Atatürk Milli Mücadele’nin hemen ardından çok köklü yenileşme hareketlerine girişti. Yapılan çalışmalar şekli olmaktan ziyade içerikle ilgiliydi. O Türk Milleti’nin Dünya ulusları Arasındahak ettiği yeri almasını arzuluyordu. Bir taraftan yeni kurulan ülkenin temelleri bina edilirken, diğer taraftan ülkenin yurt dışındaki prestij ve konumunun düzeltilmesi için de yoğun çaba sarf ediyordu. XX. Yüzyılın başında Batı, Doğu dünyasının tamamına, tabii olarak Türklere de ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor, bu tavrı her fırsatta dile getiriyordu. Bu durumu yakından bilen Mustafa Kemal, Türklere isnat edilen kimi zaman hakaret seviyesine varan ithamlara karşı koymak, Türk Milleti’nin gerçek kimliğini dünyaya tanıtmak, ülkede var olan kronolojik tarih anlayışından kurtulmak, sosyal tarih anlayışına geçmek için yoğun tarih çalışmaları yapılmasına karar verdi. Yapılan çalışmalar sonucu “Türk Tarih Tezi” ortaya atıldı. Türk tarihinin İslam veya Osmanlı tarihiyle sınırlı olmadığı, en az İslam sonrası tarih kadar başarılarla dolu bir İslam öncesi Türk tarihinin varlığı ortaya çıkarıldı. O tarihin sadece kronolojiden ibaret olmadığını belirterek, Türk tarihinin kültür ve uygarlığını ortaya çıkarmayı hedef edinen bir çalışma planı doğrultusunda tarihin beşeri yönünün ortaya çıkarılmasını, Türk tarihçilerine görev olarak verdi. Bu amaçla 1931 senesinde Türk Tarih Kurumunu kurdu. Tarihin hem milli hem de evrensel yanına dikkat çekerek, tarihin milletler arasında dostluk ve barış için kullanılması gerekliliğine kuvvetli bir biçimde vurgu yaptı. 1938’deki ölümüne kadar da tarihe olan ilgisi hiç azalmadı, aksine kendi döneminde yapılan tüm tarih çalışmalarının ya içinde yer aldı ya da yapılanları çok yakından takip etti.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı Osmanlı aydınları milliyetçilik düşüncesinden etkilenmişti. Bu aydınlara göre devletin kurtuluşu, dayandığı asıl zümre olan Türklerin her alanda ön plana çıkarılmasıyla gerçekleşebilirdi. Onlara göre Türkçülük mutlaka benimsenmeli ve uygulamaya konulmalıydı. Çünkü devletin hakimiyeti altındaki diğer uluslarla karşılaştırıldığında kendine verilen görevi eksiksiz yerine getiren ve cepheden cepheye koşanlar sadece Türklerden oluşmaktaydı. Bu nedenle o zamana kadar küçümsenen, pek dikkate alınmayan Türkler, devlet kurumlarında hak ettikleri yerlere gelmeliydi. Bu düşünceler kimi zaman gündeme geldiyse de Osmanlı Devleti varlığını devam ettirdiği sürece tam bir uygulama alanı bulamamıştır.
Osmanlı Devleti büyük umutlarla girdiği I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkınca, Türk aydınlar yeni bir değerlendirme yapmak zorunda kalmışlardır. Zira devlet büyük oranda toprak kaybetmiş, çok şey beklenen cihat ilânı hiç bir işe yaramamış, sadece İngilizlerin biraz telaşlanmasına yol açmıştı. Bu gelişme Osmanlı Devleti’nin ve onun yöneticisi halifenin İslâm dünyasındaki psikolojik üstünlüğünün sonunu simgelemekteydi. Gelişen olaylar ve Anadolu’daki İstiklâl Mücadelesi’nin baskısı altında toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi, Türk nüfusun çoğunlukta olduğu yerleri “vatan” ve ulaşılması hedeflenen gayeyi de “milli sınırlar” olarak ilan etti. Bu tavır önemli bir siyasal ve düşünsel dönüşümdü. O güne kadar kendini imparatorluk olarak gören devlet, kendine milli bir sınır tayin etmekte ve o toprakları kurtarmayı, daha da fazla ilerlememeyi öngörmekteydi. Böylece son Osmanlı meclisi tek bir millete dayanan ve sınırları Anadolu olan üniter devlet yapısını kendisine hedef olarak koymuştur. Bu hedef 1918’de Mustafa Kemal tarafından ortaya atılmış, ancak sultan Vahdettin tarafından onaylanmadığından uygulanamamıştır.
Osmanlı Mebusan Meclisi’ni böyle bir karar almaya, milli bir vatan sınırlarını kabul etmeye zorlayan neden, Mustafa Kemal’in Anadolu’da yaptığı çalışmalardı. Mustafa Kemal daha Kurtuluş Mücadelesi’nin başlangıcı sayabileceğimiz Amasya’da iki şeyi kuvvetle vurgulamıştır: “millet” ve “vatan”. Millet ve vatandan kasıt, Türk milleti ve Türk yurdu yani Anadolu idi. Amasya’da üzerinde durulan konular Erzurum ve Sivas kongrelerinde de aynı kuvvet ve kararlılıkla dile getirilmiştir:
Büyük fedakârlıklarla geçen Kurtuluş Mücadelesi sonunda “Misâk-ı Milli’de” kabul edilen sınırlara ulaşılmış ve 29 Ekim 1923’te yeni Türk Devleti’nin kurulduğu tüm dünyaya ilân edilmiştir. Genç cumhuriyet savaş alanlarında kazandığı başarıyı Lozan’da siyasal alanda da perçinleyerek bağımsız dünya devletleri arasındaki yerini almıştır. Ancak Mustafa Kemal’in de dediği gibi, “savaş yeni başlıyordu”. Ülke ve millet her alanda hizmet bekliyordu. Fakat daha da önemlisi o zamana kadar tebaa olarak yaşamış olan halka millet şuurunun verilmesi gerekiyordu. Bunun için halkın öncelikle eğitilmesi ve dünyadaki çağdaş yaşam düzeyine çıkartılması gerekliydi. İmparatorluk zihniyeti içinde yetişmiş insanlardan bir millet ortaya çıkarmak oldukça zor bir deneyimdi. Bu nedenle Atatürk bu deneyimi gerçekleştirirken kendisine en fazla yardım edecek tarihi araştırmaya ve araştırtmaya başladı. Onun tarih araştırmalarına yönelmesinin tek sebebi bu değildi. Avrupalı tarihçiler bazen çalışmalarında Türk milletine hakarete varacak tarzda saldırıda bulunuyor, fakat kendilerine gerekli cevaplar verilemiyordu. Mustafa Kemal bu saldırıların asılsızlığının bir an önce ortaya konması için tarih çalışmalarının kaçınılmaz olduğuna inanıyordu.
A. Atatürk’ü Tarih Araştırmaları Yapmaya Yönelten Nedenler
1. Batılı Tarihçilerin İddiaları
a. Türklerin Sarı Irktan Oldukları İddiaları
Avrupa’da yeniçağ sonlarında dünyadaki insanlar ileri ve geri zekâlı olarak çeşitli tasniflere tabi tutuldu. İddia sahiplerine göre en zeki ırk beyaz ırk idi. Ardından sarı, siyah, kızıl ırka mensup olanlar geliyordu. Bu konuda yapılan araştırmalarda, Türklerin sarı ırka mensup olduğu iddia edilmeye başlandı. Türklerin sarı ırktan olması demek, zeka yoksunu olması anlamına geliyordu. Cumhuriyet yıllarına kadar ülkemizde ciddi bir antropolojik çalışma yapılmadığından, bu iddiaya karşılık verecek bilim adamları yoktu. Batılı tarihçilerin çalışmalarını kullanan bazı yerli yazarlar da Türklerin sarı ırka mensup olduğunu savunmaktaydılar. Konuyla ilgili olarak Afet İnan’ın anlattıkları şöyledir: “1928 yılında, Fransızca coğrafya kitaplarının birinde, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci nevi bir insan tipi olduğu yazılı idi. Kendisine gösterdim. Böyle midir? Dedim. “Hayır, olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım. Sen çalış” dediler. Tüm bu yanlış anlamaları ve suçlamaları reddetmek üzere Türk ırkının mensup olduğu ırk gurubunu tespit için geniş çaplı araştırmalar başlamıştır. Atatürk, yoğun tarih araştırmalarının ilk sonuçlarını 1930’daki Türk Ocakları Kurultayı konuşmasında açıklamıştır. Hemen ardından da 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. 1937’de Afet İnan tarafından bu konuda bugüne kadar yapılmış en geniş kapsamlı kafa ölçümü yapılarak Türk ırkının beyaz ırka mensup olduğu kanıtlanmıştır. Ancak Batılı tarihçiler yapılan çalışmalara ve tezlerinin defalarca çürütülmesine rağmen, günümüzde dahi Türklerin sarı ırktan olduklarını iddia etmekten vazgeçmemişledir.
b. Türkler Hakkındaki Olumsuz Düşünceler
Antropolojik iddialar Türklerin medeni gelişmeden uzak olduğunu açıklamaya yetmemiştir. Antropolojinin bıraktığı boşluğu, Batılı tarihçiler ve siyasetçiler tarafından çok beğenilen ve takdir gören Adam Smith doldurmuştur. Smith insanlık tarihinin avcılık, hayvancılık, tarım ve ticaret olmak üzere dört aşamadan geçtiğini iddia etmiştir. O Siyah Afrika ve Kuzey Amerika yerlilerinin avcılık aşamasında, Orta Asya halklarının göçebelik aşamasında ve Doğu dünyasının büyük bölümünün tarım aşamasında olduğunu belirtmiştir. Sadece Batı Avrupa’nın dördüncü ve son aşamada olduğunu kabul etmiştir. Smith’in iddiaları sonucu dünyanın Avrupa dışındaki tüm bölgelerinin medeniyetten yoksun olduğu kabul edilmiştir. Batı, dünyanın geri kalanını medenileştirmek amacıyla harekete geçmiş ve medeniyet karşılığında dünyayı sömürge haline getirmiştir. İddiaya göre Türkler ya ikinci ya üçüncü gruba dahil edilmişlerdir. Bu yüzden Türkler ve Türk Devleti olan Osmanlılara da medeniyet götürülmesi ve öğretilmesi gerekmiştir. Batı bu düşünce ile 1920’lere kadar ilerlemiş, ancak Türk milleti karşında istediği başarıyı elde edememiştir. Braudel’in yerinde tespitiyle bir tek Türkiye ortak kaderin dışında kalmıştır. Mustafa Kemal’in gösterdiği ani ve parlak tepki hem bağımsızlığı sağlamış hem de diğer İslâm ülkelerine örnek olmuştur.
Yukarıdaki iddiaların yanında psikolojik bir takım unsurlar da Türkler hakkında olumsuz yargıların doğmasına yol açmıştır. Osmanlı topraklarını gezen bazı seyyahlar, Türklerin kötülüklerinden ve barbarlıklarından bahsetmişlerdir. Onların bu düşünceleri milletlerine mal olmuş ve Türklerin Batı kamuoyunda “barbar, cahil, kaba saba” insanlar olarak algılanmasına yol açmıştır. Örneğin XVIII. Yüzyılın sonlarında Mısır’ı gezen Fransız seyyah Volney, Mısır’ın ve Mısırlıların zorba ve zalim Türklerden kurtarılması gerektiğini açıkça yazmakta hiç bir sakınca görmemiştir. Cahen’e göre bu nefretin nedeni Osmanlıların başka herhangi bir doğu milletinden çok daha fazla Avrupa ile savaşması ve Hıristiyanlığı tehdit etmesinden kaynaklanmıştır. Cahen’in tespiti Cumhuriyet’in ilk yıllarında hazırlanan lise tarih ders kitaplarının önsözünde belirtilmiştir. Eserin girişinde “1000 yıldan fazla süren İslâmlık-Hıristiyanlık davalarının doğurduğu husumet duygusile mutaassıp müverrihler bu davalarda asırlarca İslâmlığın pişdarlığını yapan Türklerin tarihini kan ve ateş maceralarından ibaret göstermeğe savaştılar...” denilerek uzun mücadelenin olumsuz sonuçlarına atıfta bulunulmuştur. Bu uzun ve yıpratıcı mücadele sonucunda Avrupa’nın gözünde Türklükle ilgili her şey Hıristiyanlara baskı yapan, zorba, kötü ve tiksinç bir kavram haline gelmiştir. Batı aydınının yeni ve yakınçağlardaki düşüncesi XX. yüzyılda da değişmemiştir. Balkan savaşları esnasında Fransa’da haçlı zihniyetini yansıtan türde basılan kartpostallar, İngilizlerin Çanakkale’ye savaşmaya gelirken ki düşünceleri, tıpkı bir önceki yüzyıldaki gibidir. Yüzyıllardan beri İslâmın dinamizmini temsil eden Türk, saldırganlık ile bir tutulmuştur. Buna karşın Hıristiyan alemi baştan başa kin ve intikam dolu telkinlerle beslenmiştir. Onlara göre, “Türk, Hıristiyan milletlere zorla boyunduruk geçirmiş, her türlü medenî vasıf ve kabiliyetten yoksun, aşağı sınıftan bir insandır, atının ayak bastığı yerde ot bitmez; uygarlık düşmanı, kötülük kaynağıdır ve medenî milletler arasında onun yeri yoktur.” İngiliz başbakanı Gladstone, “Dünya yüzünden Türklerin kötülüklerini kaldırmanın bir tek çaresi vardır ki, o da dünya yüzünden kendi vücutlarının kaldırılmasıdır” demekten kendini alamamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk milletine karşı takınılan tavır yüzyıllardan beri beslenen bu düşüncelerin eseri olmuştur.
Bu iddialara ilâveten, XX. yüzyılın ilk yarısının sonlarına kadar batılı araştırmacılar Türklerle Moğolları birbirinden farklı düşünmemişlerdir. Batılı araştırmacıların, Türklerle Moğolları aynı ırkın mensubuymuş gibi kabul etmelerinin nedeni, her iki milleti de sarı ırka mensup görmelerinden kaynaklanmıştır. Bu düşüncenin sonucunda Moğollar tarafından yapılan katliamların tamamı Türklere mal edilmiştir. Türkler medeniyet düşmanı kan içici insanlar olarak gösterilmiştir. Moğol katliamlarından en fazla etkilenen ve acı çeken millet Türkler olmasına rağmen, Batılılar tarafından kendi milletlerini katleden bir duruma düşürülmüşlerdir. Halbuki Batılar bu katliamlara ne maruz kalmışlar ne de Moğollarla karşılaşmışlardır. Sadece doğudan gelen korkunç haberler karşısında korkmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Çünkü Moğollar hiç bir zaman Orta Avrupa’dan öteye geçmemişlerdir. Mustafa Kemal bu iddia ve saldırılara bir cevap verilmesini istemiştir. Bu yüzden Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin ilk üzerinde durdukları mesele Türklerin ve Moğolların ayrı birer ırk olduğunu ispatlamak olmuştur.
c. Anadolu Üzerindeki Hak İddiaları
Anadolu üzerindeki hak iddialarının kaynağı 1071 tarihinde Anadolu kapılarının Türklere açılmasıyla başlamıştır. Türkler önce Anadolu, ardından Trakya, Balkanlar ve tüm Orta Avrupa’yı ele geçirmişlerdi. Özellikle Türklerin İstanbul’u fethiyle başlayan korkular, Viyana’yı kuşatmasıyla en üst noktasına tırmanmıştı. Batı için Türkler mutlaka durdurulması gereken bir güç halini almışlardı. Batı bu fırsatı 1683’teki II. Viyana bozgunuyla yakaladı. 1683 zaferi Türklere karşı kazanılmış sıradan bir askerî başarı değildi. Türklere karşı elde edilen başarı, bir halkası günümüze kadar gelen Şark Meselesi’nin de en önemli halkasını oluşturmaktaydı. Şark Meselesi dahilinde hazırlanan plana göre, Türkler önce Avrupa’dan, ardından Balkanlardan atılacak, İstanbul alınarak kadim Bizans yeniden tesis edilecek, daha sonra ise Türkler bütün Anadolu’dan kovularak geldikleri yere yani Orta Asya’ya gönderilecekti. Bu plan her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılmış ve tavizsiz bir biçimde uygulamaya konulmuştur.
Şark Meselesi’nin bir parçası da Yunan Devleti’nin kurulmasıdır. Kurulan yeni devlet hemen Anadolu ve İstanbul üzerinde hak talep etmeye başlamıştır. Yunanlılar, Anadolu üzerindeki hak iddialarında tarihi kullanmışlar ve eski Grek ve Bizans’ın kültürel varisi olduklarını iddia etmişlerdir. Batı’da yapılan araştırmalarla da Yunanlılar desteklenmiştir. Türkiye’de eski Anadolu medeniyetlerini araştıran bir kurum olmadığından Yunanlıların iddialarına yeterli cevap verilememiştir. Bu nedenle Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren eski Anadolu medeniyetleri araştırılmış ve önemli başarılar elde edilmiştir.
Yunanlılardan sonra Anadolu üzerinde hak talep eden ikinci millet ise Ermeniler olmuştur. Ermeniler Doğu Anadolu Bölgesi’nin kendi toprakları olduğunu iddia ediyor, bunu ispat etmek için bir takım tarihi deliller öne sürüyorlardı.
Gerek Yunanlılar gerekse Ermeniler hedeflerine ulaşabilmek için son noktayı Sevr Antlaşması ile koymak istemişlerdir. Ancak Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi ile emellerine ulaşamamışlardır. Tam tersine Anadolu’nun Türk yurdu olduğu ve öyle kalacağı Lozan’da tüm dünyaya kabul ettirilmiştir.
2. Millî Şuur ve Millî Tarih Oluşturma Gerekliliği
Cumhuriyet Türkiyesi’nin milli bir sınırı vardı. Ancak halkın büyük kısmında milli bir düşünce yapısından söz etmek mümkün değildi. Osmanlı Devleti’nde millet kavramı dini topluluklara karşılık gelmekte ve herhangi bir etnik anlam taşımamaktaydı. Savaşlardan yeni çıkmış, o zamana kadar imparatorluk bünyesinde yaşamış, kendini milliyetinden önce diniyle tanımlayan bir millete, milli bir kimlik kazandırmak ve Anadolu’nun vatan olduğunu, geçmişin fetihçi anlayışının terk edildiğinin anlatılması lazımdı. Bu yeni durum halka en iyi tarih kullanılarak anlatılabilirdi. Bu yüzden Türk milli temeline dayanan üniter bir yapılanmayı kabul ettirmek ve benimsetmek işlevini tarih üstlendi. Bu işlevin ne denli zor olduğunu anlamak için dönemin aydınlarının imparatorluk ve milli devlet kavramlarından ne anladığına bakmak yeterlidir. Konuyla ilgili olarak Falih Rıfkı şunları yazmıştır; “Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:—Ne hacet, dedi, İstanbul’u da size verelim. Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u, Girid’i ve Medineyi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.” O, devletin küçülmesiyle ilgili olarak bunları düşünürken milli bilinç ve milliyetçilik konusunda daha sert ifadeler kullanır. Arapların dahi Türklerden önce Araplık bilincine ulaştıklarını buna karşın Türklerin hâlâ bu bilinçten yoksun olduğunu ifade eder. Onun Osmanlı Devleti hakkındaki düşünceleri ise şöyledir: “İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memeleri sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.” Görüldüğü gibi o devletin bir nevi sömürge olduğundan yakınmaktadır. Aynı tespit Balkanlar için de geçerlidir. XX. yüzyıl başlarında bir çok Türk Arnavut milliyetçiliği rüzgârına kendisini kaptırarak kendisini Arnavut olarak nitelemiştir. Bu gelişmelere bizzat şahit olan son dönem Osmanlı aydınları, halka milliyetçilik şuurunun verilmesini gerekli görüyorlardı. Çünkü devlete bağlı bütün azınlıklar milli şuura erişerek bağımsızlıklarını elde etmişlerdi. Türkler ise kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor ve milliyetlerinden bahsetmiyorlardı. Bu ümmetçi anlayışın bir an evvel yıkılarak Türk kimliğinin oluşturulması acilen gerekliydi.
3. Cumhuriyet Öncesi Tarih Araştırmalarının Yetersizliği
Cumhuriyet öncesinde tarih yazıcılığı vakaların günü gününe kayıtlarından ibaret olup, bu yazın türünde herhangi bir yorum ve eleştiriye rastlamak mümkün değildir. Anlatılan olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kurulmamış, yorum yapılmamış, olaylar eleştirilmemiş, yararlanılan kaynaklar gösterilmemiştir. Eserler nakilci-hikâyeci tarzda kaleme alınmışlardır. Gerek devletin maaşlı memurları olan vakanüvisler, gerekse özel tarih yazarları bu kalıpların dışına pek çıkmamışlardır. Resmi tarih kayıtlarının yanında sadece bir sefer veya olayın konu edildiği eserler de yine aynı metotla kaleme alınmıştır. Bu eserlerin hemen hemen tamamında yöneticiler tarafından verilen her karardan övgüyle bahsedilmiş ve kimi zaman üzücü hadiseler yazarlar tarafından görmezlikten gelinebilmiştir.
Cumhuriyet öncesi tarih yazarlarını iki grupta ele almak mümkündür. Birinci gurupta yer alanlar velinimetleri kabul ettikleri insanları yüceltmişler, bu nedenle bir çok olumsuz olayı görmezlikten gelerek eserlerine dahil etmemişlerdir. İkinci guruptaki yazarlar ise elitler arası politik mücadeleleri kaybetmiş kişilerden oluşmuştur. Bu guruptakiler iktidar yolunu kendilerine tekrar açmak veya hiç değilse politik mücadeleyi kazananların gücünü kırmak amacıyla taraflı ve karanlık politik çürüme öyküleri yazmışlardır. Bu nedenle yazılanların çoğu zaman sorgulanması gerekmiştir.
Yazarların kullandıkları metot eksikliği ve kişisel zaafları yanında, kaleme alınan eserlerin büyük bölümünde Türk tarihine ilişkin her hangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. Eserler ya Osmanlı hanedanının ilk padişahı Osman’la başlamış ya da Osmanlı tarihi İslâm tarihinin bir bölümü olarak kaleme alınmıştır.
Bu eserlerde İslâm öncesi Türk tarihi ile ilgili herhangi bir bölümün olmaması, Türk tarihinin Osmanlı tarihi ile sınırlı olduğu gibi bir izlenimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarına gelindiğinde İslâm öncesi Türk tarihine ait bilinenler yok denecek kadar azdı. Buna ilaveten yazılan tarihlerde milliyet bilinci yer almadığı gibi daha ziyade ümmet temeli işlenmişti. Mustafa Kemal bu tarih yazıcılığındaki büyük eksikliği dikkate alarak milli bir tarih yazma sürecinin de başlatılması gerekliliğine inanıyordu. Bu nedenle dikkatini İslâmiyet öncesi Türk tarihine yöneltmiş ve Türk Tarih Tezi ortaya atılarak bu konuda önemli gelişmeler sağlanmıştır.
B. Atatürk’ün Tarih Anlayışı
1. Tarih Araştırma Programı
Mustafa Kemal’in tarihe olan ilgisi onun kendi ifadesine göre, okul yıllarına kadar uzanır. Çanakkale cephesinde üstlendiği görevleri içeren “Arıburnu Muharebeleri Raporu” adlı eserinin ilk kelimesi tarihtir. O eserini gelecek kuşaklara doğru bilgi aktarmak için kaleme aldığını belirtmiştir. Yaptığı inkılâpları halka ve meclise anlatmak için sık sık tarihin tanıklığına başvurmuş ve bu sayede muhaliflerini iknâ etmiştir. Tarihe olan ilgisi ve verdiği değer kendisine fahri profesörlük verileceği zaman somut olarak ortaya çıkmıştır. İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Müderrisler Meclisinin kararı ile kendisine 1923’te Fahrî Edebiyat Profesörlüğü takdim edileceği zaman, edebiyattan ziyade tarihle daha çok ilgilendiğini belirterek profesörlük beratının tarihe ait olmasını istemiştir.
Atatürk hem ilgi duyduğu bir alanda gerçeklerin gün ışığına çıkarılmasına yardımcı olmak hem de Türklere yapılan saldırılara karşı koymak amacıyla aşağıda yer alan sorulara cevap verilmesini istemiştir.
1- Türkiye’nin en eski yerli halkları kimdi?
2- Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?
3- Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetindeki yeri nedir?
4- Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lazımdır.
5- İslâm tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?
I. Türk Tarih Kongresi’nin önsözünde Türk tarihçilerinin onun çizdiği anahatlar üzerinde çalışmalar yaptığına vurgu yapılmış ve kongrede yukarıdaki sorulara cevap aranmıştır. Sonuçta ortaya Türk tarih tezi çıkmıştır. Sonuçları bugün dahi tartışma konusu olan Türk tarih tezi, Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki en önemli iddia olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Atatürk yapılan çalışmaları yakından izlemiş, devletin bütün imkanlarından tarihçilerin yararlanmasını sağlamıştır. Özellikle büyük para ve emek isteyen kazılar ve kazıların buluntuları ile yakından ilgilenmiştir.
Mustafa Kemal Türk tarihçilerine nasıl çalışacaklarına dair yol da göstermiştir. Atatürk’ün Türk Tarih Kurumuna verdiği plan şöyledir: “Türk ve Türkiye tarihi kronolojik sıraya göre incelenecek, Türk milletinin çeşitli coğrafi bölgelerde kurdukları devletlerin siyasi ve askeri hakimiyetlerinin durumu tespit edilecektir. Daha sonra bu devletlerin tarihleri aşağıdaki şemaya dayanılarak ortaya çıkarılacaktır”.
1- Devlet Hayatı
a- Devletin şekli, dayandığı anayasa, devlet başkanının hak ve görevleri.
b- Parlamento seçim kanunları, hak ve yetkileri.
c- Hükümet teşkilî ve bakanlar kurulunun kanunî yetkileri.
d- İdari sistem ve kuruluşların işleme düzeni.
e- Ordu teşkilâtının esasları.
f- Yargı organları ve işleme tarzı.
g- Mali sistem.
2- Ekonomik Hayat
a- Üretim, tarım ve ağaç ürünleri.
b- Her çeşit endüstri.
c- Yollar ve ulaşım araçları.
d- İç ve dış ticaret.
3- Fikrî Hayat
a- Dini inanış ve kuruluşlar.
b- Aile düzeni.
c- Örf ve adetler.
d- Müspet ilimlerin bütün dalları.
e- Güzel sanatlar.
Bu konulara ek olarak her konu üzerinde çalışanlara, “Türklerin Medeniyete Hizmetleri” başlığı altında çalışmalar yapmalarını önermiştir. Onun Yalova’da 1930 yılında Türk tarihçileriyle yaptığı toplantılara hazırlanırken Afet İnan’a dikte ettirdiği sorular sadece Türk değil, dünya tarihçilerinin de cevap vermesi gereken sorulardır. Atatürk bu sorulara verilecek cevapların neler olabileceği konusunda da çalışmalar yaparak tarihçilere yol göstermiştir. Başlıca soruları şunlar idi:
1- İnsanların tarihten alabilecekleri mühim dikkat ve intibah dersleri neler olmalıdır? Bugünün hâdiselerinden birini izaha medar olacak tarihî bir nokta-i nazar söyleyebilir misiniz?
2- Tarihî hâdiselerin âmilleri nelerdir? Bu âmillerden sizce en ehemmiyetlisi hangisidir?
3- İnsanların nereden ve nasıl geldikleri hakkında, beşeriyetin bugünkü umumî telâkkisine yaraşabilecek esas ne olabilir?
4- Medeniyet ne demektir?
5- Bu işleri bütün dünya ve beşeriyette ilk yapmış ve yaymış olan insanlar hangi ırktandır? Bu ırkın ilk yurdu neresidir?
Diğer bilim dalları gibi tarihin de bir araştırma metodu olmalıydı. İşte o metodun temeli elde edilen her türlü bulgu ve belgeydi. Tarih belgeye dayandığı müddetçe doğru olabilirdi. Nitekim, kendisinin yazılmasını emrettiği Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eserin ilk baskısını tamamlandıktan sonra okumuş, özellikle belge ve güvenilir kaynaklardan yeterince yararlanılmadığı için beğenmemiştir. Eseri yeniden yazılması için araştırıcılara geri göndermiş ve her konuyu sahasında uzman olanların yazmasını istemiştir. Eser belge ve kaynaklardan faydalanılarak yeniden yazılmış ve ancak o zaman Atatürk’ün beğenisi kazanılmıştır. O, tarihle yüzeysel olarak ilgilenenlere itibar etmemiştir. Bu nedenle her olayın olduğu gibi yazılmasını istemiştir. Nutuk’un belgelere dayanması için sarf ettiği gayret ile tarihin vesikaya dayanması gerekliliğine olan inancını bizzat pratiğe aktarmıştır. Tarihte ondan önce de bu tür büyük tarihler yazdırma ve yazma teşebbüsü olmuştur. Ancak onların hiç biri Atatürk çapında bir eser vücuda getirememişlerdir. Çünkü vesikaya istenilen oranda itibar etmemişlerdir. Onun bu konuda Türk tarihçilerine yol gösteren sözleri bu düşüncelerinin somutlaşmış ifadeleridir:
“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nâdim olmaktan ise hiçbir eser vücuda getirmemek aczini itiraf etmek evladır. Biz tarih yazarken bizzat fiiller ve hadiseler sahibi arayan adamlarız. Ve eğer bunları bulamazsak meçhulü ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. Aport yaratmayalım. Bizim mesleğimiz bu değildir. Biz daima hakikat arayan ve buldukça bulduğumuza kani oldukça cüret gösteren adamlarız”. “Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi inisiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız.” “Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim.” “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”
Görüldüğü gibi Atatürk’ün önemle üzerinde durduğu ilk husus, tarihin belgeye dayalı olarak doğru yazılmasıdır. İşaret ettiği ikinci husus tarihçinin vesikayı kullanırken kendi inisiyatifini kullanması ve milli bir çerçeveden olaya bakmasıdır. Son husus ise eğer konuyla ilgili belge bulunamazsa bunun açıkça itiraf edilmesinden çekinilmemesidir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı Osmanlı aydınları milliyetçilik düşüncesinden etkilenmişti. Bu aydınlara göre devletin kurtuluşu, dayandığı asıl zümre olan Türklerin her alanda ön plana çıkarılmasıyla gerçekleşebilirdi. Onlara göre Türkçülük mutlaka benimsenmeli ve uygulamaya konulmalıydı. Çünkü devletin hakimiyeti altındaki diğer uluslarla karşılaştırıldığında kendine verilen görevi eksiksiz yerine getiren ve cepheden cepheye koşanlar sadece Türklerden oluşmaktaydı. Bu nedenle o zamana kadar küçümsenen, pek dikkate alınmayan Türkler, devlet kurumlarında hak ettikleri yerlere gelmeliydi. Bu düşünceler kimi zaman gündeme geldiyse de Osmanlı Devleti varlığını devam ettirdiği sürece tam bir uygulama alanı bulamamıştır.
Osmanlı Devleti büyük umutlarla girdiği I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkınca, Türk aydınlar yeni bir değerlendirme yapmak zorunda kalmışlardır. Zira devlet büyük oranda toprak kaybetmiş, çok şey beklenen cihat ilânı hiç bir işe yaramamış, sadece İngilizlerin biraz telaşlanmasına yol açmıştı. Bu gelişme Osmanlı Devleti’nin ve onun yöneticisi halifenin İslâm dünyasındaki psikolojik üstünlüğünün sonunu simgelemekteydi. Gelişen olaylar ve Anadolu’daki İstiklâl Mücadelesi’nin baskısı altında toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi, Türk nüfusun çoğunlukta olduğu yerleri “vatan” ve ulaşılması hedeflenen gayeyi de “milli sınırlar” olarak ilan etti. Bu tavır önemli bir siyasal ve düşünsel dönüşümdü. O güne kadar kendini imparatorluk olarak gören devlet, kendine milli bir sınır tayin etmekte ve o toprakları kurtarmayı, daha da fazla ilerlememeyi öngörmekteydi. Böylece son Osmanlı meclisi tek bir millete dayanan ve sınırları Anadolu olan üniter devlet yapısını kendisine hedef olarak koymuştur. Bu hedef 1918’de Mustafa Kemal tarafından ortaya atılmış, ancak sultan Vahdettin tarafından onaylanmadığından uygulanamamıştır.
Osmanlı Mebusan Meclisi’ni böyle bir karar almaya, milli bir vatan sınırlarını kabul etmeye zorlayan neden, Mustafa Kemal’in Anadolu’da yaptığı çalışmalardı. Mustafa Kemal daha Kurtuluş Mücadelesi’nin başlangıcı sayabileceğimiz Amasya’da iki şeyi kuvvetle vurgulamıştır: “millet” ve “vatan”. Millet ve vatandan kasıt, Türk milleti ve Türk yurdu yani Anadolu idi. Amasya’da üzerinde durulan konular Erzurum ve Sivas kongrelerinde de aynı kuvvet ve kararlılıkla dile getirilmiştir:
Büyük fedakârlıklarla geçen Kurtuluş Mücadelesi sonunda “Misâk-ı Milli’de” kabul edilen sınırlara ulaşılmış ve 29 Ekim 1923’te yeni Türk Devleti’nin kurulduğu tüm dünyaya ilân edilmiştir. Genç cumhuriyet savaş alanlarında kazandığı başarıyı Lozan’da siyasal alanda da perçinleyerek bağımsız dünya devletleri arasındaki yerini almıştır. Ancak Mustafa Kemal’in de dediği gibi, “savaş yeni başlıyordu”. Ülke ve millet her alanda hizmet bekliyordu. Fakat daha da önemlisi o zamana kadar tebaa olarak yaşamış olan halka millet şuurunun verilmesi gerekiyordu. Bunun için halkın öncelikle eğitilmesi ve dünyadaki çağdaş yaşam düzeyine çıkartılması gerekliydi. İmparatorluk zihniyeti içinde yetişmiş insanlardan bir millet ortaya çıkarmak oldukça zor bir deneyimdi. Bu nedenle Atatürk bu deneyimi gerçekleştirirken kendisine en fazla yardım edecek tarihi araştırmaya ve araştırtmaya başladı. Onun tarih araştırmalarına yönelmesinin tek sebebi bu değildi. Avrupalı tarihçiler bazen çalışmalarında Türk milletine hakarete varacak tarzda saldırıda bulunuyor, fakat kendilerine gerekli cevaplar verilemiyordu. Mustafa Kemal bu saldırıların asılsızlığının bir an önce ortaya konması için tarih çalışmalarının kaçınılmaz olduğuna inanıyordu.
A. Atatürk’ü Tarih Araştırmaları Yapmaya Yönelten Nedenler
1. Batılı Tarihçilerin İddiaları
a. Türklerin Sarı Irktan Oldukları İddiaları
Avrupa’da yeniçağ sonlarında dünyadaki insanlar ileri ve geri zekâlı olarak çeşitli tasniflere tabi tutuldu. İddia sahiplerine göre en zeki ırk beyaz ırk idi. Ardından sarı, siyah, kızıl ırka mensup olanlar geliyordu. Bu konuda yapılan araştırmalarda, Türklerin sarı ırka mensup olduğu iddia edilmeye başlandı. Türklerin sarı ırktan olması demek, zeka yoksunu olması anlamına geliyordu. Cumhuriyet yıllarına kadar ülkemizde ciddi bir antropolojik çalışma yapılmadığından, bu iddiaya karşılık verecek bilim adamları yoktu. Batılı tarihçilerin çalışmalarını kullanan bazı yerli yazarlar da Türklerin sarı ırka mensup olduğunu savunmaktaydılar. Konuyla ilgili olarak Afet İnan’ın anlattıkları şöyledir: “1928 yılında, Fransızca coğrafya kitaplarının birinde, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci nevi bir insan tipi olduğu yazılı idi. Kendisine gösterdim. Böyle midir? Dedim. “Hayır, olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım. Sen çalış” dediler. Tüm bu yanlış anlamaları ve suçlamaları reddetmek üzere Türk ırkının mensup olduğu ırk gurubunu tespit için geniş çaplı araştırmalar başlamıştır. Atatürk, yoğun tarih araştırmalarının ilk sonuçlarını 1930’daki Türk Ocakları Kurultayı konuşmasında açıklamıştır. Hemen ardından da 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. 1937’de Afet İnan tarafından bu konuda bugüne kadar yapılmış en geniş kapsamlı kafa ölçümü yapılarak Türk ırkının beyaz ırka mensup olduğu kanıtlanmıştır. Ancak Batılı tarihçiler yapılan çalışmalara ve tezlerinin defalarca çürütülmesine rağmen, günümüzde dahi Türklerin sarı ırktan olduklarını iddia etmekten vazgeçmemişledir.
b. Türkler Hakkındaki Olumsuz Düşünceler
Antropolojik iddialar Türklerin medeni gelişmeden uzak olduğunu açıklamaya yetmemiştir. Antropolojinin bıraktığı boşluğu, Batılı tarihçiler ve siyasetçiler tarafından çok beğenilen ve takdir gören Adam Smith doldurmuştur. Smith insanlık tarihinin avcılık, hayvancılık, tarım ve ticaret olmak üzere dört aşamadan geçtiğini iddia etmiştir. O Siyah Afrika ve Kuzey Amerika yerlilerinin avcılık aşamasında, Orta Asya halklarının göçebelik aşamasında ve Doğu dünyasının büyük bölümünün tarım aşamasında olduğunu belirtmiştir. Sadece Batı Avrupa’nın dördüncü ve son aşamada olduğunu kabul etmiştir. Smith’in iddiaları sonucu dünyanın Avrupa dışındaki tüm bölgelerinin medeniyetten yoksun olduğu kabul edilmiştir. Batı, dünyanın geri kalanını medenileştirmek amacıyla harekete geçmiş ve medeniyet karşılığında dünyayı sömürge haline getirmiştir. İddiaya göre Türkler ya ikinci ya üçüncü gruba dahil edilmişlerdir. Bu yüzden Türkler ve Türk Devleti olan Osmanlılara da medeniyet götürülmesi ve öğretilmesi gerekmiştir. Batı bu düşünce ile 1920’lere kadar ilerlemiş, ancak Türk milleti karşında istediği başarıyı elde edememiştir. Braudel’in yerinde tespitiyle bir tek Türkiye ortak kaderin dışında kalmıştır. Mustafa Kemal’in gösterdiği ani ve parlak tepki hem bağımsızlığı sağlamış hem de diğer İslâm ülkelerine örnek olmuştur.
Yukarıdaki iddiaların yanında psikolojik bir takım unsurlar da Türkler hakkında olumsuz yargıların doğmasına yol açmıştır. Osmanlı topraklarını gezen bazı seyyahlar, Türklerin kötülüklerinden ve barbarlıklarından bahsetmişlerdir. Onların bu düşünceleri milletlerine mal olmuş ve Türklerin Batı kamuoyunda “barbar, cahil, kaba saba” insanlar olarak algılanmasına yol açmıştır. Örneğin XVIII. Yüzyılın sonlarında Mısır’ı gezen Fransız seyyah Volney, Mısır’ın ve Mısırlıların zorba ve zalim Türklerden kurtarılması gerektiğini açıkça yazmakta hiç bir sakınca görmemiştir. Cahen’e göre bu nefretin nedeni Osmanlıların başka herhangi bir doğu milletinden çok daha fazla Avrupa ile savaşması ve Hıristiyanlığı tehdit etmesinden kaynaklanmıştır. Cahen’in tespiti Cumhuriyet’in ilk yıllarında hazırlanan lise tarih ders kitaplarının önsözünde belirtilmiştir. Eserin girişinde “1000 yıldan fazla süren İslâmlık-Hıristiyanlık davalarının doğurduğu husumet duygusile mutaassıp müverrihler bu davalarda asırlarca İslâmlığın pişdarlığını yapan Türklerin tarihini kan ve ateş maceralarından ibaret göstermeğe savaştılar...” denilerek uzun mücadelenin olumsuz sonuçlarına atıfta bulunulmuştur. Bu uzun ve yıpratıcı mücadele sonucunda Avrupa’nın gözünde Türklükle ilgili her şey Hıristiyanlara baskı yapan, zorba, kötü ve tiksinç bir kavram haline gelmiştir. Batı aydınının yeni ve yakınçağlardaki düşüncesi XX. yüzyılda da değişmemiştir. Balkan savaşları esnasında Fransa’da haçlı zihniyetini yansıtan türde basılan kartpostallar, İngilizlerin Çanakkale’ye savaşmaya gelirken ki düşünceleri, tıpkı bir önceki yüzyıldaki gibidir. Yüzyıllardan beri İslâmın dinamizmini temsil eden Türk, saldırganlık ile bir tutulmuştur. Buna karşın Hıristiyan alemi baştan başa kin ve intikam dolu telkinlerle beslenmiştir. Onlara göre, “Türk, Hıristiyan milletlere zorla boyunduruk geçirmiş, her türlü medenî vasıf ve kabiliyetten yoksun, aşağı sınıftan bir insandır, atının ayak bastığı yerde ot bitmez; uygarlık düşmanı, kötülük kaynağıdır ve medenî milletler arasında onun yeri yoktur.” İngiliz başbakanı Gladstone, “Dünya yüzünden Türklerin kötülüklerini kaldırmanın bir tek çaresi vardır ki, o da dünya yüzünden kendi vücutlarının kaldırılmasıdır” demekten kendini alamamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk milletine karşı takınılan tavır yüzyıllardan beri beslenen bu düşüncelerin eseri olmuştur.
Bu iddialara ilâveten, XX. yüzyılın ilk yarısının sonlarına kadar batılı araştırmacılar Türklerle Moğolları birbirinden farklı düşünmemişlerdir. Batılı araştırmacıların, Türklerle Moğolları aynı ırkın mensubuymuş gibi kabul etmelerinin nedeni, her iki milleti de sarı ırka mensup görmelerinden kaynaklanmıştır. Bu düşüncenin sonucunda Moğollar tarafından yapılan katliamların tamamı Türklere mal edilmiştir. Türkler medeniyet düşmanı kan içici insanlar olarak gösterilmiştir. Moğol katliamlarından en fazla etkilenen ve acı çeken millet Türkler olmasına rağmen, Batılılar tarafından kendi milletlerini katleden bir duruma düşürülmüşlerdir. Halbuki Batılar bu katliamlara ne maruz kalmışlar ne de Moğollarla karşılaşmışlardır. Sadece doğudan gelen korkunç haberler karşısında korkmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Çünkü Moğollar hiç bir zaman Orta Avrupa’dan öteye geçmemişlerdir. Mustafa Kemal bu iddia ve saldırılara bir cevap verilmesini istemiştir. Bu yüzden Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin ilk üzerinde durdukları mesele Türklerin ve Moğolların ayrı birer ırk olduğunu ispatlamak olmuştur.
c. Anadolu Üzerindeki Hak İddiaları
Anadolu üzerindeki hak iddialarının kaynağı 1071 tarihinde Anadolu kapılarının Türklere açılmasıyla başlamıştır. Türkler önce Anadolu, ardından Trakya, Balkanlar ve tüm Orta Avrupa’yı ele geçirmişlerdi. Özellikle Türklerin İstanbul’u fethiyle başlayan korkular, Viyana’yı kuşatmasıyla en üst noktasına tırmanmıştı. Batı için Türkler mutlaka durdurulması gereken bir güç halini almışlardı. Batı bu fırsatı 1683’teki II. Viyana bozgunuyla yakaladı. 1683 zaferi Türklere karşı kazanılmış sıradan bir askerî başarı değildi. Türklere karşı elde edilen başarı, bir halkası günümüze kadar gelen Şark Meselesi’nin de en önemli halkasını oluşturmaktaydı. Şark Meselesi dahilinde hazırlanan plana göre, Türkler önce Avrupa’dan, ardından Balkanlardan atılacak, İstanbul alınarak kadim Bizans yeniden tesis edilecek, daha sonra ise Türkler bütün Anadolu’dan kovularak geldikleri yere yani Orta Asya’ya gönderilecekti. Bu plan her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılmış ve tavizsiz bir biçimde uygulamaya konulmuştur.
Şark Meselesi’nin bir parçası da Yunan Devleti’nin kurulmasıdır. Kurulan yeni devlet hemen Anadolu ve İstanbul üzerinde hak talep etmeye başlamıştır. Yunanlılar, Anadolu üzerindeki hak iddialarında tarihi kullanmışlar ve eski Grek ve Bizans’ın kültürel varisi olduklarını iddia etmişlerdir. Batı’da yapılan araştırmalarla da Yunanlılar desteklenmiştir. Türkiye’de eski Anadolu medeniyetlerini araştıran bir kurum olmadığından Yunanlıların iddialarına yeterli cevap verilememiştir. Bu nedenle Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren eski Anadolu medeniyetleri araştırılmış ve önemli başarılar elde edilmiştir.
Yunanlılardan sonra Anadolu üzerinde hak talep eden ikinci millet ise Ermeniler olmuştur. Ermeniler Doğu Anadolu Bölgesi’nin kendi toprakları olduğunu iddia ediyor, bunu ispat etmek için bir takım tarihi deliller öne sürüyorlardı.
Gerek Yunanlılar gerekse Ermeniler hedeflerine ulaşabilmek için son noktayı Sevr Antlaşması ile koymak istemişlerdir. Ancak Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi ile emellerine ulaşamamışlardır. Tam tersine Anadolu’nun Türk yurdu olduğu ve öyle kalacağı Lozan’da tüm dünyaya kabul ettirilmiştir.
2. Millî Şuur ve Millî Tarih Oluşturma Gerekliliği
Cumhuriyet Türkiyesi’nin milli bir sınırı vardı. Ancak halkın büyük kısmında milli bir düşünce yapısından söz etmek mümkün değildi. Osmanlı Devleti’nde millet kavramı dini topluluklara karşılık gelmekte ve herhangi bir etnik anlam taşımamaktaydı. Savaşlardan yeni çıkmış, o zamana kadar imparatorluk bünyesinde yaşamış, kendini milliyetinden önce diniyle tanımlayan bir millete, milli bir kimlik kazandırmak ve Anadolu’nun vatan olduğunu, geçmişin fetihçi anlayışının terk edildiğinin anlatılması lazımdı. Bu yeni durum halka en iyi tarih kullanılarak anlatılabilirdi. Bu yüzden Türk milli temeline dayanan üniter bir yapılanmayı kabul ettirmek ve benimsetmek işlevini tarih üstlendi. Bu işlevin ne denli zor olduğunu anlamak için dönemin aydınlarının imparatorluk ve milli devlet kavramlarından ne anladığına bakmak yeterlidir. Konuyla ilgili olarak Falih Rıfkı şunları yazmıştır; “Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:—Ne hacet, dedi, İstanbul’u da size verelim. Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u, Girid’i ve Medineyi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.” O, devletin küçülmesiyle ilgili olarak bunları düşünürken milli bilinç ve milliyetçilik konusunda daha sert ifadeler kullanır. Arapların dahi Türklerden önce Araplık bilincine ulaştıklarını buna karşın Türklerin hâlâ bu bilinçten yoksun olduğunu ifade eder. Onun Osmanlı Devleti hakkındaki düşünceleri ise şöyledir: “İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memeleri sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.” Görüldüğü gibi o devletin bir nevi sömürge olduğundan yakınmaktadır. Aynı tespit Balkanlar için de geçerlidir. XX. yüzyıl başlarında bir çok Türk Arnavut milliyetçiliği rüzgârına kendisini kaptırarak kendisini Arnavut olarak nitelemiştir. Bu gelişmelere bizzat şahit olan son dönem Osmanlı aydınları, halka milliyetçilik şuurunun verilmesini gerekli görüyorlardı. Çünkü devlete bağlı bütün azınlıklar milli şuura erişerek bağımsızlıklarını elde etmişlerdi. Türkler ise kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor ve milliyetlerinden bahsetmiyorlardı. Bu ümmetçi anlayışın bir an evvel yıkılarak Türk kimliğinin oluşturulması acilen gerekliydi.
3. Cumhuriyet Öncesi Tarih Araştırmalarının Yetersizliği
Cumhuriyet öncesinde tarih yazıcılığı vakaların günü gününe kayıtlarından ibaret olup, bu yazın türünde herhangi bir yorum ve eleştiriye rastlamak mümkün değildir. Anlatılan olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kurulmamış, yorum yapılmamış, olaylar eleştirilmemiş, yararlanılan kaynaklar gösterilmemiştir. Eserler nakilci-hikâyeci tarzda kaleme alınmışlardır. Gerek devletin maaşlı memurları olan vakanüvisler, gerekse özel tarih yazarları bu kalıpların dışına pek çıkmamışlardır. Resmi tarih kayıtlarının yanında sadece bir sefer veya olayın konu edildiği eserler de yine aynı metotla kaleme alınmıştır. Bu eserlerin hemen hemen tamamında yöneticiler tarafından verilen her karardan övgüyle bahsedilmiş ve kimi zaman üzücü hadiseler yazarlar tarafından görmezlikten gelinebilmiştir.
Cumhuriyet öncesi tarih yazarlarını iki grupta ele almak mümkündür. Birinci gurupta yer alanlar velinimetleri kabul ettikleri insanları yüceltmişler, bu nedenle bir çok olumsuz olayı görmezlikten gelerek eserlerine dahil etmemişlerdir. İkinci guruptaki yazarlar ise elitler arası politik mücadeleleri kaybetmiş kişilerden oluşmuştur. Bu guruptakiler iktidar yolunu kendilerine tekrar açmak veya hiç değilse politik mücadeleyi kazananların gücünü kırmak amacıyla taraflı ve karanlık politik çürüme öyküleri yazmışlardır. Bu nedenle yazılanların çoğu zaman sorgulanması gerekmiştir.
Yazarların kullandıkları metot eksikliği ve kişisel zaafları yanında, kaleme alınan eserlerin büyük bölümünde Türk tarihine ilişkin her hangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. Eserler ya Osmanlı hanedanının ilk padişahı Osman’la başlamış ya da Osmanlı tarihi İslâm tarihinin bir bölümü olarak kaleme alınmıştır.
Bu eserlerde İslâm öncesi Türk tarihi ile ilgili herhangi bir bölümün olmaması, Türk tarihinin Osmanlı tarihi ile sınırlı olduğu gibi bir izlenimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarına gelindiğinde İslâm öncesi Türk tarihine ait bilinenler yok denecek kadar azdı. Buna ilaveten yazılan tarihlerde milliyet bilinci yer almadığı gibi daha ziyade ümmet temeli işlenmişti. Mustafa Kemal bu tarih yazıcılığındaki büyük eksikliği dikkate alarak milli bir tarih yazma sürecinin de başlatılması gerekliliğine inanıyordu. Bu nedenle dikkatini İslâmiyet öncesi Türk tarihine yöneltmiş ve Türk Tarih Tezi ortaya atılarak bu konuda önemli gelişmeler sağlanmıştır.
B. Atatürk’ün Tarih Anlayışı
1. Tarih Araştırma Programı
Mustafa Kemal’in tarihe olan ilgisi onun kendi ifadesine göre, okul yıllarına kadar uzanır. Çanakkale cephesinde üstlendiği görevleri içeren “Arıburnu Muharebeleri Raporu” adlı eserinin ilk kelimesi tarihtir. O eserini gelecek kuşaklara doğru bilgi aktarmak için kaleme aldığını belirtmiştir. Yaptığı inkılâpları halka ve meclise anlatmak için sık sık tarihin tanıklığına başvurmuş ve bu sayede muhaliflerini iknâ etmiştir. Tarihe olan ilgisi ve verdiği değer kendisine fahri profesörlük verileceği zaman somut olarak ortaya çıkmıştır. İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Müderrisler Meclisinin kararı ile kendisine 1923’te Fahrî Edebiyat Profesörlüğü takdim edileceği zaman, edebiyattan ziyade tarihle daha çok ilgilendiğini belirterek profesörlük beratının tarihe ait olmasını istemiştir.
Atatürk hem ilgi duyduğu bir alanda gerçeklerin gün ışığına çıkarılmasına yardımcı olmak hem de Türklere yapılan saldırılara karşı koymak amacıyla aşağıda yer alan sorulara cevap verilmesini istemiştir.
1- Türkiye’nin en eski yerli halkları kimdi?
2- Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?
3- Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetindeki yeri nedir?
4- Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lazımdır.
5- İslâm tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?
I. Türk Tarih Kongresi’nin önsözünde Türk tarihçilerinin onun çizdiği anahatlar üzerinde çalışmalar yaptığına vurgu yapılmış ve kongrede yukarıdaki sorulara cevap aranmıştır. Sonuçta ortaya Türk tarih tezi çıkmıştır. Sonuçları bugün dahi tartışma konusu olan Türk tarih tezi, Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki en önemli iddia olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Atatürk yapılan çalışmaları yakından izlemiş, devletin bütün imkanlarından tarihçilerin yararlanmasını sağlamıştır. Özellikle büyük para ve emek isteyen kazılar ve kazıların buluntuları ile yakından ilgilenmiştir.
Mustafa Kemal Türk tarihçilerine nasıl çalışacaklarına dair yol da göstermiştir. Atatürk’ün Türk Tarih Kurumuna verdiği plan şöyledir: “Türk ve Türkiye tarihi kronolojik sıraya göre incelenecek, Türk milletinin çeşitli coğrafi bölgelerde kurdukları devletlerin siyasi ve askeri hakimiyetlerinin durumu tespit edilecektir. Daha sonra bu devletlerin tarihleri aşağıdaki şemaya dayanılarak ortaya çıkarılacaktır”.
1- Devlet Hayatı
a- Devletin şekli, dayandığı anayasa, devlet başkanının hak ve görevleri.
b- Parlamento seçim kanunları, hak ve yetkileri.
c- Hükümet teşkilî ve bakanlar kurulunun kanunî yetkileri.
d- İdari sistem ve kuruluşların işleme düzeni.
e- Ordu teşkilâtının esasları.
f- Yargı organları ve işleme tarzı.
g- Mali sistem.
2- Ekonomik Hayat
a- Üretim, tarım ve ağaç ürünleri.
b- Her çeşit endüstri.
c- Yollar ve ulaşım araçları.
d- İç ve dış ticaret.
3- Fikrî Hayat
a- Dini inanış ve kuruluşlar.
b- Aile düzeni.
c- Örf ve adetler.
d- Müspet ilimlerin bütün dalları.
e- Güzel sanatlar.
Bu konulara ek olarak her konu üzerinde çalışanlara, “Türklerin Medeniyete Hizmetleri” başlığı altında çalışmalar yapmalarını önermiştir. Onun Yalova’da 1930 yılında Türk tarihçileriyle yaptığı toplantılara hazırlanırken Afet İnan’a dikte ettirdiği sorular sadece Türk değil, dünya tarihçilerinin de cevap vermesi gereken sorulardır. Atatürk bu sorulara verilecek cevapların neler olabileceği konusunda da çalışmalar yaparak tarihçilere yol göstermiştir. Başlıca soruları şunlar idi:
1- İnsanların tarihten alabilecekleri mühim dikkat ve intibah dersleri neler olmalıdır? Bugünün hâdiselerinden birini izaha medar olacak tarihî bir nokta-i nazar söyleyebilir misiniz?
2- Tarihî hâdiselerin âmilleri nelerdir? Bu âmillerden sizce en ehemmiyetlisi hangisidir?
3- İnsanların nereden ve nasıl geldikleri hakkında, beşeriyetin bugünkü umumî telâkkisine yaraşabilecek esas ne olabilir?
4- Medeniyet ne demektir?
5- Bu işleri bütün dünya ve beşeriyette ilk yapmış ve yaymış olan insanlar hangi ırktandır? Bu ırkın ilk yurdu neresidir?
Diğer bilim dalları gibi tarihin de bir araştırma metodu olmalıydı. İşte o metodun temeli elde edilen her türlü bulgu ve belgeydi. Tarih belgeye dayandığı müddetçe doğru olabilirdi. Nitekim, kendisinin yazılmasını emrettiği Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eserin ilk baskısını tamamlandıktan sonra okumuş, özellikle belge ve güvenilir kaynaklardan yeterince yararlanılmadığı için beğenmemiştir. Eseri yeniden yazılması için araştırıcılara geri göndermiş ve her konuyu sahasında uzman olanların yazmasını istemiştir. Eser belge ve kaynaklardan faydalanılarak yeniden yazılmış ve ancak o zaman Atatürk’ün beğenisi kazanılmıştır. O, tarihle yüzeysel olarak ilgilenenlere itibar etmemiştir. Bu nedenle her olayın olduğu gibi yazılmasını istemiştir. Nutuk’un belgelere dayanması için sarf ettiği gayret ile tarihin vesikaya dayanması gerekliliğine olan inancını bizzat pratiğe aktarmıştır. Tarihte ondan önce de bu tür büyük tarihler yazdırma ve yazma teşebbüsü olmuştur. Ancak onların hiç biri Atatürk çapında bir eser vücuda getirememişlerdir. Çünkü vesikaya istenilen oranda itibar etmemişlerdir. Onun bu konuda Türk tarihçilerine yol gösteren sözleri bu düşüncelerinin somutlaşmış ifadeleridir:
“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nâdim olmaktan ise hiçbir eser vücuda getirmemek aczini itiraf etmek evladır. Biz tarih yazarken bizzat fiiller ve hadiseler sahibi arayan adamlarız. Ve eğer bunları bulamazsak meçhulü ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. Aport yaratmayalım. Bizim mesleğimiz bu değildir. Biz daima hakikat arayan ve buldukça bulduğumuza kani oldukça cüret gösteren adamlarız”. “Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi inisiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız.” “Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim.” “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”
Görüldüğü gibi Atatürk’ün önemle üzerinde durduğu ilk husus, tarihin belgeye dayalı olarak doğru yazılmasıdır. İşaret ettiği ikinci husus tarihçinin vesikayı kullanırken kendi inisiyatifini kullanması ve milli bir çerçeveden olaya bakmasıdır. Son husus ise eğer konuyla ilgili belge bulunamazsa bunun açıkça itiraf edilmesinden çekinilmemesidir.