ATATÜRK’E GÖRE EĞİTİMİMİZ NEDEN GELİŞEMİYOR?
1. Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır
“Bu memlekette eskiden beri bilgisizlik devam ediyor. Eski idareler, bu bilgisizliği devam ettirmeyi kendi devamları için gerekli görüyorlardı. Bu memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lâzımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur.”
Atatürk’ün bu teşhisi, Namık Kemal’in bir görüşünü hatırlatıyor. O da şöyle yazmıştı: “Devletin en sevindiği şey bilgisizliktir.”
Atatürk’ün, bilgisizlik ve bunun zararları konusunda yaptığı bazı gözlemlerine daha göz atalım:
“Milleti yüzyıllarca başkalarının hırs ve faydalanma aracı kılan en büyük düşmanı bilgisizliktir. Milleti yüzyıllarca kendi benliğine sahip yapmayan, milleti yüzyıllarca kendi hakkında ihtiyatsız bulunduran hep bu bilgisizliktir. Hükümdarların, şunun bunun milleti esir gibi, köle gibi kullanmaları, bütün vatanı kendi öz arazileri gibi saymaları hep milletin bu bilgisizliğinden istifade edilmek sayesinde idi. Gerçek kurtuluşu istiyorsak, her şeyden önce, bütün kuvvetimiz, bütün süratimizle bu bilgisizliği yok etmeye mecburuz. Burada bilgisizliği yalnız okuyup yazmak manasına almıyoruz…”
“Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören hakikî âlimler çıkar.”
“Bu memleketin asıl sahibi ve toplumumuzun esas unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır.”
“Bir milletin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni okuma yazma bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lâzımdır.”
2. Eğitim öğretim yöntemlerimiz uygun değildir.
Atatürk, öğrencilik hayatında, baskıya - kısmen serbestiye dayanan, pasif - etkin, nakilci (ve ezberci) - deneyci, akılcı eğitim ve öğretim yöntemlerini bizzat yaşamış, Türk çocuklarının, gençlerinin yüzyıllardır nasıl yetiştirildiklerini ve bunun ne gibi sonuçlar verdiğini incelemiş, gözlemiştir.
Mustafa Kemal, ilk defa, geleneksel ve basit bir öğretim yapan mahalle mektebinde öğrenimine başlamış, birkaç gün sonra buradan ayrılıp Şemsi Efendinin yeni yöntemlere göre öğretim yapan okuluna gitmiştir. O, ilk gittiği ve geleneksel usullerin uygulandığı mahalle mektebini sevmemiştir. Yıllar sonra, subay olarak Selanik’te bulunduğu sırada her iki okulu da ziyaret etmiş, ilk gittiği mahalle mektebinin kapısında kocaman bir kilit görünce, “kapanması isabet olmuş” demiştir.
Şemsi Efendinin yeni pedagoji yöntemlerine göre eğitim öğretim yapan ilkokulunda ve daha sonraki askerî okullarda ise Mustafa Kemal çok iyi yetişmiştir. O, özellikle Şemsi Efendinin okulunda, yeni yöntemlerin ve hecelemede yenilik yapılarak sesleri ve kelimeleri okuma yöntemine geçilmesinin öğrencileri güçlüklerden kurtardığını görmüş, O’nda yıllar sonra alfabe değişikliği fikri ve uygulamasında kanımca bunun da etkisi olmuştur.
Mustafa Kemal, ilkokuldan sonra önce Selânikte Mülkî (Sivil) Rüştiye’ye girmiş, burada Matematik öğretmeni ve müdür yardımcısı Hüseyin Efendi O’nu haksız yere dövmüş, vücudunu kan içinde bırakmıştır. Olay, bir disiplinsizlik olayı idi ve Mustafa Kemal’in suçu yoktu. Annesi Zübeyde Hanım, “o senin hocandır, dövebilir” diye teselli etmeye çalışmasına rağmen Mustafa Kemal haksız yere öğretmeninden bile dayak yemeyi hazmedemiyordu. O, öğrencilerin, insanların dayağa maruz kalmasını insanlık haysiyet ve onuruna yediremiyordu. Nitekim bu olaydan sonra o okuldan ayrılıp Askerî Rüştiye’ye kaydoldu.
Bütün bu acı-tatlı tecrübelerden, gözlemler ve incelemelerden sonra Atatürk Temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi’de, öğretmenlerimizin önünde, Türk eğitim tarihinin en önemli teşhislerinden birini yapmıştır:
“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin, milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir âmil (etkili sebep) olduğu kanaatindeyim.”
3. Çocuklarımız üzerinde ailenin baskısı vardır
Atatürk, ailelerin çocuklar hakkında yanlış bir tutumuna da ana babaların dikkatini çeker:
“Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var: Çocuklarını söyletmez ve dinlemezler, zavallılar lafa karışınca, “sen büyüklerin konuşmasına karışma” der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket...”
4. Bir milletin yükselmesi de, alçalması da eğitiminin millî olup olmaması ile ilgilidir. Bizim eğitimimiz ise millî değildir.
Atatürk, Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şu çok önemli teşhis ve tesbitte bulunur:
“Terbiyedir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa terkeder. “
“(...) Yeryüzünde üç yüz milyondan fazla islâm vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlâk almaktadırlar. Ne yazık, gerçek şu ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri, şunun veya bunun kölelik ve horlanma zincirleri altındadır. Aldıkları manevî terbiye ve ahlâk onlara bu kölelik zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini vermemiştir, veremiyor. Çünkü terbiyelerinin amacı millî değildir. “
Atatürk, yine aynı konuşmasında şunları söylemiştir:
“Mazide, yüzyıllarca süren Türk devletlerinin devirlerine dikkat ediniz. Türk, kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş, nereden geldiği belirsiz bir takım başkanların şuursuz vasıtası olmak durumuna düşmüştür. Türk milleti kendi benliğini, kendi dimağını, kendi ruhunu unutur gibi olmuş ve mevcudiyetiyle, neticesi hor görülüş, esaret olan, karşılıksız köle olmaya giden alçak bir amaca doğru sürüklenmiştir. Millet, ne yazık ki, bu dalgınlık halini çok sürdürdü, bu yüzden de her türlü yoksulluklara ve olumsuz durumlara katlanmalara uğramaktan kendini kurtaramadı. Bütün bu başeğmeleri, aldığı milli olmayan eğitimin kaçınılmaz gereği olduğunu farketmeksizin, sağlam bir terbiyenin etkisi olduğu kanısıyla uyguluyordu. Terbiyenin esası, terbiyenin amacı ve mahiyeti ne büyüktür. “
Atatürk’e göre, millî olmayan eğitimimiz, yüzyıllardır süren felâketlerimizin temel sebeplerindendir. Balkanların elimizden çıkma sebebi de, buradaki toplumların dil kurumları ve eğitimleri ile millî şuurlarının uyandırılmış olmasıdır.
5. İstikrarlı eğitim politikamız yoktur.
Atatürk, Osmanlı eğitiminin son dönemleri için 1923’te şu teşhis ve tesbitte bulunmuştur:
“Her Maarif Nazırının, Vekilinin birer programı vardı. Memleketin maarifinde, çeşitli programların uygulanması yüzünden öğretim berbat bir hale gelmiştir. “
Ocak 1923’te Eskişehir’de bir maarif müdürü ile konuşan Atatürk, sonra şu açıklamayı yapmıştır:
“Bu, yirmi otuz yıllık maarif müdürü memleketimizin çeşitli yerlerini dolaşmış, dediklerine göre, birbirine zıt bir çok programlar almış, uygulamış ve uygulattırmıştır. Çünkü hükümet başına gelen her Nazır, kendine göre bir program yapıyor, onu tamim ediyor, uygulamaya çalışıyor. Bir müddet sonra başka bir Nazır geliyor, onu beğenmiyor, başka bir program uygulatıyor.”
6. Eğitimimizin amacı, kendini, hayatı bilmeyen, her konuda yüzeysel
bilgi sahibi, tüketici insan yetiştirmek olmuştur.
Atatürk, her Maarif Nazırının başka bir program uygulattığını söyledikten sonra der ki:
“Bütün bu uygulama ve programlar ne veriyordu? Çok bilmiş, çok öğrenmiş bir takım insanlar... Ama neyi bilmiş? Bir takım nazariyatı bilmiş! Fakat neyi bilmemiş? Kendini bilmemiş, hayatını, ihtiyacını bilmemiş, yaşamak için lâzım olan herşeyi bilmemiş ve aç kalmış! İşte, bu öğrenim tarzının uğursuz sonucu olarak denilebilir ki, memlekette aydın olmak demek, çok bilmiş olmak demektir, sefalete ve fakirliğe mahkûm olmak demektir. “
KAYNAK: Prof. Dr. Yahya Akyüz
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987