Sonsuz bir acı... İçimdeki girdap hayata dair tutunduğum her şeyi kendine çekiyor. Kalbim defalarca yeniden tutuşuyor. Demek ki hala bir parçası yaşıyor. İyi de nasıl?
Bu gece, saat tam 21.00’de babam öldü… Doktor öyle söyledi. Oysa her şeyin düzeleceğine, mucizelerin bizi bulacağına öyle inanmıştım ki...
- Billur, üzerini değiştir, masaya gel...
İçimde gıdık gıdık gülümseme… Anne sözü yere düşmez. Üzerimi çarçabuk değiştirip, mis gibi yemek kokusuna doğru neredeyse tavşan çevikliğinde seyirtiyorum. Babamın en sevdiği haber kanalı açık, en sevdiği yemek ‘bol limonlu zeytinyağlı pırasa’ özenle pişip sofrada yerini almış, ama hayret, babam henüz yerine oturmamış. Babam demişken, babam 85 yaşında, sorsanız 18 diyor. Doğru da, çünkü neredeyse benden daha hızlı merdivenleri çıkıyor, üstelik asansörü de sağlıksız buluyor. Konu- komşu ‘demir dede’ diyor ona. Dahası, mesleği dahil (inşaat) tüm matematik hesaplarını, akıldan yanlışsız yapıyor. Eski toprak ne de olsa. Askerliğini süvari birliğinde yapmış. Anlata anlata bitiremez o günleri. Atı, Duman’ı hala çok özlüyor. Gerçekten çok zor bir hayatı olmuş ama bugünlerde tek sıkıntısı, yorgunluk hissi. Bir iki gündür sürekli uykusunun geldiğinden, yorgun hissettiğinden şikayet ediyor. Sanırım doğal bir şey bu, çünkü sinovac aşısının ikinci dozunu, 28 Mart’ta oldu ve duyduğuma göre, aşı birkaç gün yorgunluk hissi verebiliyormuş. Ama şükür ateşi ya da başka bir olumsuz hastalık belirtisi yok.
- Anneciğim, baboşum nerede?
- Çağırdım ama, ‘siz yemeğe başlayın, ben biraz uzanayım, sonra yerim’ dedi.
Hani insanın içine nedensiz bir ateş düşer ya… Düştü… Olmaz dedim huysuzlanarak, bir tuhaflık var, çünkü babam yemek saatinde herkesi bir arada ister. Seslenerek, hızla odasına daldım…
- Babişşşş… Yemek vakti!
Yattığı yerden gözlerini aralar gibi oldu, ani bir refleksle elimi alnına koydum. Alev alev yanıyordu ve neredeyse kendinde değildi. Korkuyla hazin bir sonun başlangıcında olduğumu düşündüğümü hatırlıyorum, acı bıçağını kalbime- ruhuma öyle derin sapladı…
Ambulans 10- 15 dakika içinde geldi. Bakırköy Sadi Konuk hastanesine vardığımızda, acil servis hınça hınç doluydu. Kan testi, tomografi darken, saat 20.00’den gece yarısı 01.00’a dek orada bekledik. Bu arada babama rahatlaması için verilen serum iyi gelmişti. Onu öyle canlanmış görünce, niye her şeyin en kötüsünü düşünüyorum diye kızdım kendime. Babacığımın bakarken bile seven gözlerine sarıldım, yanak çukurlarını doyasıya öptüm, baba kokusunu defalarca şükür ederek içime çektim. İnsanın anne- babasıyla, kardeşleri ile birlikte büyümesi, huzur içinde beraber yaşlanması ne büyük şans. Belki de babam, sadece rüzgarda kalmış, üşütmüştür diye düşündüm. İçimde umudun beslediği derin sevgiyle, o bildik ritüelimizi fısıldadım kulağına;
- Canım babacığım, seni çok seviyorum, bak burada her zamanki gibi senin yanındayım. Biliyorsun, biz yan yanayken, birlikteyken bize hiçbir şey olmaz.
O anda gözlerimin içine baktı… Taaa içine... Sesinde öyle bir minnet vardı ki, utandım kendimden.
- Allah senden razı olsun kızım…
Düşünsenize, dünya ne kadar korkutucu, ne kadar üzücü, insana ait değerler- insan, ne kadar savrulmuş… Elinize minicik bir parçanız doğuyor, ömrünüzü ona adıyorsunuz, yemiyor yediyor, içmiyor içiyorsunuz ama sizin desteğe ihtiyacınız olduğunda, tam da olması gerektiği gibi, yanınızda oldukları için minnet duyuyorsunuz. Biz Y kuşağı, dünyayı bu kadar mı grileştirdik, duyguları –değerleri bu kadar mı çürüttük? Sebeb-i hayatımız olan, bize can veren ana- babalarımız neden böyle hissediyor? Ne utanç verici, acaba hürmetimde- sevgimde bir eksiklik mi yaptım babama karşı…
Bu düşünceler içinde, kalbim delik deşik, baba dedim, yutkunarak. Ama duygularım o kadar büyüktü ki, kelimeleri giyemedi. Sadece, tüm ruhumla, tüm varlığım, sevgimle kocaman öptüm. Yüzüne yayılan gülümse bugün gibi aklımda. Sanırım, evlat sevgisi öyle kıymetli bir şey ki, en büyük korkuları dindirebiliyor, azaltabiliyor. Dayanma gücü veriyor. Allah'ım diye dua ettim, sakın beni babamın yokluğu ile sınama. Şimdi değil. Buna dayanamam.
Acil serviste babam yaşlarında bir adam, yalnız başına sedyede yatıyor, etrafına korkulu gözlerle bakıyordu. Hemşirelere üşüyorum diye seslendi, ama sesini duyuramadı. Tamam amca, duydum seni dedim. Biraz su içirip, üzerini örttüm.
- Amca yalnız mısın?
- Oğlumu bekliyorum. Beni hastaneye sevk edecekler. Saatlerdir buradayım.
- Neden, neyin var?
- Covidmişim.
- Aşın yok mu?
- Var… Bilmiyorum ki kızım... Evden dışarı çıkmadım bile...
Gözlerindeki derin çaresizlik içimi acıtmıştı, ama maalesef babamda, aşının ikinci dozunun beşinci gününde, covid pozitif çıkmıştı. Hastanedeki nöbetçi doktor, babamın akciğerlerinde enfeksiyon bulgusuna rastlandığını, bu yüzden de hastaneye sevkinin şart olduğunu söyledi. Bu sırada, adının Sait olduğunu öğrendiğim amcanın da gönderileceği hastane belli olmuştu. Ambulansta, yan yana Yeşilköy pandemi hastanesine doğru yol alırken, babam ve Sait amca hastalık sanki kendilerine hiç değmemiş gibi, gelecek günlerden, yeni projelerden konuşuyorlar, birbirlerine tavsiyede bulunuyorlardı. Üstelik, babam o sırada, o kadar rahatlamış görünüyordu ki, Allah’a tekrar şükür ettim. İki üç güne hastaneden çıkarız diye düşündüm, huzurla.
Hastanede, bize verilen oda ferah bir yer. Arada bir rüzgarla birlikte, hoş olmayan koku gelebiliyor ama sorun değil. Babamla yan yana olmak, yanında olabilmek bana yetiyor. Bizim oda, bahçeye bakan kapının hemen yanında, ama odanın dışına çıkmak yasak, çünkü covid bulaş riski var. Babamın tedavisini üstlenen doktorun adını bir türlü öğrenemedim, söylemiyorlar. Doktor hanım diye konuşuyorum bizim odaya uğradığında. Gerçi sorulara da cevap vermekten pek hoşlanmıyor, ‘’Tıp eğitimi almadığınıza göre anlattıklarımı anlamazsınız. Biz yapılacakları yapıyoruz’’ diyor. Bu çok komik bir üstencilik ama, pandemi nedeni ile yaşadıkları zorlu süreç yüzünden susuyorum.
Üstelik elbetteki derdim, beni pışpışlamaları değil, ama sorularıma cevap almak, tedavi sürecinin gidişatı hakkında bilgilenmek benim hakkım. Bereket, sağlık bakanlığının kurduğu E- Nabız var. Oradan, babama uygulanan tedaviyi, konusunda uzman doktor arkadaşlarımla paylaşıp, gidişat hakkında net bilgiler alıyorum. Arkadaşlarımdan Prof. Dr. Öykü Özkaya (mükemmel bir kalp doktorudur) ısrarla, ciğer tomografisinin tekrarlanmasını ya da en azından seyyar cihazla ciğer filmi çekilmesini, tedavinin de bu çıkan sonuca göre devam etmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaptırmayı bir türlü başaramadım. Çünkü babamın hastanede görevli doktoru bu görüşe katılmıyor, enfeksiyon var olmaz diyor. Durumla ilgili, sağlık bakanlığına kadar aradım, ama maalesef sonuç alamadım.
Keşke babamı özel hastanede tedavi ettirecek kadar param olsaydı, o zaman eminim sistem pervane olurdu. Üstelik tedavi sırasında verilen ilaçlardan da şikayetçiyim, net bir şekilde babamı güçsüz bırakıyor. Ama doktorlar, bakanlık protokolu deyip çözüme yanaşmıyor. Babam, canım, sebeb-i hayatım gözlerimin önünde eriyor. Ahhh… Babacığım, ben çocukken düştüğümde yaptığın gibi, seni kucağıma alsam, öpsem, öpsem.. geçer mi bu illet? Diner mi acıların?
17 Nisan’da bizi karşı odaya aldılar, çünkü babamın satürasyonu hızla düşüyor, bu yüzden oksijen cihazına bağladılar. Kimse gidişatla ilgili olumsuz bir şey söylemiyor ama bu durum beni ürkütüyor. Üstelik geceleri, hastalığın şiddeti bir şekilde artıyor. Ne babam uyuyabiliyor ne de ben. O kadar zorlanıyor ki, çektiği sıkıntıyı tüm hücrelerimde hissediyorum. Boğuluyorum.
Ama her şeye rağmen umuda sarılmak gerek, çünkü ancak umut, korkularımızı azaltabilir. Ahhh umut, sen insan için ne güzel bir armağansın.
Gündüzleri, gecenin kabusunu geride bırakıp, baba kız, birlikteliğin tadını çıkarırcasına gün boyu geçmiş dünlerden, gelecek günlerden konuşuyoruz. Elbette sadece ben değil, tüm aile, kardeşlerim, annem hatta kedilerimiz, babamın arkadaşları hastaneye gelemeseler de (yasak, kimseyi almıyorlar) görüntülü telefon sistemi üzerinden iyilikler sevgiler gönderiyorlar, onu yalnız bırakmıyorlar. Bu durum babamı mutlu ettiği kadar bariz bir şekilde içindeki özlemi ve kavuşamama korkusunu da büyütüyor.
- Kızım, ölürsem annemin yanına gömün beni.
- Aman baba ya … Nereden geliyor aklına öyle şeyler, dur bakalım… Öyle yağma yok, seninle daha çok şey yapacağız. Şirketi boşuna mı kurduk?
- Evime, cıgıcıygımın (anneme hitaben kullandığı şifreli aşk sözcüğü) yanına dönebilecek miyim? Pako’mu (kedisi) tekrar sevebilecek miyim?
- Atilla, gelmen gerekiyor.
- Sabaha kalmaz oradayım.
Babam Atilla’yı görünce çok sevindi. Büyük bir iştahla, hastaneden çıkınca, başlayacağı inşaatın planını ve bizler için gelecek hayallerini anlatmaya başladı. Hayal de olsa, o kadar azimli biriydi ki, o ölümü bile öldürür diye düşündüm mutlulukla… Ama içimde bir şey, tarif edemediğim bir şey, sanki oğluna veda eder gibi baktığını, gözleriyle sarılıp- öptüğünü hissettirdi. İşte hayatımda ilk kez, gerçek kaybetme korkusu ile o an tanıştım, şiddetle sarsıldığımı hatırlıyorum.
Yine de inatla babama hastalığı konduramıyordum ama belli ki tedavi süresi uzayacaktı. İçimde nedensiz bir kıpırtı, nedeni boşlukta bir huzursuzluk, inatla geceleri uyutmuyordu. Eskimiş bir çınardan düşen yaprak gibiydim, kupkuru bir çaresizlik içinde sessizce acılanıyordum. Sanki bilmediğim bir şeyler olacaktı, öyle ki o yüzden her şey kıpırdıyordu, her şey sallanıyordu... Sürekli dua ediyordum, Ya Şafi … Ya Şafi ..
27 Nisan’da, gece yarısı 03.00 sıralarında, Atilla beni aradı. Sanki o telefonu bekliyordum. Korkuyla açtım,
- Abla, babamı yoğun bakıma alıyorlar. Orada, yüksek basınçlı oksijen verecekler. Satürasyonu hala istenilen seviyede değil, rahat nefes alamıyor…
İçimde binlerce eskimiş isyan, zehirli oklarını, her şeyin yolunda gideceği inancıma saplıyor, bin şiddetinde bir deprem ışıklar yağarken beni karanlığa sürüklüyordu. Üstelik, aklımın içinde her şey avaz avaz bir ritimde ‘YA’ diye bağırıyordu…
- Ya ona bir şey olursa…
- Ya iyileşmezse…
- Ya seni bırakırsa…
- Ya ölüyorsa… Bensiz ölüyorsa…
Baba, bensiz ölemezsin … İzin vermem buna … Asla!
Doktor telefonda, nedensiz bir sakinlikle, babamın yoğun bakımda daha rahat iyileşeceğini söyledi. Yani İYİLEŞECEĞİNİ söyledi. Babamı en son o gece gördüm.
Bu kez doktor telefonda, entübe riskinden söz etti. Kesinlikle hayır dedim… Geçirdiği büyük by-pass ameliyatı ve metal kalp kapakçıkları yüzünden dayanamaz ölür. Hem ne oldu da, ayakta bıraktığımız adam, dört günde entübe olacak seviyeye geldi? Ne yanlış gitti? İlk geldiğimiz günden beri, bu hafta sonu çıkar denen adam, ne ara bu kadar karanlığa yürüdü? Ayrıca, Aktemra diye yeni bir ilaçtan ve kök hücre tedavisinden de söz ediyorlar, bu tedaviler vardı da neden beklediniz? Virüs gibi, siz de insan mı seçiyorsunuz?
Derin bir kuyuya düşüyorum … Burada her şey ağır ritimde… Sesimi duymuyorlar, bakıyorlar ama görmüyorlar… Yüreğimden yaşlar boşalıyor. Yüreğim karanlık … Yüreğim ürkek.
Bir yanardağ büyüyor içimde… Umutlu bir şey karşısında kaybolmuş gibiyim…
Allah’ım yardım et ..
30 Nisan
Babamın kalbi durmuş… Babamın kalbinde ben de durdum, öyle ki yeryüzü sanki kollarıma düşmüş… Çocukluğum, gençliğim, özlemlerim, aylar günler, saatler, hepsi ölü düşlere bulaşmış.. Doktor, yine de çabalarımıza karşılık verdi geri geldi diyor ama, bir acı sağanağında sırılsıklamım. Annemin gözlerine bakamıyorum.
01 Mayıs
Hastaneden çağırıyorlar durumu iyi değilmiş. Babam ölüyor…
Dünya, dostlar, Pako, anne…. Babam ölüyor. Benim daha önce hiç babam ölmedi… Çünkü babalar ölmez. Onlar hep çocuklarının yanında kalır, onları korurlar. Baba, çınar ağacıdır. Gölgesi derin huzur dolu bir çınar ağacı. Baba, atadır … Baba sebeb-i candır. Ahhh… Gitme babacığım, kolumu – kanadımı kırma, ben sensiz ne yaparım…
Atilla ve ben, hastanenin yoğun bakım servisi E koridoru kapısında bekliyoruz. Babama kalp masajı yapıyorlar…
- Yalvarırım içeri alın, siz masaj yaparken elini tutayım. Yanında olduğumu
anlayacak.
Dakikalar geçiyor … Babamla ilgili bir haber gelmiyordu. Sanki içime ateşler sürülüyor, sokaklarımda silahlar patlıyor, kentler yağmalanıyordu.
Ey ölüm kudretine kim dayanabilir? Bir tek babam! Babacığım daha önce yaptığın gibi, öldür ölümü. Ayağa kalk, bana sarıl … Kalbimi öp… Bir daha bir daha öp… Koru beni kötülüklerden...
Ahhh… Delik deşik umutlarım, kanımda kudurmuş korkular… Nefes alamıyorum. Ama baba, sen nefes al … Nefes al…
- Maalesef…
Maalesef? Ne maalesef? Günlerdir içimde korkuyla sakladığım acının kilidi, patlarcasına açıldı, sanki bir kuyunun başında hayatın köklerini çekiyorum.
Ey hayat!
Ölüme kılıç çekilir mi… Her şey yeniden yazılır mı… Yürek yıkılınca kader idam edilir mi…
- Hani sen benden vazgeçmezdin babacığım … Hani daha ‘çoklar’ vardı...
Ey kader, nasıl bir acı şırınga ediyorsun ömrüme… Neresinden asıyorsun gözyaşlarımı… Islak bir rüzgar neden bu kadar hızlı yol alıyor… Bak, her şey nasıl da geride kalıyor… Ben bile… Aklımda binlerce düşünce beni böyle yumruklarken, ben seni nasıl geride bırakırım babacığım? Bırakamam. Biliyorum, bir gün görüşeceğiz. O güne kadar, seni beklemekten hiç vaz geçmeyeceğim.
Ahhh… Hayat her an yırtılabilecek incecik bir zar, ağır kanatlı bir yangın... Bazen akıntıların yıkadığı, kalın uykuların bölündüğü, ışığın kırıldığı bir yangın… Bazen bir katil, vurmuş alnından huzuru… Bazen yalnızlık, pişmanlık… Babacığım, seni üzdüğüm zamanlar için affet beni, n’olur affet.
Ey maestro, sen söyle nasıl başlarsın hayata… Seç bir yalanı…
Tut kendini… Unut…
Düş artık, düşlerden öteye düş…
Taş, sellerden öteye taş, göllerden, denizlerden öteye… Yırt atlas gibi gökyüzünü tam ortasından, as kendini…
Ahhh… Zamansız ölümler eşiğinde, zamansız karanlık giydim, yüreğim sonsuzluk kadar yorgun. Sonsuzluk kadar yorgunum...
Bu gece, saat tam 21.00’de babam öldü… Doktor öyle söyledi. Oysa her şeyin düzeleceğine, mucizelerin bizi bulacağına öyle inanmıştım ki...
01 Nisan 2021 akşamı...
Evde akşam yemeği hazırlıkları var. Henüz birkaç dakika önce içeri girdim. Doğru banyoya… Haaa, bu arada! Annemin gözünde hala çocuğum. Yirmili yaşlarımda buna acayip bozulurdum ama şimdi buna bayılıyorum… Alışıldığı üzere, annem her zamanki gibi sesleniyor,- Billur, üzerini değiştir, masaya gel...
İçimde gıdık gıdık gülümseme… Anne sözü yere düşmez. Üzerimi çarçabuk değiştirip, mis gibi yemek kokusuna doğru neredeyse tavşan çevikliğinde seyirtiyorum. Babamın en sevdiği haber kanalı açık, en sevdiği yemek ‘bol limonlu zeytinyağlı pırasa’ özenle pişip sofrada yerini almış, ama hayret, babam henüz yerine oturmamış. Babam demişken, babam 85 yaşında, sorsanız 18 diyor. Doğru da, çünkü neredeyse benden daha hızlı merdivenleri çıkıyor, üstelik asansörü de sağlıksız buluyor. Konu- komşu ‘demir dede’ diyor ona. Dahası, mesleği dahil (inşaat) tüm matematik hesaplarını, akıldan yanlışsız yapıyor. Eski toprak ne de olsa. Askerliğini süvari birliğinde yapmış. Anlata anlata bitiremez o günleri. Atı, Duman’ı hala çok özlüyor. Gerçekten çok zor bir hayatı olmuş ama bugünlerde tek sıkıntısı, yorgunluk hissi. Bir iki gündür sürekli uykusunun geldiğinden, yorgun hissettiğinden şikayet ediyor. Sanırım doğal bir şey bu, çünkü sinovac aşısının ikinci dozunu, 28 Mart’ta oldu ve duyduğuma göre, aşı birkaç gün yorgunluk hissi verebiliyormuş. Ama şükür ateşi ya da başka bir olumsuz hastalık belirtisi yok.
- Anneciğim, baboşum nerede?
- Çağırdım ama, ‘siz yemeğe başlayın, ben biraz uzanayım, sonra yerim’ dedi.
Hani insanın içine nedensiz bir ateş düşer ya… Düştü… Olmaz dedim huysuzlanarak, bir tuhaflık var, çünkü babam yemek saatinde herkesi bir arada ister. Seslenerek, hızla odasına daldım…
- Babişşşş… Yemek vakti!
Yattığı yerden gözlerini aralar gibi oldu, ani bir refleksle elimi alnına koydum. Alev alev yanıyordu ve neredeyse kendinde değildi. Korkuyla hazin bir sonun başlangıcında olduğumu düşündüğümü hatırlıyorum, acı bıçağını kalbime- ruhuma öyle derin sapladı…
Ambulans 10- 15 dakika içinde geldi. Bakırköy Sadi Konuk hastanesine vardığımızda, acil servis hınça hınç doluydu. Kan testi, tomografi darken, saat 20.00’den gece yarısı 01.00’a dek orada bekledik. Bu arada babama rahatlaması için verilen serum iyi gelmişti. Onu öyle canlanmış görünce, niye her şeyin en kötüsünü düşünüyorum diye kızdım kendime. Babacığımın bakarken bile seven gözlerine sarıldım, yanak çukurlarını doyasıya öptüm, baba kokusunu defalarca şükür ederek içime çektim. İnsanın anne- babasıyla, kardeşleri ile birlikte büyümesi, huzur içinde beraber yaşlanması ne büyük şans. Belki de babam, sadece rüzgarda kalmış, üşütmüştür diye düşündüm. İçimde umudun beslediği derin sevgiyle, o bildik ritüelimizi fısıldadım kulağına;
- Canım babacığım, seni çok seviyorum, bak burada her zamanki gibi senin yanındayım. Biliyorsun, biz yan yanayken, birlikteyken bize hiçbir şey olmaz.
O anda gözlerimin içine baktı… Taaa içine... Sesinde öyle bir minnet vardı ki, utandım kendimden.
- Allah senden razı olsun kızım…
Düşünsenize, dünya ne kadar korkutucu, ne kadar üzücü, insana ait değerler- insan, ne kadar savrulmuş… Elinize minicik bir parçanız doğuyor, ömrünüzü ona adıyorsunuz, yemiyor yediyor, içmiyor içiyorsunuz ama sizin desteğe ihtiyacınız olduğunda, tam da olması gerektiği gibi, yanınızda oldukları için minnet duyuyorsunuz. Biz Y kuşağı, dünyayı bu kadar mı grileştirdik, duyguları –değerleri bu kadar mı çürüttük? Sebeb-i hayatımız olan, bize can veren ana- babalarımız neden böyle hissediyor? Ne utanç verici, acaba hürmetimde- sevgimde bir eksiklik mi yaptım babama karşı…
Bu düşünceler içinde, kalbim delik deşik, baba dedim, yutkunarak. Ama duygularım o kadar büyüktü ki, kelimeleri giyemedi. Sadece, tüm ruhumla, tüm varlığım, sevgimle kocaman öptüm. Yüzüne yayılan gülümse bugün gibi aklımda. Sanırım, evlat sevgisi öyle kıymetli bir şey ki, en büyük korkuları dindirebiliyor, azaltabiliyor. Dayanma gücü veriyor. Allah'ım diye dua ettim, sakın beni babamın yokluğu ile sınama. Şimdi değil. Buna dayanamam.
Acil serviste babam yaşlarında bir adam, yalnız başına sedyede yatıyor, etrafına korkulu gözlerle bakıyordu. Hemşirelere üşüyorum diye seslendi, ama sesini duyuramadı. Tamam amca, duydum seni dedim. Biraz su içirip, üzerini örttüm.
- Amca yalnız mısın?
- Oğlumu bekliyorum. Beni hastaneye sevk edecekler. Saatlerdir buradayım.
- Neden, neyin var?
- Covidmişim.
- Aşın yok mu?
- Var… Bilmiyorum ki kızım... Evden dışarı çıkmadım bile...
Gözlerindeki derin çaresizlik içimi acıtmıştı, ama maalesef babamda, aşının ikinci dozunun beşinci gününde, covid pozitif çıkmıştı. Hastanedeki nöbetçi doktor, babamın akciğerlerinde enfeksiyon bulgusuna rastlandığını, bu yüzden de hastaneye sevkinin şart olduğunu söyledi. Bu sırada, adının Sait olduğunu öğrendiğim amcanın da gönderileceği hastane belli olmuştu. Ambulansta, yan yana Yeşilköy pandemi hastanesine doğru yol alırken, babam ve Sait amca hastalık sanki kendilerine hiç değmemiş gibi, gelecek günlerden, yeni projelerden konuşuyorlar, birbirlerine tavsiyede bulunuyorlardı. Üstelik, babam o sırada, o kadar rahatlamış görünüyordu ki, Allah’a tekrar şükür ettim. İki üç güne hastaneden çıkarız diye düşündüm, huzurla.
Hastane odasında geçen günler…
Maalesef, babamın ateşi tekrar yükselmişti. İlk birkaç gün yüksek ateş nedeni ile kendini kontrol etmekte güçlük çekiyor, bu yüzden serum ve ilaç vermek için koluna takılan kateterleri koruyamıyordu. Her iki kolu yeni damar yolu açmak için kullanılan iğneler yüzünden delik- deşik, dahası mosmor olmuştu. Çektiği acı karşısında, o kadar çaresizdim ki, o acıları yüklenmek için hayatımı verirdim. Ama ne yazık ki, böyle bir durumda hayatınız pazarlık konusu bile olamıyor, çünkü, o azametli çaresizlik karşısında hayatınız metelik etmiyor.Hastanede, bize verilen oda ferah bir yer. Arada bir rüzgarla birlikte, hoş olmayan koku gelebiliyor ama sorun değil. Babamla yan yana olmak, yanında olabilmek bana yetiyor. Bizim oda, bahçeye bakan kapının hemen yanında, ama odanın dışına çıkmak yasak, çünkü covid bulaş riski var. Babamın tedavisini üstlenen doktorun adını bir türlü öğrenemedim, söylemiyorlar. Doktor hanım diye konuşuyorum bizim odaya uğradığında. Gerçi sorulara da cevap vermekten pek hoşlanmıyor, ‘’Tıp eğitimi almadığınıza göre anlattıklarımı anlamazsınız. Biz yapılacakları yapıyoruz’’ diyor. Bu çok komik bir üstencilik ama, pandemi nedeni ile yaşadıkları zorlu süreç yüzünden susuyorum.
Üstelik elbetteki derdim, beni pışpışlamaları değil, ama sorularıma cevap almak, tedavi sürecinin gidişatı hakkında bilgilenmek benim hakkım. Bereket, sağlık bakanlığının kurduğu E- Nabız var. Oradan, babama uygulanan tedaviyi, konusunda uzman doktor arkadaşlarımla paylaşıp, gidişat hakkında net bilgiler alıyorum. Arkadaşlarımdan Prof. Dr. Öykü Özkaya (mükemmel bir kalp doktorudur) ısrarla, ciğer tomografisinin tekrarlanmasını ya da en azından seyyar cihazla ciğer filmi çekilmesini, tedavinin de bu çıkan sonuca göre devam etmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaptırmayı bir türlü başaramadım. Çünkü babamın hastanede görevli doktoru bu görüşe katılmıyor, enfeksiyon var olmaz diyor. Durumla ilgili, sağlık bakanlığına kadar aradım, ama maalesef sonuç alamadım.
Keşke babamı özel hastanede tedavi ettirecek kadar param olsaydı, o zaman eminim sistem pervane olurdu. Üstelik tedavi sırasında verilen ilaçlardan da şikayetçiyim, net bir şekilde babamı güçsüz bırakıyor. Ama doktorlar, bakanlık protokolu deyip çözüme yanaşmıyor. Babam, canım, sebeb-i hayatım gözlerimin önünde eriyor. Ahhh… Babacığım, ben çocukken düştüğümde yaptığın gibi, seni kucağıma alsam, öpsem, öpsem.. geçer mi bu illet? Diner mi acıların?
17 Nisan’da bizi karşı odaya aldılar, çünkü babamın satürasyonu hızla düşüyor, bu yüzden oksijen cihazına bağladılar. Kimse gidişatla ilgili olumsuz bir şey söylemiyor ama bu durum beni ürkütüyor. Üstelik geceleri, hastalığın şiddeti bir şekilde artıyor. Ne babam uyuyabiliyor ne de ben. O kadar zorlanıyor ki, çektiği sıkıntıyı tüm hücrelerimde hissediyorum. Boğuluyorum.
Ama her şeye rağmen umuda sarılmak gerek, çünkü ancak umut, korkularımızı azaltabilir. Ahhh umut, sen insan için ne güzel bir armağansın.
Gündüzleri, gecenin kabusunu geride bırakıp, baba kız, birlikteliğin tadını çıkarırcasına gün boyu geçmiş dünlerden, gelecek günlerden konuşuyoruz. Elbette sadece ben değil, tüm aile, kardeşlerim, annem hatta kedilerimiz, babamın arkadaşları hastaneye gelemeseler de (yasak, kimseyi almıyorlar) görüntülü telefon sistemi üzerinden iyilikler sevgiler gönderiyorlar, onu yalnız bırakmıyorlar. Bu durum babamı mutlu ettiği kadar bariz bir şekilde içindeki özlemi ve kavuşamama korkusunu da büyütüyor.
- Kızım, ölürsem annemin yanına gömün beni.
- Aman baba ya … Nereden geliyor aklına öyle şeyler, dur bakalım… Öyle yağma yok, seninle daha çok şey yapacağız. Şirketi boşuna mı kurduk?
- Evime, cıgıcıygımın (anneme hitaben kullandığı şifreli aşk sözcüğü) yanına dönebilecek miyim? Pako’mu (kedisi) tekrar sevebilecek miyim?
Erkek kardeşim geliyor.
İş yerinden aldığım izin sürem doldu ama babamın tedavisi sürüyor, onu yalnız bırakmam mümkün değil. Erkek kardeşimin İstanbul’a gelmesi şart ama o da Bodrum’da bir reklam filmi çekiyordu, inşallah bitmiştir.- Atilla, gelmen gerekiyor.
- Sabaha kalmaz oradayım.
Babam Atilla’yı görünce çok sevindi. Büyük bir iştahla, hastaneden çıkınca, başlayacağı inşaatın planını ve bizler için gelecek hayallerini anlatmaya başladı. Hayal de olsa, o kadar azimli biriydi ki, o ölümü bile öldürür diye düşündüm mutlulukla… Ama içimde bir şey, tarif edemediğim bir şey, sanki oğluna veda eder gibi baktığını, gözleriyle sarılıp- öptüğünü hissettirdi. İşte hayatımda ilk kez, gerçek kaybetme korkusu ile o an tanıştım, şiddetle sarsıldığımı hatırlıyorum.
Yine de inatla babama hastalığı konduramıyordum ama belli ki tedavi süresi uzayacaktı. İçimde nedensiz bir kıpırtı, nedeni boşlukta bir huzursuzluk, inatla geceleri uyutmuyordu. Eskimiş bir çınardan düşen yaprak gibiydim, kupkuru bir çaresizlik içinde sessizce acılanıyordum. Sanki bilmediğim bir şeyler olacaktı, öyle ki o yüzden her şey kıpırdıyordu, her şey sallanıyordu... Sürekli dua ediyordum, Ya Şafi … Ya Şafi ..
27 Nisan’da, gece yarısı 03.00 sıralarında, Atilla beni aradı. Sanki o telefonu bekliyordum. Korkuyla açtım,
- Abla, babamı yoğun bakıma alıyorlar. Orada, yüksek basınçlı oksijen verecekler. Satürasyonu hala istenilen seviyede değil, rahat nefes alamıyor…
İçimde binlerce eskimiş isyan, zehirli oklarını, her şeyin yolunda gideceği inancıma saplıyor, bin şiddetinde bir deprem ışıklar yağarken beni karanlığa sürüklüyordu. Üstelik, aklımın içinde her şey avaz avaz bir ritimde ‘YA’ diye bağırıyordu…
- Ya ona bir şey olursa…
- Ya iyileşmezse…
- Ya seni bırakırsa…
- Ya ölüyorsa… Bensiz ölüyorsa…
Baba, bensiz ölemezsin … İzin vermem buna … Asla!
Doktor telefonda, nedensiz bir sakinlikle, babamın yoğun bakımda daha rahat iyileşeceğini söyledi. Yani İYİLEŞECEĞİNİ söyledi. Babamı en son o gece gördüm.
Yoğun bakım günleri
Artık yanına giremiyoruz, göremiyoruz. Her gün bir kere, belli saatte arayıp, durumu hakkında bilgi veriyorlar. İyi de teknoloji çağındayız, bu aramayı görüntülü yapsalar ne olur? Babamı biliyorum, onun hassas kalbine yalnızlık iyi gelmez, terk edilmişlik hissi verir, ‘’çocuklarımın onca tanıdığı insan var, isteseler gelirlerdi, demek ki benden vaz geçtiler’’ diye düşünür. Ahhh babacığım, hayatımı veririm senin için … Hiç vazgeçer miyim… Peki neden anlamıyorlar, neden bu kadar umarsızlar.Bu kez doktor telefonda, entübe riskinden söz etti. Kesinlikle hayır dedim… Geçirdiği büyük by-pass ameliyatı ve metal kalp kapakçıkları yüzünden dayanamaz ölür. Hem ne oldu da, ayakta bıraktığımız adam, dört günde entübe olacak seviyeye geldi? Ne yanlış gitti? İlk geldiğimiz günden beri, bu hafta sonu çıkar denen adam, ne ara bu kadar karanlığa yürüdü? Ayrıca, Aktemra diye yeni bir ilaçtan ve kök hücre tedavisinden de söz ediyorlar, bu tedaviler vardı da neden beklediniz? Virüs gibi, siz de insan mı seçiyorsunuz?
Derin bir kuyuya düşüyorum … Burada her şey ağır ritimde… Sesimi duymuyorlar, bakıyorlar ama görmüyorlar… Yüreğimden yaşlar boşalıyor. Yüreğim karanlık … Yüreğim ürkek.
29 Nisan
Lanet olsun, uyarılarıma rağmen babamı entübe etmişler …Bir yanardağ büyüyor içimde… Umutlu bir şey karşısında kaybolmuş gibiyim…
Allah’ım yardım et ..
30 Nisan
Babamın kalbi durmuş… Babamın kalbinde ben de durdum, öyle ki yeryüzü sanki kollarıma düşmüş… Çocukluğum, gençliğim, özlemlerim, aylar günler, saatler, hepsi ölü düşlere bulaşmış.. Doktor, yine de çabalarımıza karşılık verdi geri geldi diyor ama, bir acı sağanağında sırılsıklamım. Annemin gözlerine bakamıyorum.
01 Mayıs
Hastaneden çağırıyorlar durumu iyi değilmiş. Babam ölüyor…
Dünya, dostlar, Pako, anne…. Babam ölüyor. Benim daha önce hiç babam ölmedi… Çünkü babalar ölmez. Onlar hep çocuklarının yanında kalır, onları korurlar. Baba, çınar ağacıdır. Gölgesi derin huzur dolu bir çınar ağacı. Baba, atadır … Baba sebeb-i candır. Ahhh… Gitme babacığım, kolumu – kanadımı kırma, ben sensiz ne yaparım…
Atilla ve ben, hastanenin yoğun bakım servisi E koridoru kapısında bekliyoruz. Babama kalp masajı yapıyorlar…
- Yalvarırım içeri alın, siz masaj yaparken elini tutayım. Yanında olduğumu
anlayacak.
Dakikalar geçiyor … Babamla ilgili bir haber gelmiyordu. Sanki içime ateşler sürülüyor, sokaklarımda silahlar patlıyor, kentler yağmalanıyordu.
Ey ölüm kudretine kim dayanabilir? Bir tek babam! Babacığım daha önce yaptığın gibi, öldür ölümü. Ayağa kalk, bana sarıl … Kalbimi öp… Bir daha bir daha öp… Koru beni kötülüklerden...
Ahhh… Delik deşik umutlarım, kanımda kudurmuş korkular… Nefes alamıyorum. Ama baba, sen nefes al … Nefes al…
Hazin sonuç...
İşte, adımı sesleniyorlar, dönüp baktım… Hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum,- Maalesef…
Maalesef? Ne maalesef? Günlerdir içimde korkuyla sakladığım acının kilidi, patlarcasına açıldı, sanki bir kuyunun başında hayatın köklerini çekiyorum.
2 Mayıs… Babaya veda…
Dehşetli bir kimsesizlik kanıyor her yerde, bir cami avlusunda duyulan ezan sesinin dualarına karışıyor ağrılarım. İçimde avaz avaz çaresizlik, iklimlerin düş kırıklığını yaşıyor.Ey hayat!
Ölüme kılıç çekilir mi… Her şey yeniden yazılır mı… Yürek yıkılınca kader idam edilir mi…
- Hani sen benden vazgeçmezdin babacığım … Hani daha ‘çoklar’ vardı...
Ey kader, nasıl bir acı şırınga ediyorsun ömrüme… Neresinden asıyorsun gözyaşlarımı… Islak bir rüzgar neden bu kadar hızlı yol alıyor… Bak, her şey nasıl da geride kalıyor… Ben bile… Aklımda binlerce düşünce beni böyle yumruklarken, ben seni nasıl geride bırakırım babacığım? Bırakamam. Biliyorum, bir gün görüşeceğiz. O güne kadar, seni beklemekten hiç vaz geçmeyeceğim.
Ahhh… Hayat her an yırtılabilecek incecik bir zar, ağır kanatlı bir yangın... Bazen akıntıların yıkadığı, kalın uykuların bölündüğü, ışığın kırıldığı bir yangın… Bazen bir katil, vurmuş alnından huzuru… Bazen yalnızlık, pişmanlık… Babacığım, seni üzdüğüm zamanlar için affet beni, n’olur affet.
Ey maestro, sen söyle nasıl başlarsın hayata… Seç bir yalanı…
Tut kendini… Unut…
Düş artık, düşlerden öteye düş…
Taş, sellerden öteye taş, göllerden, denizlerden öteye… Yırt atlas gibi gökyüzünü tam ortasından, as kendini…
Ahhh… Zamansız ölümler eşiğinde, zamansız karanlık giydim, yüreğim sonsuzluk kadar yorgun. Sonsuzluk kadar yorgunum...