal düzende istenilen aşamaya varabilmek içinse Halifenin, sosyal hukuk düzenine ve de eğitim alanına yön verici tutumu önlenmeliydi. Çünkü, Halifelik, ulusallıktan uzak, evrensel bir örgütü, çok yönlülüğü nedeni ile, ülkenin çeşitli sorunlarının tartışılmasında sınırları taşan olumsuz durumların ortaya çıkacağı besbelliydi. Bu gibi haller ülkenin bağımsızlığına gölge düşüreceği gibi, yurt içindeki Türk toplumunun da egemenliği zorlanacaktı. Nitekim Yeni Türk Devleti içinde Halifeliğin kalması için bir büyük Batı devletinin çaba göstermesi, Doğu Müslüman ilkelerini kışkırtması bunun en belirgin kanıtı idi. İşte bunun bilincinde olan TBMM, Halifelik konusunda tarihsel karar ve uyulamanın zamanını saptadı, 3 MART 1924'de gerçekleştirilen Halifeliğin kaldırılmasına ne Türkiye'de, ne de dünyada beklendiği kadar tepki gösterildi. Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti dışına çıkardığı bu örgüte sahip çıkan da olmadı. Böylece Kurtuluş Savaşı ve devrimler arasında bir engel oluşturan halifeliğin kaldırılmasıyla Türkiye laik bir ülke niteliğine erişti. Bundan sonradır ki, yönetim alanında olsun, hukuk ve eğitim açısındân olsun bir takım devrim yasalarının gerçekleşmesi sürerken, diğer yandan da bu ulusal ve sosyal hareketin içinde dinin varlığı yok olmamış, tüm sâfiyeti ve içtenliğiyle en büyük makam olan bireylerin vicdanlarında, gönüllerinde kurulmuştur.
Laiklik dinle dünyanın, dar anlamıyla, dinle devletin ayrılığı biçiminde ele alındığında, bunun bir takım yasalar çerçevesinde ve belirli tanımlar içerisinde yürütüleceği açık olarak bilinir. Başta 1924 Anayasası (Kanun No. : 491) ve bunu değiştiren 3115 sayılı kanun, din konusunda şu hususları içermektedir:
3115, 2 nci maddede: Türk Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır.
491, 69 ncu maddede : Türkler kanun nazarında müsavidirler ve istisnasız buna riayet etmeye mecburdurlar.
491, 70 nci maddede: Türklerin tabii hakları şahsın masunluğu, vicdan hürriyeti, düşünce, söz ve neşir hürriyetidir.
491 ve 3115, 75 nci madde : Hiç kimse felsefî kanaatlerinden, ait olduğu din ve ibadetinden dolayı levm edilemez. Kamu nizamının zaruretleri ve kanunların imkânları ile tenakuz halinde bulunmamak şartiyle, bütün dini merasime müsaade edilmiştir.
Eski Anayasanın bu maddeleri açık olarak laikliği ifade ettiği gibi, 1961 Anayasası da aynı laiklik hükümlerini kuvvetle belirtmektedir. Atatürk'ün şan ve şerefle dolu askerlik yaşamı yanında, onun laik bir devletin Cumhurbaşkanı olarak Türk ulusuna mâlettiği aşağıdaki yasalar aslında uygar çağdaş düşünme yolunu açan birer atılım hareketidir. Anlam kapsamı üzerinde pek geniş yazılar yazılmış ve de yazılabilecek olan bu sosyo-politik ve sosyo-kültürel içerikli değişiklikleri kısa kronolojik ifadesi içinde görmek bile işin azametini belirtecektir:
3 Mart 1924'de 429 sayılı kanunla Şer'iyye ve Evkaf Vekâletlerinin lağvı ve Hilafetin kaldırılmasıyla dinin devlet içinde siyasal bir fonksiyona sahip olma olanağı tamamen ortadan kalkıyordu, Onun yerine halkın inanç ve ibadete ilişkin işleriyle meşgul olmak üzere, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyordu.
Bundan sonra peşpeşe kabul edilen aşağıdaki yasalar laik devlet statüsüne geçişte birer atılım hareketi olarak önem taşırlar.
3 Mart 1924, 430 sayılı yasa ile ünlü (Tevhid-i Tedrisat) Öğretim Birliği Yasası'nın kabulü,
8 Nisan 1924, Şer'iye Mahkemelerinin lâğvı.
20 Nisan 1924, Teşkilât-ı Esâsiye Kanununun kabulü.
17 Şubat 1925, Aşâr'ın kaldırılması.
2 Eylül 1925, İlmiye Sınıfı ve Devlet Memurları kıyafeti kararnamelerinin kabulü ve ilânı.
25 Ağustos 1925, Şapka İktisası Hakkında Kanun, Kanun No: 671.
30 Kasım 1925/1341, 677 Sayılı yasa ile Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin kapatılması ve Türbedârlıklarla bir takım ünvanların yasak edilmesi ve kaldırılmasının kabulü.
26 Aralık 1925, Uluslararası Takvim ve Saatin kabulü.
17 Şubat 1926, 743 Sayılı yasa ile Türk Medenî Kanunu ile kabul edilen Evlenme Akdinin, Evlendirme Memuru tarafından yapılacağı.
9 Nisan 1928 tarihinde (1924) Teşkilât-ı Esâsiye Kanunundan "Devletin Dini Din-i İslâm'dır" maddesi kaldırılır. Ayrıca "tahlif'' merasiminde ise "Vallahi" sözü yerine "Nâmusum üzerine yemin ederim" sözü konulur.
10 Nisan 1928, ''Laik Cumhuriyet" ifadesinin Anayasa'da yer alması.
24 Mayıs 1928, Uluslararası reklâmlarm kabulü. Kanun No: 1288.
3 Kasım 1928, Türk Harflerinin kabulü, Kanun No: 1353.
1 Eylül 1929, Liselerden Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması.
26 Kasım 1934, Efendi, Bey, Paşa gibi lâkap ve ünvanların kaldırılması. Kanun No : 2595.
3 Aralık 1934, Bazı kisvelerin giyilmeyeceğine dair, Hanım No: 2596.