Toplantıyı açan Şubat olacaktı. Soğuk bir akşamüstüydü ve meydanı çevreleyen ağaçlar karla kaplıydı. On iki ayın on ikisi de ateşin etrafına oturmuş, ateşte kızaran etleri çevirip içkilerini içiyorlardı.
Serçe parmağını kaldırarak şarabını içen Mayıs kişi başı ne kadar yemek düşeceğini hesaplıyordu. Eylül esnedi. “Tam bir obursun,” dedi, ateşin diğer tarafından. Dudaklarının üzerinde biz çizgi gibi duran incecik bir bıyığı vardı. Saçları dökülmeye başladığı için geniş alnı ortaya çıkmış, ona tam bir memur havası vermişti.
“Beni rahat bırak,” dedi Mayıs. Koyu renk saçları bukle bukle omuzlarına dökülmüş, sağlam görünüşlü şık çizmeler giyiyor, ağır vanilya kokusu salan ince, kahverengi sigarasını içiyordu. ”Ne kadar alıngan olduğumu bilirsin.”
İlk sözü alan Eylül, şişteki etin kalanını ağzına atıp hızlıca çiğnedikten sonra kupasındaki şarabı bitirdi. Ardından ayağa kalkıp diğerlerini selamladıktan sonra konuşmaya başladı.
“Mevsimin son beyaz üzümleri ve kırmızıların bir bölümü bende hasat edilir. İyi şarabı, aromayı, tadı ve ağızda bıraktığı lezzeti takdir etmesini bilirim. En güzelleri de Güney Fransa’daki bağlarda Akdeniz’den esen meltemle olgunlaşır. Olgunlaşma diyorum bakın, zamana yayılan ve durağan bir eylem. Tamamlanması için gereken de karanlık ve serin mahzenlerde geçen yıllar. İşte yine bir bağbozumu zamanı, karanlık mahzenlere gün ışığı dolmuştu.”
“Ya sen şu gizemli mahzen hikayesini mi anlatıyorsun yine?” diye sordu Haziran. Aralarında her durumda en çok şikâyet edebileni oydu. Selfie çektiği telefonunu kenara bırakıp, herkesin kendisine destek vereceğinden emin devam etti. “Bunu yıllar önce anlatmıştın. O zaman da sıkıcıydı, şimdi de sıkıcı.”
“Dokunaklı hikayeler ve kültür belli ki herkesin damak tadına uygun değil. Bazıları mangal partisi ve biradan hoşlanıyor, ama bazılarımız…” deyip dudaklarını büzdü Eylül.
“Haziran haksız sayılmaz Eylül, yeni bir öykü bulmalısın bize,” derken Şubat koltuğun ağırlığını kullanıyordu.
Eylül, kaşlarını çatıp somurttu. “Benden bu kadar!” diye kestirip attı, dönüp kütüğe oturdu.
Aylar, ateşin etrafında birbirlerine baktılar.
Kocaman yeşil gözleri ile etrafa gülümseyen Temmuz, ortamı yatıştırmak için gönüllü oldu. “Hadi ama surat asmayalım, ne güzel bir akşamda toplandık burada. Birbirimizden keyif almalıyız bu akşam.” Uzun, kızıl kahve sakalıyla oynayan Şubat keyifle gülümsedi Temmuz’a. Ah şu tatlı kız, ortamı yumuşatmıştı işte.
Sıra benim hikayemde,” diye başladı sözüne Temmuz. “İnsanların birbirine güvenmedikleri için güvenlik kavramı takıntı yaptıkları günler oldu. Özellikle havalimanları gözlem altındaydı. Bu iş için çalışanlardan biri de Flora idi benim zamanımda. Flora yolcu valizlerinin görüntülendiği x-ray cihazının başında insanların valizlerine doldurduklarını inceliyordu. İçini gördüğü her valiz için bir hikâye uydurmak ise onun günü geçirme eğlencesiydi. Bir gün çantasında sadece kısa bir kibrit çöpü olan bir adam geçiyordu ki, iç güdüleri ile yolcuyu durdurdu. Mantıken en ufak bir sorun yoktu, kibrit çöpü bir tehlike değildi. Fakat kısa kibrit çöpü, ona çocukken yapmak istemedikleri bir iş için kardeşler arasında yaptıkları oyunu hatırlatmıştı. Flora’nın bir abi ve bir ablası vardı ve abisinin dediğine göre çok şanssız bir çocuk olduğundan kısa çöpü hep o çekerdi. Bunu hatırlayınca kalbini cız etti, onları özlemişti. Toparlanıp yeniden ekrana baktı. Kısa kibrit çöpü, bu adamın yapmak istemediği bir yolculukta ona eşlik etmekteydi. Flora ekranın karşısındaki koltuğundan atılıp adamı görmek ve konuşmak istedi. Abisi kocaman bir gülümseme ile karşısında duruyordu.”
Mart elinde yaptığı minik kardan adamı ateşe atıp pof diye duman çıkartırken ayağa kalkmış, görüntüsü dumanların içinden çıkan sihirbazlara benzemişti. “Yine duygusallıktan öldük Temmuzcuğum, yüreğine sağlık. Geldiğimizden beri tatliş minnoş hikayeler anlatıyorsunuz. Biz buraya yılı değerlendirmeye gelmedik mi? Yani sizin zamanlarınızda bunlar mı oldu sadece? Çok sevdiğiniz minik insanlar birbirini öldürmekle kalmayıp, gezegenin dengesini bozdular. Kasırga, yangın, sel, deprem, eriyen buzullar derken gezegeni düşünmek on altı yaşındaki sinirli bir ergen kıza kaldı. Başkan diye seçtikleri adamlar fotoğraflarda el sıkışıp, el altından düşmanlarına silah sattılar. Hala bu minik ırkı sevmeye devam etmenize sinir oluyorum!”
Ağustos yerinden fırladı. “Mart yetti artık. Bıktım sizin kendinizi beğenmiş, elitist, köhnemiş kafalarınızdan. Ocak az önce söyledin, insan ırkı ormanda yaşarken evimizin süsü gibiydi diye. İnsan bunlar, kitap rafımızda duran biblo değil.” Ekim’in gereksiz kahkahası ile bölündü konuşma. Toprak rengi kıyafetlerinin ortaya çıkardığı bal rengi gözlerini tek tek ayların üzerinde gezdirip, “Adolf’tan rica ettim, bana bir tane yaptı insan biblosu. Evin dekorasyonuna çok yakıştı.” Ağustos’un kolları havada, ağzı açık kalakalmıştı. “İnanamıyorum sana, biblo dediğin insanlar için biz bu gezegendeyiz. Onlar yaptı bizi on iki tane. Zamanın başında dört yaşlı ay varken, insanlar bize isim verdiler. Ekim sen medeniyet başlamadan önce yoktun bile. O insanlar seni var etti.”
Gergin ortam kamp alanında derin bir sessizliğe sebep olmuştu. Aylar ne diyeceklerine karar veremediklerinden kafaların hepsi Şubat’a döndü. “Aralık, sen ne diyeceksin? Kafandan geçenleri merak ediyorum.” Aralık yaşlı aylardan biriydi. Kınalı elleriyle, yanında oturan Mayıs’a tutunup ayağa kalktı. Tek tek ayların saçlarından okşayarak başladı. “Günün birinde gerçek barışa nasıl varılacak diye düşündüm Şubat. Bu iş madde dünyasının deneyimiyle olmaz, ancak bilgiyle yapılır. Ama bu okullarda verilen bilgi değil, yaşamın öz bilgisi lazım hepimize. İnsanlar içlerindeki canlı olanın bilgisine varabilseler keşke. Mart’ın, Eylül’ün, Temmuz’un, hatta insanların içinde yaşayan gizli bir büyü gibi bu bilgi. Tüm karşıtlıkların, düşmanlıkların arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma, beyazı siyaha, kötüyü iyiye, geceyi gündüze dönüştürme olanağının bilgisi. Bu bilginin de vakti var, insan ırkı bilgiyi kendi içinde bulacak elbet.”
Aralık’ı dinlerken Mart ateşe gözlerini dikmişti. “Sen bunu o insan denen çekirge sürüsüne anlat,” dedi. “Ne bilgi, ne gizli büyü, benim zamanımda tek dertleri çiftleşmek ve sayılarını arttırmak.”
Orman bir anda kahkahalarla inledi. “Ay Şubatcığım alemsin, o dediğin kediler senin, insanlar mevsimsiz çiftleşiyor şekerim,” diye lafa girdi Kasım yumuşacık sesiyle. Ensesinde topuz yaptığı beyaz saçlarına kar tanesi şeklinde pırıltılı tokalar takmıştı, kırmızı rujunu hiç eksik etmezdi Kasım. “Ay her toplantıda da kavga olmaz, hadi oyun oynayalım kafamız dağılsın. Topluluktan neşeli onaylayıcı sesler yükseldi. “İlk kural herkes içeceklerini tazelesin. Soruları bilemeyen içecek bu oyunda,” derken şen kahkahalarından birini atmıştı. “Herkes içeceklerini aldı mı? Başlıyorum, kuralımız şu: ben size bir cümle söyleyeceğim. Sizler bana evet ya da hayır diyebileceğim sorular sorarak asıl hikâyeye ulaşacaksınız. Doğru soruları sorarsanız ben sarhoş olacağım, ki buna en ufak bir itirazım yok,” derken yine bir kahkaha atmıştı.
Ateşin etrafında bir kıpırdanma, gülmeler oldu. Kasım oyuna başladı, “Bir gün kör bir kadın lokantaya girer ve martı eti yemek istediğini söyler. Gelen yemeği yer ve ardından kalkar, lokantanın önündeki iskeleden kendini denize bırakır. Hadi bakalım gelsin sorular.”
Mayıs’ın aklında beliren ilk soru martı etinin nasıl olduğuydu. Eylül’ün sataşmasını göze alamadığı için sustu. Nisan akşamın başından beri ateşten ayırmadığı gözlerini kaldırıp “Kadın hesabı ödemekten mi kaçtı?” derken Haziran abartılı bir esnemeyle “İçimi bunalttınız ya, yaşlandınız hepiniz,” dedi kelimeleri uzata uzata. “Bu şey değil mi, hani yolcu gemisi ıssız adaya düşer, yiyecek olmadığı için kör kadına kocasının etini yedirirler ama martı avladık derler. Kadın da adadan kurtulur kurtulmaz martı etinin tadına bakınca olayları anlayıp intihar eder. Booriiing,” Kasım bu sözlerin kalbini kırmasına izin vermeyecek kadar tecrübeliydi dünyada. Haziran’ın gelip geçen sinirleri, yaz başı yağmurları gibi grubu bir dağıtıyor ama kimsenin de keyfini dağıtmaya yetmiyordu.
Toplantı sona ermişti, Şubat kapanış konuşmasını yapmak üzere ayağa kalktı. “İnsan ırkını uzun zamandır izliyoruz. Haklı olduğunuz noktalar var, bencil ve tatminsizler. Bir de ne yazık ki son zamanlarda sayıları çok arttı. Ama onları anlamadan da gezegenin sorunlarına çözüm bulamayız. En son hatırlarsanız, Eylül’ün önerisiyle göktaşı gönderip dinozorları yok etmiştik. Doymak bilmiyorlar demiştiniz dinozorlar için, şimdi aynısını insanlara yapamayız. Çözüm için insanların arasında gezmemiz gerekiyor. Onları anlarsak, istediklerini dinlersek belki kavgalarını çözebiliriz. Aç gözlü minik insan ırkı kendi yaptıklarına bir baksa, bizim endişelerimizi de anlayacaklardır. Gezegenin düzenini sağlayan bizleriz değerli ay kardeşlerim. Bizi anlayan bir ırk ancak Dünya’nın kurtuluşu olabilir. Bizi anlamayanların da çaresine bakalım diyorum, ne dersiniz?” Mart’a döndü,” Kardeşim elimden geleni yaptım, ama affet henüz senin istediğin insan nüfusuna ulaşamadım. Sıra sende, göster kendini.”
Serçe parmağını kaldırarak şarabını içen Mayıs kişi başı ne kadar yemek düşeceğini hesaplıyordu. Eylül esnedi. “Tam bir obursun,” dedi, ateşin diğer tarafından. Dudaklarının üzerinde biz çizgi gibi duran incecik bir bıyığı vardı. Saçları dökülmeye başladığı için geniş alnı ortaya çıkmış, ona tam bir memur havası vermişti.
“Beni rahat bırak,” dedi Mayıs. Koyu renk saçları bukle bukle omuzlarına dökülmüş, sağlam görünüşlü şık çizmeler giyiyor, ağır vanilya kokusu salan ince, kahverengi sigarasını içiyordu. ”Ne kadar alıngan olduğumu bilirsin.”
“Boş versene, böyle kaprislere karnım tok!” dedi Eylül.
Koltukla gelen sorumlulukların bilincinde olan Şubat, yerine yerleşip beyaz kürkünü düzelttikten sonra, “Tamam, kim söz almak istiyor?” diye sordu. Kenarlarını kar tanesi motifleri süsleyen meşe ağacından yapılma bir koltukta oturuyordu. Geri kalan on biri, kamp ateşinin etrafına yerleştirilmiş kütüklerde yerlerini almışlardı. Kütükler yıllardır kullanıla kullanıla pürüzsüz, rahat birer koltuğa dönüşmüştü.İlk sözü alan Eylül, şişteki etin kalanını ağzına atıp hızlıca çiğnedikten sonra kupasındaki şarabı bitirdi. Ardından ayağa kalkıp diğerlerini selamladıktan sonra konuşmaya başladı.
“Mevsimin son beyaz üzümleri ve kırmızıların bir bölümü bende hasat edilir. İyi şarabı, aromayı, tadı ve ağızda bıraktığı lezzeti takdir etmesini bilirim. En güzelleri de Güney Fransa’daki bağlarda Akdeniz’den esen meltemle olgunlaşır. Olgunlaşma diyorum bakın, zamana yayılan ve durağan bir eylem. Tamamlanması için gereken de karanlık ve serin mahzenlerde geçen yıllar. İşte yine bir bağbozumu zamanı, karanlık mahzenlere gün ışığı dolmuştu.”
“Ya sen şu gizemli mahzen hikayesini mi anlatıyorsun yine?” diye sordu Haziran. Aralarında her durumda en çok şikâyet edebileni oydu. Selfie çektiği telefonunu kenara bırakıp, herkesin kendisine destek vereceğinden emin devam etti. “Bunu yıllar önce anlatmıştın. O zaman da sıkıcıydı, şimdi de sıkıcı.”
“Dokunaklı hikayeler ve kültür belli ki herkesin damak tadına uygun değil. Bazıları mangal partisi ve biradan hoşlanıyor, ama bazılarımız…” deyip dudaklarını büzdü Eylül.
“Haziran haksız sayılmaz Eylül, yeni bir öykü bulmalısın bize,” derken Şubat koltuğun ağırlığını kullanıyordu.
Eylül, kaşlarını çatıp somurttu. “Benden bu kadar!” diye kestirip attı, dönüp kütüğe oturdu.
Aylar, ateşin etrafında birbirlerine baktılar.
Kocaman yeşil gözleri ile etrafa gülümseyen Temmuz, ortamı yatıştırmak için gönüllü oldu. “Hadi ama surat asmayalım, ne güzel bir akşamda toplandık burada. Birbirimizden keyif almalıyız bu akşam.” Uzun, kızıl kahve sakalıyla oynayan Şubat keyifle gülümsedi Temmuz’a. Ah şu tatlı kız, ortamı yumuşatmıştı işte.
Sıra benim hikayemde,” diye başladı sözüne Temmuz. “İnsanların birbirine güvenmedikleri için güvenlik kavramı takıntı yaptıkları günler oldu. Özellikle havalimanları gözlem altındaydı. Bu iş için çalışanlardan biri de Flora idi benim zamanımda. Flora yolcu valizlerinin görüntülendiği x-ray cihazının başında insanların valizlerine doldurduklarını inceliyordu. İçini gördüğü her valiz için bir hikâye uydurmak ise onun günü geçirme eğlencesiydi. Bir gün çantasında sadece kısa bir kibrit çöpü olan bir adam geçiyordu ki, iç güdüleri ile yolcuyu durdurdu. Mantıken en ufak bir sorun yoktu, kibrit çöpü bir tehlike değildi. Fakat kısa kibrit çöpü, ona çocukken yapmak istemedikleri bir iş için kardeşler arasında yaptıkları oyunu hatırlatmıştı. Flora’nın bir abi ve bir ablası vardı ve abisinin dediğine göre çok şanssız bir çocuk olduğundan kısa çöpü hep o çekerdi. Bunu hatırlayınca kalbini cız etti, onları özlemişti. Toparlanıp yeniden ekrana baktı. Kısa kibrit çöpü, bu adamın yapmak istemediği bir yolculukta ona eşlik etmekteydi. Flora ekranın karşısındaki koltuğundan atılıp adamı görmek ve konuşmak istedi. Abisi kocaman bir gülümseme ile karşısında duruyordu.”
Mart elinde yaptığı minik kardan adamı ateşe atıp pof diye duman çıkartırken ayağa kalkmış, görüntüsü dumanların içinden çıkan sihirbazlara benzemişti. “Yine duygusallıktan öldük Temmuzcuğum, yüreğine sağlık. Geldiğimizden beri tatliş minnoş hikayeler anlatıyorsunuz. Biz buraya yılı değerlendirmeye gelmedik mi? Yani sizin zamanlarınızda bunlar mı oldu sadece? Çok sevdiğiniz minik insanlar birbirini öldürmekle kalmayıp, gezegenin dengesini bozdular. Kasırga, yangın, sel, deprem, eriyen buzullar derken gezegeni düşünmek on altı yaşındaki sinirli bir ergen kıza kaldı. Başkan diye seçtikleri adamlar fotoğraflarda el sıkışıp, el altından düşmanlarına silah sattılar. Hala bu minik ırkı sevmeye devam etmenize sinir oluyorum!”
Ağustos yerinden fırladı. “Mart yetti artık. Bıktım sizin kendinizi beğenmiş, elitist, köhnemiş kafalarınızdan. Ocak az önce söyledin, insan ırkı ormanda yaşarken evimizin süsü gibiydi diye. İnsan bunlar, kitap rafımızda duran biblo değil.” Ekim’in gereksiz kahkahası ile bölündü konuşma. Toprak rengi kıyafetlerinin ortaya çıkardığı bal rengi gözlerini tek tek ayların üzerinde gezdirip, “Adolf’tan rica ettim, bana bir tane yaptı insan biblosu. Evin dekorasyonuna çok yakıştı.” Ağustos’un kolları havada, ağzı açık kalakalmıştı. “İnanamıyorum sana, biblo dediğin insanlar için biz bu gezegendeyiz. Onlar yaptı bizi on iki tane. Zamanın başında dört yaşlı ay varken, insanlar bize isim verdiler. Ekim sen medeniyet başlamadan önce yoktun bile. O insanlar seni var etti.”
Gergin ortam kamp alanında derin bir sessizliğe sebep olmuştu. Aylar ne diyeceklerine karar veremediklerinden kafaların hepsi Şubat’a döndü. “Aralık, sen ne diyeceksin? Kafandan geçenleri merak ediyorum.” Aralık yaşlı aylardan biriydi. Kınalı elleriyle, yanında oturan Mayıs’a tutunup ayağa kalktı. Tek tek ayların saçlarından okşayarak başladı. “Günün birinde gerçek barışa nasıl varılacak diye düşündüm Şubat. Bu iş madde dünyasının deneyimiyle olmaz, ancak bilgiyle yapılır. Ama bu okullarda verilen bilgi değil, yaşamın öz bilgisi lazım hepimize. İnsanlar içlerindeki canlı olanın bilgisine varabilseler keşke. Mart’ın, Eylül’ün, Temmuz’un, hatta insanların içinde yaşayan gizli bir büyü gibi bu bilgi. Tüm karşıtlıkların, düşmanlıkların arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma, beyazı siyaha, kötüyü iyiye, geceyi gündüze dönüştürme olanağının bilgisi. Bu bilginin de vakti var, insan ırkı bilgiyi kendi içinde bulacak elbet.”
Aralık’ı dinlerken Mart ateşe gözlerini dikmişti. “Sen bunu o insan denen çekirge sürüsüne anlat,” dedi. “Ne bilgi, ne gizli büyü, benim zamanımda tek dertleri çiftleşmek ve sayılarını arttırmak.”
Orman bir anda kahkahalarla inledi. “Ay Şubatcığım alemsin, o dediğin kediler senin, insanlar mevsimsiz çiftleşiyor şekerim,” diye lafa girdi Kasım yumuşacık sesiyle. Ensesinde topuz yaptığı beyaz saçlarına kar tanesi şeklinde pırıltılı tokalar takmıştı, kırmızı rujunu hiç eksik etmezdi Kasım. “Ay her toplantıda da kavga olmaz, hadi oyun oynayalım kafamız dağılsın. Topluluktan neşeli onaylayıcı sesler yükseldi. “İlk kural herkes içeceklerini tazelesin. Soruları bilemeyen içecek bu oyunda,” derken şen kahkahalarından birini atmıştı. “Herkes içeceklerini aldı mı? Başlıyorum, kuralımız şu: ben size bir cümle söyleyeceğim. Sizler bana evet ya da hayır diyebileceğim sorular sorarak asıl hikâyeye ulaşacaksınız. Doğru soruları sorarsanız ben sarhoş olacağım, ki buna en ufak bir itirazım yok,” derken yine bir kahkaha atmıştı.
Ateşin etrafında bir kıpırdanma, gülmeler oldu. Kasım oyuna başladı, “Bir gün kör bir kadın lokantaya girer ve martı eti yemek istediğini söyler. Gelen yemeği yer ve ardından kalkar, lokantanın önündeki iskeleden kendini denize bırakır. Hadi bakalım gelsin sorular.”
Mayıs’ın aklında beliren ilk soru martı etinin nasıl olduğuydu. Eylül’ün sataşmasını göze alamadığı için sustu. Nisan akşamın başından beri ateşten ayırmadığı gözlerini kaldırıp “Kadın hesabı ödemekten mi kaçtı?” derken Haziran abartılı bir esnemeyle “İçimi bunalttınız ya, yaşlandınız hepiniz,” dedi kelimeleri uzata uzata. “Bu şey değil mi, hani yolcu gemisi ıssız adaya düşer, yiyecek olmadığı için kör kadına kocasının etini yedirirler ama martı avladık derler. Kadın da adadan kurtulur kurtulmaz martı etinin tadına bakınca olayları anlayıp intihar eder. Booriiing,” Kasım bu sözlerin kalbini kırmasına izin vermeyecek kadar tecrübeliydi dünyada. Haziran’ın gelip geçen sinirleri, yaz başı yağmurları gibi grubu bir dağıtıyor ama kimsenin de keyfini dağıtmaya yetmiyordu.
Toplantı sona ermişti, Şubat kapanış konuşmasını yapmak üzere ayağa kalktı. “İnsan ırkını uzun zamandır izliyoruz. Haklı olduğunuz noktalar var, bencil ve tatminsizler. Bir de ne yazık ki son zamanlarda sayıları çok arttı. Ama onları anlamadan da gezegenin sorunlarına çözüm bulamayız. En son hatırlarsanız, Eylül’ün önerisiyle göktaşı gönderip dinozorları yok etmiştik. Doymak bilmiyorlar demiştiniz dinozorlar için, şimdi aynısını insanlara yapamayız. Çözüm için insanların arasında gezmemiz gerekiyor. Onları anlarsak, istediklerini dinlersek belki kavgalarını çözebiliriz. Aç gözlü minik insan ırkı kendi yaptıklarına bir baksa, bizim endişelerimizi de anlayacaklardır. Gezegenin düzenini sağlayan bizleriz değerli ay kardeşlerim. Bizi anlayan bir ırk ancak Dünya’nın kurtuluşu olabilir. Bizi anlamayanların da çaresine bakalım diyorum, ne dersiniz?” Mart’a döndü,” Kardeşim elimden geleni yaptım, ama affet henüz senin istediğin insan nüfusuna ulaşamadım. Sıra sende, göster kendini.”