• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Atatürk’ün Öğretmen Kişiliği

wien06

V.I.P
V.I.P
ATATÜRK’ÜN ÖĞRETİCİ KİŞİLİĞİ VE EĞİTİM UYGULAYICISI OLUŞU


Atatürk neden bir öğretmen ve eğitim uygulayıcısıdır?
Çünkü o, bir Devlet kurucusu ve Cumhurbaşkanıdır
.
İlk eğitim bilincimiz Fârâbî (870-950), devlet başkanının milletin eğitimcisi olması gerektiğini, onun öğrenme ve öğretmeyi sevmesini, her şeyi kolayca öğretmesini bilmesi gerektiğini söylemişti. İşte Atatürk, tarihimizde pek çok yöneticinin ihmal ettiği bu eğitimcilik görevini en iyi biçimde üstlenmiş, daha sonraki devlet adamlarına da izlemeleri gereken bir örnek olmuştur.

Atatürk, I. Dünya Savaşı yıllarından başlayarak çeşitli vesilelerle öğretmenlere, halka seslenmiş ve eğitimle ilgili konuşmalar yapmıştır. O ayrıca, her zaman okulları ziyarete, derslere girip öğretmenleri izleme ve onlara sorular sormaya, böylece onları bireysel olarak aydınlatmaya da önem vermiştir.

Atatürk, belki de, eğitimin, öğretmenin önemini en iyi anlamış ve anlatmış devlet adamı, devlet kurucusudur. 1921 Temmuzunda, Sakarya Savaşından az önce, bir ara cepheden Ankara’ya dönerek öğretmenlerden oluşan Maarif Kongresini açması ve orada çok önemli bir konuşma yapması bunu kanıtlar. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi bu olay için şunları yazmıştır: “Mustafa Kemal Paşa, üçüncü Yunan taarruzunun en ateşli zamanında muallim ordusunun müstakbel (gelecekteki) vazifesiyle meşgul bulunuyor. Bu necip ve ulvî misal (asil ve yüce örnek) Türk tarihinin misli ender bulunan kıymetli hatıralarından biri olacaktır.” Kuşkusuz, bu dünya tarihinde de benzeri bulunmayan bir örnektir.

Atatürk 1936’larda Florya köşkündeki toplantılardan birinde, Behçet Kemal Çağlar’a dönerek, “sen çabuk şiir yazarsın, şu içerideki odaya çekil, bende hangi nitelikleri görüyorsan hepsini anlatan bir şiir yaz” emrini verdi. Şair, istenileni yaptı, yarım saat sonra uzun bir şiirle geldi. Atatürk, “oku bakalım” dedi. Şair mısralarını canlı ve hakkını vererek okudu. Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri, devrimleri birbir dile getirilmişti. Fakat Atatürk, “olmamış dedi, benim asıl bir niteliğim var ki onu hiç yazmamışsın”. Herkes şaşırmıştı. Bu yazılmayan niteliği ne olabilirdi? Atatürk, dinleyenleri fazla bekletmeden, “benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir, dedi. Ben milletimin öğretmeniyim, bunu yazmamışsın”.

Atatürk gerçekten Kurtuluş Savaşı ve inkılâplarını hep bu sabırlı, ikna edici, güven verici “öğretmenliği” sayesinde başarmıştı.

İstiklâl Savaşı zaferle sona erdikten sonra, kendisine, “işte memleketi kurtardınız, şimdi ne yapmak istersiniz?” diye bir soru yöneltilince, Atatürk şu cevabı vermiştir:

“Eğitim Bakanı olarak millî irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir. “

O, her zaman okul programları ve kitapları ile ilgilenir, bunları gözden geçirirdi.

Atatürk’ün Başöğretmen unvanı ile yeni Türk harflerini halka öğretmek için giriştiği çabalar da onun gerçek bir öğretmen, tüm Türk milletinin öğretmeni olduğunu ortaya koymaktadır. O, bu yoldaki çalışmalarını Tekirdağ’dan başlayarak Bursa, Çanakkale, Sinop, Samsun, Amasya, Turhal, Tokat, Sivas, Şarkışla, Kayseri vb. kentlerde sürdürdü. O’nun halka verdiği alfabe derslerinin her birinde öğretmenlik sanatının incelikleri görülür. Örneğin 15 Eylül 1928’de Sinopta bir okulun bahçesinde halka kara tahtada verdiği derse bakalım. Atatürk önce öğretmenlere, ardından memurlara sonra da halktan bazılarına sesli ve sessiz harfleri öğretti. Bir ara, karşısında duran bir adamı çağırdı.

- Adın ne? Ne iş yaparsın?
- Bekir, Arabacıyım, Paşam.
- Okuman yazman var mı?
- Yok Paşam, senden öğrenmeye geldim.

Elli yaşlarında olan bu adama Atatürk önce A, O, Ö, U, Ü harflerini okuyup yazmasını, sonra da T harfini öğretti. Sonra At ve Ot yazdı. Bekir Ağa heceledi, sonra okudu. Atatürk memnundu. “Bu millet üç ay içinde okuyacak ve yazacak” dedi. Bu olay Atatürk’ün inanılmaz öğretme yeteneğini kanıtladığı kadar, bu anıyı bize ulaştıranın belirtmediği başka büyük bir gerçeği de ortaya koyuyor. Bu, “görevsel (fonksiyonel) eğitim” denen ve kısaca, kişinin kendi işi, mesleği, uğraşı alanı ile ilgili konulardan başlayarak dil ve okuma yazma öğrenmesi diye tanımlanan ve son 20-30 yıldır çeşitli ülkelerde ve Unesko tarafından üzerinde durulan bir yöntemin Atatürk tarafından yıllar önce bizzat uygulandığı gerçeğidir...

Okulları ziyarete büyük önem veren Atatürk, birçok öğretmenin dersine girmiş, kendisi ders anlatmış, anlatılan dersleri dinlemiş, öğretmenlere, öğrencilere sorular sormuş, kendisi açıklamalar yapmıştır.

-------------------------------------------

Atatürk Kayseri Lisesinde, Abdullah Efendi adında bir Fizik öğretmeninin dersine girmiştir. Öğretmen, sanki sınıfta Atatürk ve arkadaşları yokmuş gibi, son derece tabiî şekilde dersine devam eder. Bir ara Atatürk, kara tahtanın önünde durunca, öğretmen, “Paşam biraz çekilin, çocuklar tahtayı göremiyorlar” der. Atatürk büyük bir hayranlık, arkadaşları büyük bir şaşkınlık içindedirler... Zil çalıncaya kadar Abdullah Efendi dersine devam eder. Demek ki, o, dersinde dersten başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir öğretmendi. Dershaneyi bir mabet, dersi bir ibadet gibi gören öğretmen! İşte Atatürk, öğretmen Abdullah Efendiye bunun için hayran kalmıştı.

Atatürk, 1933’de Balıkesir Lisesinde Tarih öğretmeni Kâmil Su’nun dersine girmiştir. Merhum Su, bu değerli anısını yayınlamıştır. Kendisinden de dinlemiştim. Dersten sonra müdürün odasında Atatürk öğretmenlere, destan kahramanı Oğuz Han’a tekabül eden Türk hükümdarı Mete ile ilgili bir olayı anlatır. Çin kaynaklarında yer alan bu olay özetle şöyledir:

Mete, babasının yerine geçince, komşu devlet reislerinden biri elçi göndererek ondan çok sevdiği ve çok hızlı koşan atını ister. Mete’nin kurultayı toplanır; üyeler bu onur kinci isteğin reddedilmesini, gerekirse savaşılmasını önerirler. Fakat Mete, “nasıl olur da bir atı komşu bir devletten daha değerli tutabiliriz” diyerek atını verir.

Bir süre sonra elçi yine gelir ve Mete’nin kansını ister. Yine derhal savaşmayı öneren Kurultay üyelerine Mete, “nasıl olur da bir kadını komşu devletten üstün tutabilirim” diyerek karısını da verir.

Mete’nin korktuğunu ve kendisinin her istediğini ele geçireceğini sanan komşu hükümdar bu kez sınırda kimsenin oturmadığı çorak bir araziyi ister. Kurultay üyeleri, at ve hatun gittikten sonra, küçük, önemsiz, yararsız bir parça toprağın verilmesinde sakınca görmezler. Ama Mete bu kez de onlar gibi düşünmez. “Toprak devletin temeli, milletin malıdır” diyerek, Kurultay üyelerinin başını kestirir ve komşu devletle savaşır, büyük bir zafer kazanır...


Kâmil Su, “Atatürk bu olayı öylesine tatlı, çekici bir ifade ile anlatmıştı ki, hepimiz O’nu büyük bir hayranlıkla dinlemiştik” der.

Bu olayda Mete’nin tutumundan çıkarılması gereken esas sonuç, kanımızca, bu büyük Türk hükümdarının devlet yönetiminde son derece akılcı davrandığı, savaştan ve kan dökülmesinden mümkün olduğu ölçüde kaçındığı, savaşa ancak gerçek millî davalar için ve başka yol kalmadığı zaman başvurduğudur. Atatürk de devlet yönetiminde aynı anlayışa sahipti ve O’nun bu olayı öğretmenlere anlatmasının anlamı büyüktür.

Bu anıların ne kadar önemli ve öğretici olduğu görülüyor. Bunlar gibi daha çok sayıda yayınlanmış ya da yayınlanmamış anıları biraraya getirip yayınlamak şüphesiz öğretmenlerimize çok yararlar sağlayan, kalıcı bir çalışma olacaktır.

SONUÇ:

Atatürk’ün öğretmenlere ve hepimize verdiği görevleri, eğitime gösterdiği amaçları her an hatırımızda tutmamız gerekir. Bunlar akılcı, insancıl, çağdaş, millî bir Türk eğitiminin temel ilkeleridir. Onları unutup savsakladığımız zaman, büyük zararlar göreceğimizde hiç kuşku yoktur. Onları içtenlikle, gereği gibi uyguladığımız zaman ise milletimizin gelişme ve yükselmesi kesinlikle gerçekleşecektir.

Bu nedenle, O’nun eğitimle ilgili gözlem ve teşhislerini, öneri ve isteklerini tekrar tekrar okumak, iyice öğrenmek ve onların gösterdiği doğrultuda hareket etmek, başta öğretmenler, eğitimciler, öğrenciler, devlet adamları olmak üzere herkesin görevidir. Bunu yaparken de çoğu kez yorumlardan kaçınmalıdır. Çünkü Atatürk düşüncelerini çok açık ve anlaşılır biçimde ortaya koymuştur. O’nu doğrudan kendi düşüncelerinden tanımak son derece öğretici ve zevklidir.




KAYNAK: Prof. Dr. Yahya Akyüz
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987
 
Top Bottom