Aydın MENDERES'le Ropörtaj

Mavi Gül

ѕση_¢ıqℓıк
Özel üye
1946 yılında Ankara'da dünyaya gelen Aydın Menderes merhum Başbakanımız Sayın Adnan Menderes’in en küçük oğludur. Siyasete 1970 yılında giren Aydın Menderes, 1977'de Adalet Partisi Konya Milletvekili ve 1978'de aynı partinin Genel İdare Kurulu Üyesi olmuştur. 12 Eylül döneminden sonra 10 yıl siyasi yasaklı olarak kalan Aydın Menderes, siyasetteki bu zorunlu aranın ardından 1993 yılında kurucusu olduğu Büyük Değişim Partisi Genel Başkanlığına seçilmiştir. 1994 yılında ise bu partinin birleşmesiyle Demokrat Parti Genel Başkan'ı olmuştur. 1995 ve 1999 yıllarında İstanbul milletvekili seçilen Menderes, 3 Kasım 2002'de DYP'den Aydın Milletvekili adayı olmuş, ancak partinin barajı geçememesi sonucu seçilememiştir. Siyasi yaşamına halen Demokrat Parti üyesi olarak devam eden Sayın Aydın Menderes ile merkez sağın geleceğinden, sürmekte olan Ergenekon Davası’na, AKP’nin siyasi duruşundan, Türkiye’nin dış politikasına kadar birçok konuda çok keyifli bir söyleşi yaptık.

Yerel seçimler sonrası, merkez sağın geçmişte elde ettiği oy oranlarının çok altında bir oy oranına sahip olduğunu gördük. Demokrat Parti ve Anavatan Partisi’nin oy oranlarının bu kadar düşmesinin sebeplerini neye bağlayabiliriz?

Merkez sağı geniş manada tanımlayacak olursak karşımıza farklı bir tablo, buna bağlı olarak da farklı bir cevap çıkar. Ama merkez sağı dar anlamda tanımlarsak, ki bundan benim kastım merkez sağı DYP ve ANAP olmak üzere sınırlı bir şekilde tanımlamak olur, o zaman bu soruya verdiğimiz cevap farklı olacaktır.

Ben geniş tanımıyla merkez sağın; özellikle onun önceliklerinin, tercihlerinin ve politikalarının tamamen kaybolup gittiği kanaatinde değilim. Belki bu değerler, merkez sağın ANAP ve DYP’de tanıyıp bildiğimiz kadroları tarafından yürütülmüyor veya temsil edilmiyor olabilir. Ama yine de merkez sağın Türkiye ile ilgili tercihleri, politikaları, kabulleri, öncelikleri ortalıktan buharlaşıp gitmiş değildir. Buna mukabil Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi sürekli olarak eridiler. En son 29 Mart Yerel seçimlerinde DYP %3,7, ANAP ise %1’ler civarında oy aldı.

Bu partilerin böyle bir akıbete uğramış olmalarının bana göre iki tane önemli sebebi var. Bunlardan bir tanesi, Özal’ın vefatı sonrasında ANAP’ın ve kurulduğundan itibaren DYP’nin, Türkiye’deki muhafazakar oyları hesaba katmamış olmasıdır. Bu partilerin mensupları muhafazakar oyların giderek başka partilere kayabileceğini hesap etmediler. Bunun giderek gerçekleştiğini gördükleri halde, bu olumsuzluğu giderecek doğrultuda yeni politikalar geliştirmediler ve bu kesimleri kucaklamadılar. Giderek daha fazla katılaştılar. Bu da onları milli ve manevi değerlere bağlılıktan uzaklaştırıp adeta bir CHP’lileşme sürecinin içine sokmuş oldu.

İkinci sebep ise, doğru veya yanlış, bu iki partiyle ilgili sürekli olarak gündemde kalan hırsızlık, yolsuzluk iddialarıdır. Bu partiler bu iddiaları cevaplandıramadılar, tekzip edemediler. Hatta 1999 seçimlerinden önce hiç olmaması gereken bir şey oldu. Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller mecliste birbirlerini akladılar, karşılıklı olarak haklarındaki dosyaları reddetmiş oldular. Bütün bunlar çok büyük ölçüde itibar kaybına sebep oldu. 2002’de her iki parti baraj altında kaldı. Özellikle DYP %9,5 gibi çok az bir oy farkıyla baraj altında kaldı. 2004’te yapılan yerel seçimlerde ise DYP’nin oyları %9,95’e çıkmıştır. DYP hiçbir şey yapmadan, bir şey söylemeden, 2007 seçimlerine gitseydi barajı aşabilirdi. Ama o günkü genel başkan ve yönetim birbirinden büyük hatalar yaptı. Bu hatalar oyları %5,5’e düşürdü. 15 aydır genel başkan olan Süleyman Soylu çok uğraştıysa da, DP’nin oylarını ancak %3,7 civarında tutabildi. Doğru Yol Partisi asıl büyük darbeyi 1993-2002 arasında Çiller döneminde yemiştir. Tansu Çiller %27,5’dan aldığı oyları, %9,5’de bıraktı. Yani teslim aldığı her üç oydan ikisini kaptırdı. Sorunuzu bu şekilde cevaplandırdığımı düşünüyorum.

“Merkez sağdaki ANAP ve DYP gibi partiler özellikle toplumun dini özgürlükler üzerindeki hassasiyetini anlayamadıkları için günden güne eridiler” diyebilir miyiz?

Sorunuz benim düşüncelerimi son derece açıklayıcı kılmaktadır. Evet, benim söylemek istediklerimin kestirmeden ifadesi budur, doğrudur. Hem bunu görmediler, hem de bu kesimlerin partilerinde temsil edilmesine fırsat vermediler. Halbuki DP ve AP böyle yapmamıştır, bu kesimleri kucaklamayı başarmıştır. ANAP da ilk kurulduğu vakit, rahmetli Özal döneminde muhafazakar vatandaşlar bu partide kendilerine benzeyen insanları görmüşler, temsil edilmişlerdir. Bir manada tek taraflı olarak merkez sağın kimyasının DYP ve Özal sonrası ANAP’la bozulduğunu söylememiz gerekiyor.

Süleyman Soylu söylediğiniz bu durumu değiştirmeye çabalamamış mıdır? Birçok kişi, Soylu’nun 90’lı yıllarda yapılan hatalardan ders çıkarmış ve bunları değiştirmeye çalışan biri olduğunu belirtmektedir. Hatta seçim sonrası Süleyman Soylu, “Parti içindeki Ergenekoncu kanadı tasfiye edemediğimiz için mağlup olduk” şeklinde konuşmuştur. Ayrıca birçok eski DYP’li kendi partileri için değil, CHP için çalışmıştır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Süleyman Soylu’nun elde ettiği sonucu bir başarı olarak değerlendiremez miyiz?

Sorunuz yerinde, siyaseti ve partileri gayet iyi takip ettiğinizi anlıyorum ve bundan memnuniyet de duydum. Soylu bu dediklerinizi yapmaya çalıştı. Ama bunun gerek genel merkezde, gerek il ve ilçelerde yeni kadrolarla yapılması gerektiğini ya kavrayamadı, ya da bunu başaramadı. Elindeki kadrolarla gerek taşrada, gerek merkezde zaten böyle bir mücadeleyi yapamazdı. Zira yalnız kalırdı, nitekim de öyle olmuştur. Ama dediğimiz doğrultuda kendisinin bir gayret sarf ettiğini kamuoyu da gördü, hepimiz de gördük. Ancak söylediğim sebepten, yani mevcut kadrolardan dolayı bu yeterli olamadı.

Sabah Gazetesi yazarı Mahmut Övür bir yazısında, Süleyman Soylu’nun görevi bırakması durumunda DP’nin bütünüyle “Ergenekoncu” kadroların eline geçeceğini iddia etti. Adı muhtemel adaylar olarak geçen Hüsamettin Cindoruk gibi isimlerin 28 Şubat sürecini desteklediğini biliyoruz. Sizce Demokrat Parti’de böyle bir tehlike söz konusu mu? Ne düşünüyorsunuz?

Ben yerel seçimler sonuçları belli olur olmaz Soylu’yu çağırdım. Bana geldi, kendisine genel başkanlığı bırakmamasını söyledim. “Söz verdim, yerine getirmem lazım” dedi. “Doğrudur ama o zaman kendini kurtarırsın, parti ölür. Bu haliyle partiyi bırakıp gidemezsin. Geçmiştekilerin yaptıkları hataları gördün, varsa kendi hatalarını da gördün. Buradan DP için bir çıkar yol bulabilirsin. Ya da bulsan bulsan ancak sen bulursun. Sen olmazsan bu parti yok olacaktır. Sen olursan kurtulur mu onu bilemem ama ben bir ihtimal görüyorum. Bu ihtimali de önemli buluyorum ve onun için senin kalmanın gerekli olduğunu sana iletmek istedim” dedim.

Kime kalır Süleyman Soylu gidecek olursa?

Bunu isim olarak bilmek doğal olarak şu anda mümkün değildir ama ya üç-beş taşınmaz malı için emlakçıların eline düşer; ya da DP ile, merkez sağla, demokratlıkla, demokrasiyle hiç ilgisi olmayan; yaşları genç olsa da olmasa da, hangi kökten gelmiş olursa olsunlar, içlerindeki CHP’liliği bir türlü atamamış olanların eline geçer. Zaten ikinci türün elinde olduğu için DYP’nin çizgisi sürekli olarak aşağı inmiştir. Birinci ihtimalin eline geçerse, parti Yağma Hasan’ın böreğine dönecektir; ikinci türün eline geçecek olursa çöküş, milletten kopuş süreci devam edecek, parti yokluğa mahkum olacaktır. Benim Demokrat Parti’nin bundan sonrasıyla ilgili kanaatim budur. Süleyman Soylu hatalar yapmış olabilir, yapması gerekenleri yapmamış olabilir. Ona girmiyorum, onlar ayrı bir konudur ama bana göre şu an DP’nin karşılaştığı somut durum da bu sorunuza cevap vermek için söylediklerimdir ve bu konuda ısrarlıyım.

Demokrat Parti’de var olan bir “CHP’lilik”ten bahsediyorsunuz ve bunun altını ısrarla çiziyorsunuz. Bu söylediklerinizin ışığı altında Demokrat Parti geleneği ile Cumhuriyet Halk Partisi geleneği arasındaki fark nedir? Bize bunu izah edebilir misiniz?

Benim burada CHP’lileşmekten kastım, özellikle bugünkü CHP ile ilgili değildir. Onu da burada ortaya koymak istiyorum. Burada benim CHP’lilikten kastım, tek parti CHP’sidir. DP ve AP, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğuna inandılar. Bunu savundular. Zamanı geldi bunun bedellerini çok ağır ödediler. Bu siyasi gelenek, Türkiye’de hiçbir zaman laikliği tehlikede görmemiş, irtica veya gericilik diye, şeriatçılık diye bir tehlikenin varlığını kabul etmemiştir. AKP iktidar oldu diye demokrasiye küsülmez, milletten vazgeçilmez, demokratlık terk edilmez. Bu düşüncenin DYP ve DP’de devam etmesi gerekirdi. Ancak bazı eski AP’liler ve DYP’lilerin bu konuda imtihanı geçemediklerini gördük. Onların bu düşünceleri ister istemez DYP’nin içinde kalmış çeşitli kademedeki bazı siyasetçilere de sirayet etmiş oldu. Rahatsızlığın temeli budur. DP’den başlayıp gelen gelenek, hiçbir şart altında askerin siyasete müdahalesini kabul etmez, yasama organının kolunu kanadını kıran, elini kolunu bağlayan yüksek yargı kararlarına katılmaz. Bunlara sahip çıkmaz. Bu gelenek “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin savunuculuğundan vazgeçmez. Milletimizin milli ve manevi değerlerini savunmaktan, onun din ve vicdan hürriyetine sahip çıkmaktan ve 1950’den 1997’ye kadar bu milletin din ve vicdan hürriyeti başlığı altında elde etmiş olduğu demokratik hak ve özgürlüklerden geriye dönülmesini onaylamaz. Bu haklarda kayıplar olmuşsa, bu hak ihlallerinin giderilip eski hale getirilmesi iddiasından da asla vazgeçmez. Bunlar yerine getirilmiyorsa orada bir “tek parti CHP’lilik virüsü” aramak gerekir. Bana göre DYP hatta Özal sonrası ANAP’a işlemiş olan hastalık da budur.
 
Top