Ayaklar Baş Olunca
Kütlelerin Gelişi
Kütlelerden kasıt siyasî değildir. Kütle tabiri ile kamu hayatı, entelektüel, ahlâkî, iktisadî, dinî hayat, tüm örf ve âdetleri kapsayan sosyal hayat ve bu hayatı yaşayan insan topluluğu akla gelmelidir. Kümeleşme ve dolulaşma ile ivme kazanan öyle bir hayat sahneye çıktı ki; şehirler, evler, lokanta ve kahveler, cadde ve sokaklar müthiş bir insan istilasına uğradı. Bu insanlar daha önce yok muydu? Elbette vardı, fakat hem hiç bu kadar çok olmamıştı, hem de böylesine tek tip ve sıradan değildi. Her şeyi ele geçirip kendisini unutmuş da değildi.
Kütleler ilk defa bu kadar gözle görülür hâle geldiler ve eskiden asil insana ait olan sahnenin önünde yer aldılar. Bu insanlar kullanmaya başladıkları hak ve imtiyazların bedelini ödemediklerinden, oldukça da hoyratlar. Kütle insanı, kendisine iyi veya kötü özel sahalara ait hiçbir hedef seçmeyen, kendisini herkes gibi hisseden ve bu halin kendisini düşündürmediği, herkes gibi düşünmekle kendisini mesut hisseden herkestir. Çağımızın özelliği ise eskiden asil diye bilinen vasıflarda dahi bayağılığın hakim oluşu. Artık asalet ile alelâdelik iç içe geçmiş durumda. Kendini ifade edecek gücü dahi olmayan bir takım insanlar, toplumun üst tabakalarında rahatlıkla arz-ı endam ederken, gayet nitelikli kişiliklerin de toplumun en alt tabakalarında var olma mücadelesi vermesi, hiç de şaşılacak bir hâl değil. Kütle genişleyip taşarak hayatın mahrem alanlarını ele geçiriyor ve anlamlı olan herşeyin içini boşaltıyor. Sonra da ele geçirilmemiş mahrem alanları aramaya koyuluyor.
Çağların Yüksekliği ve Hayatın Artışı
Artık devasa boyutlar çağında yaşıyoruz. Kanaat yerini ihtirasa, tevazu yerini gurura bıraktı. Eskiden ehil insanlara yakıştırılan vazifeleri artık kütleler görüyor. Ve bu işleri görürken ehillere hürmet edilmiyor. Birtakım haklara kendini lâyık görmek için artık dünyaya gelmiş olmak yeterli oluyor. Özel maharetlere bağlı haklar, kütleler tarafından "imtiyaz" yaftasıyla kirletilerek ehil insanlar ürkütüldü.
Kütle her şeyi zaten kazanılmış birer hak olarak görünce, ideallerden mahrum bir nesil ortaya çıktı. Bu nesil; maziden ilham almayı, istikbali o doğrultuda kurmayı, aldığı derslerle yolunda dikkatle yürümeyi aklından bile geçirmiyor.
Gözlerimizi dikmiş olduğumuz yüksekliklere, hedef seçtiğimiz gâyeye ulaşınca idealden yoksun bir zirveye mi vardık? "Henüz" yerini "nihayet"e mi bıraktı? Acaba gerçek mutluluk erişildiğinde gerçekleşen memnunluk değil mi? Cervantes'in dediği gibi "yol", "handan" daha mı iyi?
Kütleler maziye olan hürmetlerini yitirerek işe başladılar. Bugünün fırsatlar dünyası, gökten zembille inmişçesine köklerinden koparılarak oluşturuldu. Bu da, örnek alınacak modelden yoksun, kökleri olmayan bir hilkat garibesi meydana getirdi. Halbuki Cemil Meriç'in dediği gibi, "Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilik değildir." Mazi bize hiçbir şey fısıldamıyor ve biz bugünümüzde yapayalnızız. Birçok yönden diğer zamanların üstünde, kendi kendinin altında bir çağda yaşıyoruz.
Peki bugün ne durumda? Bu global köyde her fert kendi hayatını yaşarken tüm dünyanın hayatını yaşıyor. Çünkü eşya tesiri hissedilen yerdedir. Yaz sıcağında televizyondaki kışı solukluyor, barış anında savaşı hissediyoruz.
Daha fazla hayat, daha az zamanda yaşanıyor, Gasset'in tabiriyle; "daha az hayatı; zaman içinde daha fazla sanarak vakit geçiriyoruz." İmkânlar bolluğu içinde yüzdüğümüzü söylemeye bile gerek yok. Aynı servete sahip bu günün zengini, dünün zengininden çok daha büyük imkânlarla karşı karşıya. Dünün zengini dahi yokluklar, felâketler ve zorluklarla boğuşurdu. Bugünün zengini ise, bütün dünyayı satın alabileceğine inanıyor.
Hayat kalitesinin yükseldiği bir gerçek, fakat bu gerçek var oluşun kalitesindeki bir artış değil, kantitatif bir ilerleyiş. Kudret hissi ile güvensizlik hissinin garip bir karışımı, günümüz insanının ruhunu kaplamış durumda.
Hiçbir dönemde artmadığı kadar hızla yükselen nüfus ve ne yapacağını bilemeyen yığınlar Hayatın her kademesinde aynı sıkıntı. Günümüz insanının daha yoğun bir hayat için önüne aletler konmuş, fakat büyük tarihî görevler hatırlatılmamıştır, modern cihazların gurur ve kudreti alelacele verilmiş, fakat onların ruhu aşılanmamıştır. Bu yüzden de muhtemelen birçok meslek sırrının kaybolmasıyla sınaî, teknik kaybolacak; hayat kasılıp büzülecektir. İmkânların gerçekteki bolluğu ameli bir kıtlığa, acınacak bir iktidarsızlığa dönüşecektir.
Kütle Adamının Tahlili
Nihilizmin etkisi altına giren kütlelerin hayat standartları buna göre değişti. Gittikçe bireyselleşen hayat, birbirinden habersiz fakat hep aynı davranışı sergileyen kitleleri meydana getirdi. Önceleri lütuf olarak kabul edilip, şükran hissi uyandıran şeyler, birer hak olarak kabul edilmeye başlandı; şükran duyulacak değil, sahip olmakta ısrar edilecek haklar
Hayat dümdüz bir yol şeklinde başladı, şiddetli veya tehlikeli herhangi bir şey insanları uyarmaz oldu. Savaşlar, veba, verem gibi yollarla kitle ölümleri olmuyordu. Oysa ki; kanser, AIDS ve trafik kazaları, belki eski çağlardaki salgın ve savaşlardan daha çok can alıyor, fakat "farkındalık" gibi bir çabadan mahrum çağımız insanı, bunu yorumlamamayı tercih ediyor. Böylece hayat, esas ve kesin yönleriyle kendini yeni adama, herhangi bir "kısıtlamadan muaf" olarak takdim etti. Bir değere ulaşmanın tek yolu para olarak belirlendi. Artık her şeyin maddî ve sembolik bir bedeli var. Böylesine bir kolaylık mazinin sıradan insanına reva görülmemiştir. Önceleri zengin ve kudret sahipleri için dahi dünya; bir sefalet, güçlük ve tehlike âlemiydi.
Kendisini sosyal ve teknik açıdan mükemmel bir dünyada bulan vasatî insan, onların tabiat tarafından vücuda getirildiğini sanıyor, bu dünyanın yaradılışlarını, varolduklarını önceden farz ettiği yüksek kabiliyetli fertlerin şahsî gayretlerini asla aklına getirmiyor. Her kolaylığın önüne serilmesi, kütle adamının, önüne serilen hiçbir şeye zerre kadar dahi olsa şükran hissetmemesiyle sonuçlanıyor. Sıradan insan, şımarık bir çocuk edasıyla, kendinden başka kimsenin varolmadığına, en azından onların kendinden üstün olmadığına inanmaya başlar. Kendisi sınırlarının bitip, başkasının sınırlarının başladığı bir noktanın varlığına dahi inanmaz.
Kütle insanı etrafında bulduğu her şeye, tıpkı hava ve güneş gibi yaklaşır. Hiç kimseye bunlar için teşekkür etmediği gibi, sosyal ve teknik imkânlar için de kimseye şükran hissi duymaz.
Kütle adamı, sadece kendi refahıyla ilgilenir ve aynı zamanda, o refahı sağlayan sebeplere yabancı kalır. Medeniyetin büyük gayret ve uzak görüşlülükle meydana getirilmiş nimetlerinin külfet ve zorluğunu bilmediğinden, kendi rolünün bunları diktatörce talep etmek olduğunu zanneder.
Asil Hayat ve Alelâde Hayat
Peki asiller ile alelâde insanlar arasındaki fark nasıl belirlenebilir?
Öncelikle şunu hatırlatmak gerekiyor. Biz, dünyamızın bizden istediği ne ise öyle oluruz. Sağlam bireylerden oluşmuş hayat bize önceleri şöyle fısıldıyordu: Yaşamak, insanın kendisini sınırlı hissetmesi, bizi sınırlayanlara rıza göstermektir. Şimdi ise yeni bir ses bize şöyle fısıldıyor: Yaşamak, insanın hiçbir sınır tanımaması ve bunun neticesinde benliğini arzularına terk etmesidir.
Mümkün olmayan hiçbir şey yoktur, hiç bir şey tehlikeli değildir ve kimse kimseye üstün değildir.
Asil insan, tırmandığı hayat merdiveninin kendine neye mal olduğunu bilir. Modern kütleler ise tam hürriyeti zaten kazanılmış bir hak olarak görmektedir.
Kütle adamı kendini, kendisi dışında hiçbir otoriteye başvurmamaya alıştırır. Kendinden, olduğu haliyle memnundur. Dünyanın en tabiî bir şeyiymişçesine, kendinde bulduğu her şeyin iyi olduğuna inanır. Kanaatları, arzuları, tercih ve zevkleri kusursuzdur.
Oysa asil adam, kendi ötesinde, kendinden üstün bazı standartların yardımlarını çekinmeden kabul etmeyi bilir.
Demek oluyor ki, asalet, daima kendinden daha üstünlerine kendini adayan, ne olduğu safhasını geride bırakıp, bir görev ve mecburiyet olarak gördüğü daha ötelerdeki düzeye erişme yolundaki hayat boyu süren gayretle eş anlamlıdır. Oysa kütlelerin, kendilerine yalnızca dış zorlamalarla karşı bir reaksiyon olarak kabul ettirilenler dışında, hiçbir şekilde gayret göstermeye muktedir olmadıklarını idrak ediyoruz. Biraz sportmen olan, birkaç ufak kabiliyet gösteren, ağzı biraz lâf yapan, biraz esprili insanların günümüzde neden birdenbire sivrildikleri de böylece daha iyi anlaşılıyor.
Kütle adamları, kendi dışındakilere dikkatlerini verebilme yeteneğine sahip olmaksızın dünyaya gelirler. Medeniyetin temel prensiplerinden yoksun olan bu insanlar, medeniyet mekanizmasının çoğunu kullanmayı öğrenseler de, onu yönetecek meleke ile donanmamışlardır.
Sonuç olarak, asil insanın hususiyeti kendinden hep daha fazlasını, sıradan insanın ki ise kendinden asgariyi talep etmesi, hattâ bunu da şartların belirlemesiyle yapabilmesidir.
Çağımızın özelliği ise, öteden beri asil diye bilinen vasıflarda dahi bayağılığın hakim olmaya başlamasıdır.
Kütleler Neden Herşeye Müdahele Eder?
Kütle insanının kendini mükemmel addettiğini daha önce belirtmiştik. Asil insan ise bilgi ve hikmet denizine daldıkça kendisindeki eksiklikleri hisseder. Okuduğu her kitap on yeni kitaba göndermede bulunur, bu kısa sürede yüze çıkar ve asil insan kendinden büyük nice dev insanların var olduğunu hisseder. Bu da bilhassa mağrur değilse onun, ömrü boyunca talebe olarak yaşayacağını hissetmesi demektir. Sıradan insanın içine kapanık dünyasında kendini başkalarıyla mukayese etmesi söz konusu değildir. Kendisine olan güveni sonsuzdur.
Önüne serilen imkânlar, yüzyılların birikimi ve bilgiye ulaşma hızı sebebiyle bugün alelâde insan herhangi bir devirdeki hemcinslerinden daha zeki ve kavrama gücü daha kuvvetli. Fakat o bunun ya farkında değil, ya da belli belirsiz hissediyor. Bunu hissettiğinde ise kendini boş bir üstünlük kompleksine kaptırarak tüm alıcılarını kapatıyor. Bu yüzden içinde oluşan boşluğu da herkese kabul ettirmeye çalışıyor. Tekrar hatırlamakta yarar var; alelâde insanın problemi kendinin üstün olduğuna, bayağı olmadığına inanması değil, bayağılığını bir hak olarak ilân ve kabul ettirmesidir.
Gasset'in dediği gibi; "Bir fikir, hakikati mutlak zafere ulaştıracak hâle getirmektir. Fikirleri düzenleyecek daha yüksek bir otoriteyi, bir tartışma sırasında baş vurulacak standartları kabul etmeksizin fikirden bahsetmek yersiz.Bu standartlar, üzerlerinde kültürün kurulduğu prensiplerdir. Başvurulacak meşruiyet prensiplerinin olmadığı yerde kültür de yoktur."
İşte standartların böyle belirsiz olduğu bir arenada sıradan insan bu entelektüel boşluğu her şeye müdahale ederek doldurma cüretinde bulunur. O zaman kısıtlamalar, standartlar, nezaket, dolaylı yollar, adalet, akıl ve daha bir çok şey ne için vardı? Toplum hayatının standartları olan bu kavramlar artık entelektüellerin bile başvurmadığı şeyler
Kendinden Hoşnut Çağ
Şimdiye kadar başkalarının yönettiği alelâde insan dünyayı yönetmeye karar vermiş görünüyor. Buna karar veren kütle adamının kişilik özellikleri şöyle sıralanabilir: Hayatın kolay ve bereketli olduğuna inanan insan kendi içinde bir kudret sezer, böylece ahlâkî ve entelektüel yeteneklerinin mükemmelliğine inanır. Kendinden hoşnut olması ve başka hiçbir mercie başvurmaması, diğerlerinin mevcudiyetine dahi inanmaması ile sonuçlanır. Başkalarından alacağı bir şey yoktur ve onu kontrol edecek normlar silinmiştir. Mükemmel insan dine, sosyal gelenek veya törelere, haricî bir otoriteye niye ihtiyaç duysun ki(!)
Kendinden alabildiğince hoşnut olan çağdaş insan kendisinin avukatı, başkalarının savcısıdır. Kanal değiştirme rahatlığında arkadaşlıklarını bitirebilir ve eleştirinin yapıcı yönünü kullanma şansından mahrumdur. Kendini dinleyecek vakti bile yoktur ve hayat onun için bir samimiyetsizlik ve şakadır. Tutumları yüzeysel ve sun'idir. Olması gerekenle karşılaşmaktan korktuğundan, hep olanın devamını diler. Bu yüzden de kütle adamı düzen yerine düzensizliği, sakinlik yerine gürültüyü, ciddiyet yerine komikliği tercih eder. Gelmesi gereken nihaî dakika ne kadar gecikirse alelâde adam o kadar uzun gündemde kalacak, o kadar uzun yaşayacaktır. Akıntı ve işleri oluruna bırakma çağında yaşamamızın ve bu dönemin uzadıkça uzamasının sebebi budur.
İhtisas Barbarlığı
Kütle adamı sadece avam tabakasında görülmez. Hayatın her alanına; doktorun, öğretmenin, devlet adamının, akademisyenin arasına da sızmıştır.
Meselâ akademisyen mesleğinin dar sınırları içinde sıkışmış, her insan kadar sınırlanmıştır. Artık hayatı yorumladığında ilmî birikiminden referans alamamakta, sadece zekâ farkıyla yorum yapabilmektedir. Holistik bakış açısına sahip olmadığından kâinatı bir bütün halinde görememekte, eşyanın birbiriyle olan ilişkisini çözememektedir. İlim adamı artık bilgili fakat kültürsüzdür. Kullandığı dil meslekî jargonunun dışında avamla aynıdır. Çünkü o da okuma tecrübesinden mahrumdur. Kes yapıştır sistemiyle akedemisyen olmakta, ne kadar çok isme gönderme yaparsa o kadar güçlenmektedir. Başkalarının gölgesinde yaşayıp yükselmesi bakımından avamdan daha acınacak haldedir ve aklını başkalarının söylediklerini tekrarlamak için kullanmaktadır. Yani aklını kiraya vermiştir.
Kendi bilim dalının bir bölümünde sıkışıp kaldığından, entelektüel kaygıları amatörce heveskârlık sayarak vicdanını rahatlatmaktadır. Kendi uzmanlık alanı dışındaki tüm bilimlerin cahilidir, fakat bir yandan da bilimcidir. Sezgiyi, ruhu, dinî ve ahlâkı kapı dışarı etmiştir; uzmanlığının dışındaki alanlarda o da herkes kadar sezgileriyle hareket eder. Hattâ sezgiyi kabul etmediği için el yordamıyla hareket edip, taassupla hüküm vererek, sıradan insana göre daha çekilmez bir hâl alır.
Bu zümrenin bir kısmı enformatik cahil, bir kısmı ihtisas barbarı, bir kısmı ise dogmaların esiridir. 'Siyah-beyaz' Aristo mantığını aşamayan bu insanlar; gri düşünceyi, saçaklı mantığı ve insanlığı çözümleme isteğindeki bilim dallarını kesinlikle kabul etmezler. Onlara göre bilimler tabiat bilimlerinden ibarettir; sosyal bilimler siyah-beyaz mantığa uymadığından, bilim dahi değildirler. Kısaca günümüz geçmişteki tüm çağlardan daha fazla "bilim adamına" sahiptir, fakat çok az sayıda kültürlü insan vardır.
Bu yazıda elimizden geldiğince kütle adamını tahlil etmeye çalıştık. Bilgili fakat mütevazı, cesur fakat kibar, rasyonel fakat duygulu birer fert olmamızın yolu, ömür boyu mükemmelliği aramaktan geçiyor, olsa gerek.
(*) Bu yazı, Ortega Gasset'in, Kütlelerin İsyanı kitabından hareketle ve ondan faydalanılarak yazılmıştır.
Mutlu HAZAR
Kütlelerin Gelişi
Kütlelerden kasıt siyasî değildir. Kütle tabiri ile kamu hayatı, entelektüel, ahlâkî, iktisadî, dinî hayat, tüm örf ve âdetleri kapsayan sosyal hayat ve bu hayatı yaşayan insan topluluğu akla gelmelidir. Kümeleşme ve dolulaşma ile ivme kazanan öyle bir hayat sahneye çıktı ki; şehirler, evler, lokanta ve kahveler, cadde ve sokaklar müthiş bir insan istilasına uğradı. Bu insanlar daha önce yok muydu? Elbette vardı, fakat hem hiç bu kadar çok olmamıştı, hem de böylesine tek tip ve sıradan değildi. Her şeyi ele geçirip kendisini unutmuş da değildi.
Kütleler ilk defa bu kadar gözle görülür hâle geldiler ve eskiden asil insana ait olan sahnenin önünde yer aldılar. Bu insanlar kullanmaya başladıkları hak ve imtiyazların bedelini ödemediklerinden, oldukça da hoyratlar. Kütle insanı, kendisine iyi veya kötü özel sahalara ait hiçbir hedef seçmeyen, kendisini herkes gibi hisseden ve bu halin kendisini düşündürmediği, herkes gibi düşünmekle kendisini mesut hisseden herkestir. Çağımızın özelliği ise eskiden asil diye bilinen vasıflarda dahi bayağılığın hakim oluşu. Artık asalet ile alelâdelik iç içe geçmiş durumda. Kendini ifade edecek gücü dahi olmayan bir takım insanlar, toplumun üst tabakalarında rahatlıkla arz-ı endam ederken, gayet nitelikli kişiliklerin de toplumun en alt tabakalarında var olma mücadelesi vermesi, hiç de şaşılacak bir hâl değil. Kütle genişleyip taşarak hayatın mahrem alanlarını ele geçiriyor ve anlamlı olan herşeyin içini boşaltıyor. Sonra da ele geçirilmemiş mahrem alanları aramaya koyuluyor.
Çağların Yüksekliği ve Hayatın Artışı
Artık devasa boyutlar çağında yaşıyoruz. Kanaat yerini ihtirasa, tevazu yerini gurura bıraktı. Eskiden ehil insanlara yakıştırılan vazifeleri artık kütleler görüyor. Ve bu işleri görürken ehillere hürmet edilmiyor. Birtakım haklara kendini lâyık görmek için artık dünyaya gelmiş olmak yeterli oluyor. Özel maharetlere bağlı haklar, kütleler tarafından "imtiyaz" yaftasıyla kirletilerek ehil insanlar ürkütüldü.
Kütle her şeyi zaten kazanılmış birer hak olarak görünce, ideallerden mahrum bir nesil ortaya çıktı. Bu nesil; maziden ilham almayı, istikbali o doğrultuda kurmayı, aldığı derslerle yolunda dikkatle yürümeyi aklından bile geçirmiyor.
Gözlerimizi dikmiş olduğumuz yüksekliklere, hedef seçtiğimiz gâyeye ulaşınca idealden yoksun bir zirveye mi vardık? "Henüz" yerini "nihayet"e mi bıraktı? Acaba gerçek mutluluk erişildiğinde gerçekleşen memnunluk değil mi? Cervantes'in dediği gibi "yol", "handan" daha mı iyi?
Kütleler maziye olan hürmetlerini yitirerek işe başladılar. Bugünün fırsatlar dünyası, gökten zembille inmişçesine köklerinden koparılarak oluşturuldu. Bu da, örnek alınacak modelden yoksun, kökleri olmayan bir hilkat garibesi meydana getirdi. Halbuki Cemil Meriç'in dediği gibi, "Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilik değildir." Mazi bize hiçbir şey fısıldamıyor ve biz bugünümüzde yapayalnızız. Birçok yönden diğer zamanların üstünde, kendi kendinin altında bir çağda yaşıyoruz.
Peki bugün ne durumda? Bu global köyde her fert kendi hayatını yaşarken tüm dünyanın hayatını yaşıyor. Çünkü eşya tesiri hissedilen yerdedir. Yaz sıcağında televizyondaki kışı solukluyor, barış anında savaşı hissediyoruz.
Daha fazla hayat, daha az zamanda yaşanıyor, Gasset'in tabiriyle; "daha az hayatı; zaman içinde daha fazla sanarak vakit geçiriyoruz." İmkânlar bolluğu içinde yüzdüğümüzü söylemeye bile gerek yok. Aynı servete sahip bu günün zengini, dünün zengininden çok daha büyük imkânlarla karşı karşıya. Dünün zengini dahi yokluklar, felâketler ve zorluklarla boğuşurdu. Bugünün zengini ise, bütün dünyayı satın alabileceğine inanıyor.
Hayat kalitesinin yükseldiği bir gerçek, fakat bu gerçek var oluşun kalitesindeki bir artış değil, kantitatif bir ilerleyiş. Kudret hissi ile güvensizlik hissinin garip bir karışımı, günümüz insanının ruhunu kaplamış durumda.
Hiçbir dönemde artmadığı kadar hızla yükselen nüfus ve ne yapacağını bilemeyen yığınlar Hayatın her kademesinde aynı sıkıntı. Günümüz insanının daha yoğun bir hayat için önüne aletler konmuş, fakat büyük tarihî görevler hatırlatılmamıştır, modern cihazların gurur ve kudreti alelacele verilmiş, fakat onların ruhu aşılanmamıştır. Bu yüzden de muhtemelen birçok meslek sırrının kaybolmasıyla sınaî, teknik kaybolacak; hayat kasılıp büzülecektir. İmkânların gerçekteki bolluğu ameli bir kıtlığa, acınacak bir iktidarsızlığa dönüşecektir.
Kütle Adamının Tahlili
Nihilizmin etkisi altına giren kütlelerin hayat standartları buna göre değişti. Gittikçe bireyselleşen hayat, birbirinden habersiz fakat hep aynı davranışı sergileyen kitleleri meydana getirdi. Önceleri lütuf olarak kabul edilip, şükran hissi uyandıran şeyler, birer hak olarak kabul edilmeye başlandı; şükran duyulacak değil, sahip olmakta ısrar edilecek haklar
Hayat dümdüz bir yol şeklinde başladı, şiddetli veya tehlikeli herhangi bir şey insanları uyarmaz oldu. Savaşlar, veba, verem gibi yollarla kitle ölümleri olmuyordu. Oysa ki; kanser, AIDS ve trafik kazaları, belki eski çağlardaki salgın ve savaşlardan daha çok can alıyor, fakat "farkındalık" gibi bir çabadan mahrum çağımız insanı, bunu yorumlamamayı tercih ediyor. Böylece hayat, esas ve kesin yönleriyle kendini yeni adama, herhangi bir "kısıtlamadan muaf" olarak takdim etti. Bir değere ulaşmanın tek yolu para olarak belirlendi. Artık her şeyin maddî ve sembolik bir bedeli var. Böylesine bir kolaylık mazinin sıradan insanına reva görülmemiştir. Önceleri zengin ve kudret sahipleri için dahi dünya; bir sefalet, güçlük ve tehlike âlemiydi.
Kendisini sosyal ve teknik açıdan mükemmel bir dünyada bulan vasatî insan, onların tabiat tarafından vücuda getirildiğini sanıyor, bu dünyanın yaradılışlarını, varolduklarını önceden farz ettiği yüksek kabiliyetli fertlerin şahsî gayretlerini asla aklına getirmiyor. Her kolaylığın önüne serilmesi, kütle adamının, önüne serilen hiçbir şeye zerre kadar dahi olsa şükran hissetmemesiyle sonuçlanıyor. Sıradan insan, şımarık bir çocuk edasıyla, kendinden başka kimsenin varolmadığına, en azından onların kendinden üstün olmadığına inanmaya başlar. Kendisi sınırlarının bitip, başkasının sınırlarının başladığı bir noktanın varlığına dahi inanmaz.
Kütle insanı etrafında bulduğu her şeye, tıpkı hava ve güneş gibi yaklaşır. Hiç kimseye bunlar için teşekkür etmediği gibi, sosyal ve teknik imkânlar için de kimseye şükran hissi duymaz.
Kütle adamı, sadece kendi refahıyla ilgilenir ve aynı zamanda, o refahı sağlayan sebeplere yabancı kalır. Medeniyetin büyük gayret ve uzak görüşlülükle meydana getirilmiş nimetlerinin külfet ve zorluğunu bilmediğinden, kendi rolünün bunları diktatörce talep etmek olduğunu zanneder.
Asil Hayat ve Alelâde Hayat
Peki asiller ile alelâde insanlar arasındaki fark nasıl belirlenebilir?
Öncelikle şunu hatırlatmak gerekiyor. Biz, dünyamızın bizden istediği ne ise öyle oluruz. Sağlam bireylerden oluşmuş hayat bize önceleri şöyle fısıldıyordu: Yaşamak, insanın kendisini sınırlı hissetmesi, bizi sınırlayanlara rıza göstermektir. Şimdi ise yeni bir ses bize şöyle fısıldıyor: Yaşamak, insanın hiçbir sınır tanımaması ve bunun neticesinde benliğini arzularına terk etmesidir.
Mümkün olmayan hiçbir şey yoktur, hiç bir şey tehlikeli değildir ve kimse kimseye üstün değildir.
Asil insan, tırmandığı hayat merdiveninin kendine neye mal olduğunu bilir. Modern kütleler ise tam hürriyeti zaten kazanılmış bir hak olarak görmektedir.
Kütle adamı kendini, kendisi dışında hiçbir otoriteye başvurmamaya alıştırır. Kendinden, olduğu haliyle memnundur. Dünyanın en tabiî bir şeyiymişçesine, kendinde bulduğu her şeyin iyi olduğuna inanır. Kanaatları, arzuları, tercih ve zevkleri kusursuzdur.
Oysa asil adam, kendi ötesinde, kendinden üstün bazı standartların yardımlarını çekinmeden kabul etmeyi bilir.
Demek oluyor ki, asalet, daima kendinden daha üstünlerine kendini adayan, ne olduğu safhasını geride bırakıp, bir görev ve mecburiyet olarak gördüğü daha ötelerdeki düzeye erişme yolundaki hayat boyu süren gayretle eş anlamlıdır. Oysa kütlelerin, kendilerine yalnızca dış zorlamalarla karşı bir reaksiyon olarak kabul ettirilenler dışında, hiçbir şekilde gayret göstermeye muktedir olmadıklarını idrak ediyoruz. Biraz sportmen olan, birkaç ufak kabiliyet gösteren, ağzı biraz lâf yapan, biraz esprili insanların günümüzde neden birdenbire sivrildikleri de böylece daha iyi anlaşılıyor.
Kütle adamları, kendi dışındakilere dikkatlerini verebilme yeteneğine sahip olmaksızın dünyaya gelirler. Medeniyetin temel prensiplerinden yoksun olan bu insanlar, medeniyet mekanizmasının çoğunu kullanmayı öğrenseler de, onu yönetecek meleke ile donanmamışlardır.
Sonuç olarak, asil insanın hususiyeti kendinden hep daha fazlasını, sıradan insanın ki ise kendinden asgariyi talep etmesi, hattâ bunu da şartların belirlemesiyle yapabilmesidir.
Çağımızın özelliği ise, öteden beri asil diye bilinen vasıflarda dahi bayağılığın hakim olmaya başlamasıdır.
Kütleler Neden Herşeye Müdahele Eder?
Kütle insanının kendini mükemmel addettiğini daha önce belirtmiştik. Asil insan ise bilgi ve hikmet denizine daldıkça kendisindeki eksiklikleri hisseder. Okuduğu her kitap on yeni kitaba göndermede bulunur, bu kısa sürede yüze çıkar ve asil insan kendinden büyük nice dev insanların var olduğunu hisseder. Bu da bilhassa mağrur değilse onun, ömrü boyunca talebe olarak yaşayacağını hissetmesi demektir. Sıradan insanın içine kapanık dünyasında kendini başkalarıyla mukayese etmesi söz konusu değildir. Kendisine olan güveni sonsuzdur.
Önüne serilen imkânlar, yüzyılların birikimi ve bilgiye ulaşma hızı sebebiyle bugün alelâde insan herhangi bir devirdeki hemcinslerinden daha zeki ve kavrama gücü daha kuvvetli. Fakat o bunun ya farkında değil, ya da belli belirsiz hissediyor. Bunu hissettiğinde ise kendini boş bir üstünlük kompleksine kaptırarak tüm alıcılarını kapatıyor. Bu yüzden içinde oluşan boşluğu da herkese kabul ettirmeye çalışıyor. Tekrar hatırlamakta yarar var; alelâde insanın problemi kendinin üstün olduğuna, bayağı olmadığına inanması değil, bayağılığını bir hak olarak ilân ve kabul ettirmesidir.
Gasset'in dediği gibi; "Bir fikir, hakikati mutlak zafere ulaştıracak hâle getirmektir. Fikirleri düzenleyecek daha yüksek bir otoriteyi, bir tartışma sırasında baş vurulacak standartları kabul etmeksizin fikirden bahsetmek yersiz.Bu standartlar, üzerlerinde kültürün kurulduğu prensiplerdir. Başvurulacak meşruiyet prensiplerinin olmadığı yerde kültür de yoktur."
İşte standartların böyle belirsiz olduğu bir arenada sıradan insan bu entelektüel boşluğu her şeye müdahale ederek doldurma cüretinde bulunur. O zaman kısıtlamalar, standartlar, nezaket, dolaylı yollar, adalet, akıl ve daha bir çok şey ne için vardı? Toplum hayatının standartları olan bu kavramlar artık entelektüellerin bile başvurmadığı şeyler
Kendinden Hoşnut Çağ
Şimdiye kadar başkalarının yönettiği alelâde insan dünyayı yönetmeye karar vermiş görünüyor. Buna karar veren kütle adamının kişilik özellikleri şöyle sıralanabilir: Hayatın kolay ve bereketli olduğuna inanan insan kendi içinde bir kudret sezer, böylece ahlâkî ve entelektüel yeteneklerinin mükemmelliğine inanır. Kendinden hoşnut olması ve başka hiçbir mercie başvurmaması, diğerlerinin mevcudiyetine dahi inanmaması ile sonuçlanır. Başkalarından alacağı bir şey yoktur ve onu kontrol edecek normlar silinmiştir. Mükemmel insan dine, sosyal gelenek veya törelere, haricî bir otoriteye niye ihtiyaç duysun ki(!)
Kendinden alabildiğince hoşnut olan çağdaş insan kendisinin avukatı, başkalarının savcısıdır. Kanal değiştirme rahatlığında arkadaşlıklarını bitirebilir ve eleştirinin yapıcı yönünü kullanma şansından mahrumdur. Kendini dinleyecek vakti bile yoktur ve hayat onun için bir samimiyetsizlik ve şakadır. Tutumları yüzeysel ve sun'idir. Olması gerekenle karşılaşmaktan korktuğundan, hep olanın devamını diler. Bu yüzden de kütle adamı düzen yerine düzensizliği, sakinlik yerine gürültüyü, ciddiyet yerine komikliği tercih eder. Gelmesi gereken nihaî dakika ne kadar gecikirse alelâde adam o kadar uzun gündemde kalacak, o kadar uzun yaşayacaktır. Akıntı ve işleri oluruna bırakma çağında yaşamamızın ve bu dönemin uzadıkça uzamasının sebebi budur.
İhtisas Barbarlığı
Kütle adamı sadece avam tabakasında görülmez. Hayatın her alanına; doktorun, öğretmenin, devlet adamının, akademisyenin arasına da sızmıştır.
Meselâ akademisyen mesleğinin dar sınırları içinde sıkışmış, her insan kadar sınırlanmıştır. Artık hayatı yorumladığında ilmî birikiminden referans alamamakta, sadece zekâ farkıyla yorum yapabilmektedir. Holistik bakış açısına sahip olmadığından kâinatı bir bütün halinde görememekte, eşyanın birbiriyle olan ilişkisini çözememektedir. İlim adamı artık bilgili fakat kültürsüzdür. Kullandığı dil meslekî jargonunun dışında avamla aynıdır. Çünkü o da okuma tecrübesinden mahrumdur. Kes yapıştır sistemiyle akedemisyen olmakta, ne kadar çok isme gönderme yaparsa o kadar güçlenmektedir. Başkalarının gölgesinde yaşayıp yükselmesi bakımından avamdan daha acınacak haldedir ve aklını başkalarının söylediklerini tekrarlamak için kullanmaktadır. Yani aklını kiraya vermiştir.
Kendi bilim dalının bir bölümünde sıkışıp kaldığından, entelektüel kaygıları amatörce heveskârlık sayarak vicdanını rahatlatmaktadır. Kendi uzmanlık alanı dışındaki tüm bilimlerin cahilidir, fakat bir yandan da bilimcidir. Sezgiyi, ruhu, dinî ve ahlâkı kapı dışarı etmiştir; uzmanlığının dışındaki alanlarda o da herkes kadar sezgileriyle hareket eder. Hattâ sezgiyi kabul etmediği için el yordamıyla hareket edip, taassupla hüküm vererek, sıradan insana göre daha çekilmez bir hâl alır.
Bu zümrenin bir kısmı enformatik cahil, bir kısmı ihtisas barbarı, bir kısmı ise dogmaların esiridir. 'Siyah-beyaz' Aristo mantığını aşamayan bu insanlar; gri düşünceyi, saçaklı mantığı ve insanlığı çözümleme isteğindeki bilim dallarını kesinlikle kabul etmezler. Onlara göre bilimler tabiat bilimlerinden ibarettir; sosyal bilimler siyah-beyaz mantığa uymadığından, bilim dahi değildirler. Kısaca günümüz geçmişteki tüm çağlardan daha fazla "bilim adamına" sahiptir, fakat çok az sayıda kültürlü insan vardır.
Bu yazıda elimizden geldiğince kütle adamını tahlil etmeye çalıştık. Bilgili fakat mütevazı, cesur fakat kibar, rasyonel fakat duygulu birer fert olmamızın yolu, ömür boyu mükemmelliği aramaktan geçiyor, olsa gerek.
(*) Bu yazı, Ortega Gasset'in, Kütlelerin İsyanı kitabından hareketle ve ondan faydalanılarak yazılmıştır.
Mutlu HAZAR