Bazı beyin hücreleri başkalarının aklından geçenleri okumamızı sağlıyor. DNA'ların biyolojinin yapıtaşlarını oluşturması gibi bu 'ayna' hücreler de psikolojinin yapıtaşlarını oluşturuyor. Çocuk, annesi eline bir oyuncak alıp yanına oturunca gülümser; çünkü bilir ki annesi onunla oynayacaktır. Erkek, şiddetli bir tartış madan sonra karısının araba anahtarlarını alıp çıktığını görünce irkilir; çünkü karısının bu kez gerçekten onu terkettiğini anlar. Hastabakıcı, serum takmak için yaşlı hastasının damarını ararken rahat değildir, çünkü iğnenin, hastasının canını acıttığını bilir.
Bütün bu insanlar, karşılarındakinin ne düşündüğünü nereden biliyorlar? Onların duygu ve düşüncelerini nasıl okuyorlar? Çocuk niçin annesinin evi terkedeceğini, erkek ise karısının onunla oyun oynayacağını düşünmez?
Başkalarının aklından geçenleri ''okumayı'', herkeste bulunması gereken doğal bir yetenek olarak ele alırız. Ne var ki psikologlar, felsefeciler ve sinirbilimciler insanların, karşısındakilerin davranışlarından anlam çıkartma, duygularını okuma yeteneğinin altında henüz gizini koruyan bir yön bulunduğunu düşünüyor. Son günlerde İtalyan sinirbilimcilerinden oluşan bir ekip bu doğrultuda çok önemli bir adım attılar.
Parma Üniversitesi'nden Vittorio Gallase, Giacomo Rizzolatti ve meslektaşları, düşünceleri okuma bağlamında yürüttükleri çalışmalarda yepyeni bir sınıf nöron tespit ettiler. Bu nöronların harekete geçmesi için kişinin spesifik bir işi gerçekleştirmesi gerekiyor.
Nöronlar, başka bir yönleri ile daha ilgi çekiyor. Nöronlar bir başkası da aynı işi yaptığında faaliyete geçiyor. Bilim adamları bu son özelliklerinden dolayı bunlara ''ayna'' adını verdi, çünkü nöronlar diğer insanların davranışlarını olduğu gibi yansıtıyor veya simüle ediyordu.
Bugün pek çok sinirbilimci, aralarında insanların da olduğu gelişmiş primatlarda bu nöronların başkalarının niyetlerini anlama konusunda çok belirleyici bir rol oynadığını düşünüyor. Gallese, ''Ayna nöronlar toplumsal yeteneklerimizi açıklayan mozaiğin çok önemli bir parçası olabilir''diye konuşuyor.
California Üniversitesi'nden Vilayanur Ramachandran, işi daha da ileri götürerek, ayna nöronların, insanın evrimine de ışık tuttuğuna inanıyor. Dil ve kültür konusu başta olmak üzere insan olmanın temelinde bu nöronların yattığını ileri süren Ramachandran şöyle konuşuyor: ''DNA'lar biyoloji için ne anlama geliyorsa ayna nöronlar da psikoloji için aynı anlama geliyor. Bunlar birleştirici bir çerçeve oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bugüne dek bilinmezliğini korumuş olan pek çok zihinsel yeteneği açıklamaya yarıyor.''
Gallase ve ekibi, 1990'lı yılların başlarında, makak maymunlarının beyinlerindeki nöronların faaliyetlerini kaydetmeye başladığında neye soyunmuş olduklarını bilmiyorlardı. Maymunların beyinlerinde, adına F5 dedikleri bölgedeki sinir hücrelerinin yaydığı sinyalleri izlemekle işe başladılar.
F5, planlama ve hareketten sorumlu premotor korteks adı verilen geniş bölgenin bir kısmını oluşturur. Birkaç yıl önce aynı bilim adamları F5'deki nöronların, hayvanların belirli bir amaca yönelik davranışlarda bulundukları zaman tetiklendiğini keşfetmişlerdi. Bunlar genellikle, nesneleri tutup kaldırmak, ısırmak gibi el ve ağız yoluyla gerçekleştirilen davranışlardı.
F5 hakkında daha fazla bilgi toplamak isteyen bilim adamları, maymunlara kuru üzüm, elma dilimi, kâğıt ataşı, küp ve küre şeklinde nesneleri sundular. Çok geçmeden ilginç bir olaya tanık oldular. Deneyi yapan kişinin eliyle bir nesneyi tutup, kendisine yaklaştırmasını izleyen maymunun beyninde bir grup F5 nöronunun devreye girdiği görüldü. Fakat aynı maymun bir tepsinin içinde aynı nesneyi gördüğü zaman hiçbir değişiklik olmadı. Maymunun kendisi nesneyi tutup kaldırdığı zaman aynı nöronlar harekete geçti. Böylece anlaşıldı ki bu nöronların görevi spesifik bir nesneyi tanımak değil.
Tüm Nöronlar İşbaşında
Nöronlar, reaksiyon gösterdikleri konu üzerinde epey telaşlı bir görünüm sergiler. Deneyi yapanın eliyle kuru üzümü tepsiden alması üzerine harekete geçen nöronlar, deneyi yapanın bu üzümü parmağı ile açtığı çukura bırakması karşısında herhangi bir reaksiyon vermez. Aynı nöronlar deneyi yapanın eline bir elma dilimi almasıyla yine tetiklenir, ancak dilimi tepsiye bırakmasıyla hareket durur.
Ancak daha önemlisi, maymun işi kendisi yaptığı zaman tetiklenen nöron ile aynı işi yapan insanı izleyen maymunun beyninde tetiklenen nöronun aynı olması. Böylece beyindeki motor sisteminin yalnızca hareketleri kontrol etmediği, aynı zamanda başkalarının da hareketlerini okuduğu anlaşılmış oldu.
1998 yılında Gallase, Tucson Arizona'da ''Bilinç Bilimi" isimli bir konferansta ayna nöronlar konusunda bir konuşma yaptı. Arizona Üniversitesi'nden felsefeci Alvin Goldman, bu konuşmayı ilgiyle izledi. Daha sonra Gallase'a yaklaşan Goldman, akıldan geçenleri okuyan hücreler konusunda görüş alışverişinde bulundu. Goldman Gallase'ın akıl-okuma konusunun felsefi boyutu hakkında fazla bilgi sahibi olmadığını gördü.
Akıl-okuma veya akıl teorisi, tüm sağlıklı insanların sahip olduğu bir yetenektir. İnsanların en yetenekli olduğu konu özellikle, başkalarının spesifik zihinsel durumunu yansıtma doğrultusundadır. Bunlar, başkasını ağlarken görmek ve onun üzüntülü olduğunu anlamak gibi basit duygusal durumların yanısıra, daha karmaşık zihinsel durumlar olabilir. Bir anne bebeğini kaybettiği zaman diğer annelerin boğazı düğümlenir. Bir arkadaşınızın eşi tarafından aldatıldığını duyduğunuz zaman üzüntüsünü ve öfkesini paylaşırsınız.
Şempanzeler gibi diğer primatların da diğerlerinin zihninden geçenleri okuyup okumadığı konusunda sert tartışmalar henüz sürüyor. İnsanlar söz konusu olduğunda, herkes, zihin okuma yeteneğinin hüküm sürmekte olduğunu bilir, ancak bunun nasıl olduğu konusunda çok az şey bilinir.
Bir teoriye (bazıları teori teorisi olarak adlandırır) göre insanlar, başkalarının yaptıklarını nasıl yaptığı konusunda sağduyuya dayanan varsayımlar geliştirir. Fizikçilerin izlenebilir olayları açıklamakta yasa ve kurallardan yararlanması gibi, insanlar da başkalarının davranışlarını açıklamakta deneyimlerinden yararlanır.
Goldman gibi felsefecilerin savunduğu bir başka teori simülasyonu ön plana çıkartır. Simülasyon teorisi denen bu teoriye göre insanlar başkalarının aklından geçenleri anlamak için başkalarının düşüncelerine, duygularına ve davranışlarına öykünür. Özetle kendilerini başkalarının yerine koyar. Ayna nöronlarının keşfi ile bu teori arasında çok büyük uyum vardır.
Bu nöronların zihin okuma yeteneği ile yakından ilgili olup olmadığı konusunda kuşkular giderek güçlenirken, insanlarda ayna nöronlarının olup olmadığı sorusu daha fazla bilim adamının aklını kurcalamaya başladı. Ancak bu konuyu aydınlığa kavuşturmak çok kolay değil, çünkü insanlar beyinlerine elektrotlar bağlanmasına pek sıcak bakmıyor. Bu bilim adına bile olsa.
İtalya'da, Ferrara Üniversitesi'nden Luciano Fadiga, insanlarda da maymun beyinlerinde olduğu gibi böyle bir sistem olduğuna ilişkin bazı ipuçları elde eden ilk bilim adamı. Bunun için deneklerin elindeki spesifik kasların nasıl hareket ettiğini inceledi. Deneyin sonunda beyinde bir ayna sisteminin bulunduğunu ortaya çıkarttı ancak bunun yeri hakkında herhangi bir bilgi elde edemedi.
Bunu bazı beyin görüntüleme çalışmaları izledi. Önce Los Angeles Güney California Üniversitesi'nden Scott Grafton, Rizzolatti ile birlikte beynin temporal sulkus ve broca bölgesinde hareketlilik olduğunu ortaya çıkarttı. Los Angeles Tıp Fakültesi'nden Marco Iacoboni de broca bölgesinin etkin olduğunu teyit etti.
Sözcükleri Bulmak
Broca bölgesinin keşfi beraberinde yeni soruları da getirdi. Önce maymunlardaki F5 bölgesi, insanlardaki broca bölgesine denk düşüyor. Ancak F5 yalnızca el hareketlerine odaklıyken, broca bölgesi eskiden beri konuşma ile ilgili bir bölge olarak biliniyordu. Bu durumda ayna sistemi ile lisan arasında ne gibi bir bağlantı olduğu konusu gündeme geldi. Başka bir deyişle zihin okuma ve lisan arasındaki ilişki araştırılmaya başlandı.
Rizzolatti ve Arbib, ayna nöronlarının ''eylem''ile ''haberleşme''arasındaki açıklığı kapattığını ileri sürüyor. Aktör ve izleyici arasındaki ilişki zaman içinde gelişerek mesaj alışverişine dörüşür. Tüm haberleşme şekillerinde mesajı alan ile veren arasında ortak bir anlaşma ortamı bulunmalıdır. Rizzolatti ve Arbib, ayna nöronlarının bu görevi yerine getirdiğini ileri sürüyor.
Bilim adamları, maymunlardaki eylem tanıma ve eylem üretme merkezlerini birleştiren bölgenin, insanlardaki konuşma üretimi ile ilgili bölgeye denk gelmesinin bir rastlantı olmadığını söylüyor. Rizzolatti ve Arbib'e göre insanlarda konuşma yeteneğinin gelişmesi, broca bölgesinin maymunlardaki versiyonu olan F5 bölgesinin ayna mekanizması ile donatılması ile mümkün oldu.
Bu görüşe göre haberleşme ve bunun sonucunda konuşmanın gelişimi, başkalarının eylemlerini tanıma ve algılama yeteneğinin gelişmesine bağlı. Arbib, önce işaretlere dayalı kaba bir haberleşme şeklinin oluştuğuna, daha sonra bunun gelişerek konuşmaya dönüştüğüne inanıyor.
Ramachandran, ayna nöronlarının sanıldığından daha büyük işlevleri olduğuna dikkat çekiyor. Bilim ad¤¤¤¤¤ göre bu ilgi çekici sinir hücreleri lisan ve el hareketleri arasındaki yitik halkayı tamamlamakla kalmıyor, aynı zamanda insanlarda öğrenme, algılama, genel anlamda kültürün oluşumuna ışık tutuyor.
İnsan beyni, tam boyutlarına 150.000 yıl önce erişmekle birlikte, alet kullanma, sanat ve matematik gibi konularda becerilerini 40.000 yıl önce elde etti. Ramachandran'a göre, bunların ortaya çıkmasındaki en büyük etmen, ayna sistemleri. Bu sistemler her şeyi açıklamakta yetersiz kalmakla birlikte, açıklamakta zorlandığımız pek çok konunun temelini oluşturuyor.
Beyin Farklılıkları
Peki bir beynin diğerinden farkı ne? Önce iki cinsiyet arasındaki farka değinelim. Danimarka'da yapılan bir araştırmaya göre, erkek beyni kadınınkinden ortalama 120 gr daha ağır ve ortalama 4 milyar daha fazla nörona sahip. Ancak hemen bundan 'yani erkekler daha akıllı'sonucu çıkartmayın. Çünkü ağırlığın, beynin kapasitesine herhangi bir etkisi yok.
Örnekleyelim. Ölümünden sonra Einstein'ın beyni özel izin alınarak çıkartılmış ve incelenmiş. Ağırlığının ve büyüklüğünün herhangi bir insanın beyninden farklı olmadığı görülmüş. Aynı durum nöronlar için de söz konusu. Önemli olan bunların sayısı değil, nasıl kullanıldığı.
Özetle, kadınlara yıllardan beri yakıştırılan "saçı uzun aklı kısa" deyimi doğru değil. Gerçek şu ki, kadın ve erkek arasında zeka farkı yok. Fakat kadınların "duygusal zeka" larının daha gelişmiş olduğu ispatlandı. Yoğunluklu olarak da iş ve duygusal ilişkilerde, erkeklere göre daha başarılı kadınlar.
Ancak beyin kullanımı konusunda kadın ile erkek arasında bir takım farklılıklar var. Örneğin kadınlarda, beynin sağ bölümü baskınken, erkeklerin sol bölümü daha kuvvetli. Kadınlar kavrama, sentez yapma, hayalgücü, sanatçılık yeteneği, tutku, nefret, kin gibi duyguları daha yoğun yaşayabilirken; erkekler matematik, analiz yapma, planlama, kontrol etme, örgütleme, mantık, eleştiri gibi konularda daha başarılı oluyor.
Felsefeciler, sinirbilimciler ve konunun uzmanı olmayan kişiler bilincin/zihnin nasıl ortaya çıktığını uzun süreden beri merak ediyor. Beyin üzerine yapılan daha kapsamlı araştırmalar sonucunda yüzyıllardır akılları kurcalayan sorun çözülebilir.
Bir binyıl sona erdikten sonra yaşam bilimlerindeki yanıtlanması gereken sorular listesinin ilk sırasında şu sorunun geldiği görülüyor: Zihin (düşünce) dediğimiz bir dizi süreç, beyin adını verdiğimiz organın etkinliğiyle nasıl ortaya çıkıyor?
Aslında bu yeni bir soru değil. Yüzyıllar boyunca aynı soruya şu ya da bu şekilde farklı çözümler önerildi. Son zamanlarda bu soru hem uzmanların ¤bilişsel (cognitive) sinirbilimcilerin ve felsefecilerin- hem de zihnin, özellikle de "bilincin" kökenini merak eden başka kişilerin kafalarını kurcalıyor.
Bilinç, bugün üzerinde çok durulan bir mesele; çünkü genel anlamıyla biyoloji -özelde sinirbilim- yaşamın bir sürü sırrını gözle görülür başarıyla açığa çıkarıyor.
1990'larda -ki bu zaman dilimi "beynin on yılı" olarak adlandırılıyor- beyin ve zihin hakkında psikolojiyle sinirbilimin tüm geçmiş tarihi boyunca elde edilen bilgiden fazlası öğrenildi. Bilincin nörobiyolojik temelini aydınlatmaya yönelik verilen mücadele -buna beden-zihin probleminin başka bir türü de denilebilir- giderek güçleniyor.
Araştırmanın temel konusu "bilinç" olunca, zihni formüle etmeye çalışan kişide bu çaba yılgınlık yaratabiliyor. Bazı düşünürler, uzmanlar ve hatta amatörler sorunun yanıtlanabileceğine inanıyor. Başkaları ise yeni bilgi akışındaki inanılmaz artış sayesinde, kuram doğru ve kullanılan teknik etkin oldukça, bilimin saldırısına hiçbir problemin karşı koyamayacağı gibi baş döndüren bir hisse kapılıyorlar.
Ancak bu tartışmalar, bilincin/zihnin öğeleri olan görme ya da bellek gibi süreçleri beynin nasıl gerçekleştirdiğini açıklamaya yönelik karşılıklı fikirler öne sürülmedikçe anlamlı olamaz. Temel sorunlar ve karşı savlar.
Zihnin nasıl oluştuğuna yönelik sağlam bir açıklama belki de çok yakında yapılacak. Ancak "bilincin/ zihnin" biyolojik temelini araştıranları bekleyen önemli problemler var. İlk problem, beyin ile ondan türediğini düşündüğümüz "bilinç/zihin" arasındaki ilişkiyi kurarken hangi perspektiften bakılacağıyla ilgili.
Herhangi birinin bedeni ile beyni, başkaları tarafından gözlenebilir; oysa zihin ancak ona sahip olan kişi tarafından incelenebilir. Aynı beden ya da beyinle uğraşan farklı bireyler, o beyin ya da bedenle ilgili aynı gözlemi yapabilir; ancak karşılaştırma amacıyla, üçüncü bir şahsın herhangi bir kişinin zihnini doğrudan gözlem olanağı yoktur.
Beden ve onun bir parçası olan beyin dışa açıktır ve objektif olarak incelenebilir. Oysa zihin (düşünce) kişiye özeldir, gizlidir, içseldir ve öznel bir varlıktır. Öyleyse birinci-şahsa ait zihin ile üçüncü-şahsın bedeni arasındaki bağlantı nasıl ve hangi noktada kurulacak?
Kötümserler Ne Diyor?
Beyni incelemek için beyin taraması ve beyindeki nöronlar arasındaki elektriksel etkinliği ölçmek gibi çeşitli teknikler kullanılır. Ancak kötümserler, toplanan bir sürü verinin ancak zihin durumlarını deneştirmeye (korelasyona) yarayacağını, asıl zihin durumuna ilişkin ise bilgi veremeyeceğini düşünüyor. Onlara göre yaşayan madde üzerinde yapılan detaylı gözlemler bizi zihnin (düşüncenin) açıklamasına değil, ancak yaşayan maddenin detaylarına götürebilir.
Yaşayan maddenin, zihnin ayırtedici bir özelliği olan benlik bilincini (sense of self) -başka deyişle "zihnimdeki imgeler bana aittir ve benim perspektifimde oluşmuşlardır" düşüncesini- nasıl yarattığını açıklamak olanaksızdır. Bu sav -yanlış olmasına karşın- zihni açıklamaya çalışan birçok umut dolu araştırmacıyı sessiz bırakır.
Kötümserlere göre bilinç-zihin problemini çözmek o kadar güçtür ki, daha zihinsel süreçlerin, farklı beden durumlarıyla ya da dış dünyadaki nesnelerle ilgili neden içsel temsiller yarattığını açıklamak bile olanaksızdır (Felsefeciler zihnin bu temsil yeteneğine karşılık gelen "amaçlılık (intentionality)" gibi aklı karıştıran bir terim kullanır). Bu karşıt düşünce de yanlıştır.
Son karşıt düşünce ise şöyledir: Bilincin/zihnin nasıl ortaya çıktığını akılda tasarlamak için yalnızca incelenecek zihnin kendinden yararlanılabilir. Kendi üzerinde inceleme sürdürülen bir araç -zihin- ile araştırmayı sürdürmek hem problemin tanımını hem de çözüme yönelik yaklaşımı büsbütün karmaşık hale getirir. Bize şöyle söylenir: "Gözlemci ve gözlenen arasındaki bu çatışma nedeniyle, insan zekasının, beynin zihni nasıl oluşturduğunu tartışması mümkün değildir."
Böyle bir ikilem vardır, ancak bunun üstesinden gelinemeyecek olduğu görüşü kusurludur. Özetle, bilinç-zihin probleminin benzersiz oluşu ve bu probleme yaklaşımı karmaşık hale getiren zorluklar iki etki yaratır: Bunlar hem çözüme ulaşmaya kendini adayan araştırmacıları hayal kırıklığına uğratır, hem de çözümün bizim sınırlarımızın ötesinde olduğuna körü körüne bağlı kişileri haklı çıkarır.
Zorlukların Değerlendirilmesi
Beynin yaşayan maddesi üzerinde "zihnin tözünü" açıklamak için araştırma yapmanın olanaksızlığını düşünen kişiler, yaşayan maddeyle ilgili eldeki bilginin böyle bir son yargıya varmak için yeterli olduğunu varsayar. Ancak bu yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü nörobiyolojik olguları daha tam anlamıyla açıklayamadık.
Moleküler düzeyde nöronların ve sinir hücresi devrelerinin işlevleriyle ilgili bir sürü detayı aydınlattık. Ancak lokal bir beyin bölgesindeki sinir hücrelerinin (nöronların) grup halindeki davranışlarını henüz tam anlamıyla kavrayamadık. Farklı beyin bölgelerinden oluşan daha büyük ölçekli sistemleri de tam olarak aydınlatamadık.
Birbirinden ayrı beyin bölgeleri arasındaki etkileşimin, her bir bölgenin tek başına yaptıklarının toplamından daha karmaşık biyolojik durumlar yarattığı gerçeğini ise yeni yeni anlamaya başladık. Fiziğin biyolojik olaylarla ilgili açıklamaları da henüz eksik. Öyleyse "Bilinç-zihin problemi çözümsüzdür, çünkü beyni bütünüyle inceledik ve zihni bulamadık" savı gülünçtür.
Henüz zihnin ne nörobiyolojisini ne de onun fiziğini bütünüyle inceleyemedik. Sözgelimi, zihnin tanımı ve duyusal imgelerin zihinde nasıl kurulduğunu açıklamak için kuantum düzeyinde bir açıklama gerekebilir. Kuantum fiziğinin zihnin tasarlanmasında bir rolü olabileceği fikrini Oxford Üniversitesi'nden matematiksel fizikçi Roger Penrose ileri sürdü.
Kuantum düzeyindeki işlemler bizim bir zihne nasıl sahip olduğumuz konusunu açıklayabilir. Bilinç-zihin problemini bu kadar tuhaf karşılamamız çoğunlukla bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Bu eksiklik hayal gücünü sınırlar ve olanaklıyı olanaksız gibi gösterir.
Bilim-kurgu yazarı Arthur C. Clark "Yeterince ileri bir teknoloji sihir gibidir" demiştir. Beynin "teknolojisi" onun "sihirli" olduğunu, en azından bilinemeyeceğini düşündürecek kadar karmaşıktır. Zihinsel durumlar (mental states) ile biyolojik/fiziksel olgular arasındaki derin uçurum iki farklı bilgi edinme yöntemi arasında eşitsizlikten kaynaklanıyor: Bir yanda yüzyıllar boyunca felsefenin yöntemleriyle (içe bakışla) sağlanan kapsamlı bir "zihin" kavrayışı, öbür yanda eksik sinirsel bilgiyi kullanarak biliş*yeteneğini araştıran bilim adamlarının (cognitive scientists) çabaları.
Ancak nörobiyolojinin bu uçurumu giderememesi için bir neden göremiyorum. Bu yüzden de, biyolojik süreçlerin aslında zihin süreçlerine karşılık geldiği konusunda ısrar ediyorum. Bence biyolojik süreçler ayrıntılarıyla anlaşılınca bunun doğru olduğu görülecek. Zihnin varlığını reddetmiyorum.
Biyolojiye ilişkin gerekli her şeyi öğrenince zihin kavramının yok olacağını da söylemiyorum. Yalnızca, eşsiz ve değerli, kişiye özgü zihnin de biyolojik olduğuna ve günün birinde kişisel zihnin (düşüncenin), hem zihinsel hem de biyolojik çerçevede tanımlanabileceğine inanıyorum.
Bir Diğer Sav
Zihnin kavranmasının olanaksız olduğuna ilişkin bir başka sav da, gözlemci ile gözlenen arasındaki çatışma nedeniyle insan zekasının kendi zihni üzerinde inceleme yapamaz olduğudur. Ne var ki zihnin de, beynin de bir basmakalıp olmadığını bilmek çok önemlidir: İkisi de farklı yapısal seviyelerden oluşur; en üstteki seviyeler diğer seviyelerin incelenmesine (gözlenmesine) olanak verecek araçlar sağlar.
Örneğin dil yeteneğimiz, zihnimize, bilgiyi mantık ilkeleriyle sınıflandırmayı ve kullanmayı bahşetmiştir. Bu da gözlemlerimizin doğru ya da yanlış olduğunu açıklamak konusunda bize yardımcı olur. İnsan doğasını bütünüyle açıklamak konusunda alçakgönüllü olmalıyız.
Beynin Yaşlanması
Yaşlandıkça belleğimiz ve dikkatimizi toplama yeteneğimiz gözle görülür biçimde geriliyor. Gerçi alzheimer gibi hastalıklar nöronların ölümüne neden oluyor ama, yaşlanmanın nöronları öldürdüğü konusunda bir kanıt yok. Bu durumda araştırmacılar, zihinsel gerilemeye daha karmaşık bazı değişimlerin yol açtığı düşüncesindeler.
ABD'nin California Üniversitesi nörologlarından Mark Tuszynski ve ekip arkadaşları, bu gerilemenin nedenini ve çaresini bulmuş görünüyorlar. Yaşlı maymunların beyin hücrelerindeki küçülme sürecini geriye çevirebileceklerine inanan bilim adamları, aynı şeyin insanlar için de yapılabilmesi halinde yaşlılıkla gelen zihinsel gerilemenin önünün alınabileceğini söylüyorlar.
Araştırmacılar inceledikleri maymunlarda, iki kulak arasında ince bir şerit halinde yer alan Ch4 hücrelerindeki değişimi gözlemişler. Tuszynski, "bu hücreler, hava trafik kontrolörleri gibi, beynin daha üst bazı işlevlerini yönetiyorlar" diyor. Bu hücrelerin ölümü alzheimer hastalığının bazı belirtilerini ortaya çıkarıyor.
Dört genç ve üç yaşlı maymunun beyinlerinde bu hücreleri inceleyen araştırma ekibi, yaşlı maymunlarda, hücrelerin öldüğü konusunda bir kanıt bulamamış. Ancak yaşlı maymunların beyinlerinde p75 adı verilen bir proteini, gözlenebilecek ölçülerde içeren hücrelerin sayısında %43 oranında bir azalma saptanmış. Bu protein, hücrelerin işlevlerini yeterli bir biçimde yapmalarını sağlıyor.
Yaşlı maymunlarda bu proteini üreten hücrelerin de gençlerdeki hücrelere göre %10 oranında daha küçük olduğu gözlenmiş. Demek ki hücreler giderek küçülüyor ve bir noktadan sonra ölebilirler. Ama Tuszynski ve arkadaşları, bu süreci geri döndürmenin yolunu keşfetmişler.
Dört yaşlı maymun daha bulup, bunların beyinlerindeki Ch4 hücrelerinin yakınlarına, genetik mühendislik yoluyla, sinir büyütme faktörü (NGF) salgılamaları sağlanan hücreler yerleştirmişler. Araştırmacılar, üç ay sonra Ch4 hücrelerini incelediklerinde bunların boyutlarıyla p75 salgılama oranlarının, genç maymunlarınkine yakın olduğunu saptamışlar.
Albert Einstein, Charles Darwin, Wolfgang Amadeus Mozart ve Pablo Picasso gibi dünyayı etkilemiş dahilerin beyinlerinin nasıl çalıştığı hep merak konusu oldu. Fikirlerin dahilerin aklında ani bir şimşek çakması gibi birdenbire ortaya çıktığı bilinir. Ancak bu noktada beyinlerinin nasıl işlediği, hangi bölgelerinin kullanıldığı bir türlü saptanamadı.
Fransa Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nde yapılan deney, dahilerin beyinlerinin nasıl işlediğine ışık tuttu. Merkezde, en karmaşık matematik hesaplarını kafasından yapabilen Alman genci Rüdiger Gramm'ın beyniyle, yaşıtı 6 deneğin beyinleri incelendi. Gramm ve yaşıtlarından hesap makinesi kullanmadan bazı matematik hesapları yapmaları istendi ve beyin faaliyetleri kamerayla izlendi.
Alman gencinin beyniyle diğer deneklerin beyinlerinde harekete geçen bölgeler arasında önemli farklılıklar olduğu gözlendi. Alman genci, uzun matematik hesaplarını doğrudan belleğinde tutabiliyordu.
Deneyler, uzun süreli bir egzersizin, belli bir konuda beyinde harekete geçen bölgeleri değiştirebileceğini gösterdi. Veriler, kişilerin, yoğun bir egzersiz programının ardından, sadece bilişsel stratejilerini değil, beynin faaliyetlerini de kökten değiştirilebildiğini gözler önüne serdi.
Deney sonuçları, tüm dahilerin, "zamanının tümünü belli bir konuya ayırıp böylece farklı yetenekler ortaya koyabilen, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen manyaklar" olup olmadığı sorusunu da gündeme getirdi.
Düşünceyle Komut Verme
Pennsylvania MCP Hahnemann Medical College Philadelphia'da görevli Dr. John Chapin ve ekibi, fareler üzerinde yapılan deneyler sayesinde "düşünerek makineleri çalıştırmanın" yolunu buldular. Düşünce gücünü aktif hale getiren deney şöyle başarıldı:
6 denek faresine, bir robota bağlı olan kola basarak musluğu açıp, su açabilecekleri öğretiliyor.
Farelerin beynine elektrot bağlanıyor.
Fare, susayıp da kola basmaya karar verince, beynindeki 32 sinir hücresinin aktive olduğu gözleniyor. Bu beyin sinyalleri, elektrotlarla, bilgisayara kaydediliyor.
Bu sinyaller, bilgisayarda elektrik enerjisine çevrilip, robot kola aktarılıyor. Böylece robot, ilgili elektrik sinyallerini tanıyor.
Farelerin su içmek için basmaya alışık oldukları kol sökülüyor.
Fareler, su içmek için kola basmaya karar verdikleri zaman, beyinde oluşan dalgalar, bu kez doğrudan robota aktarılıyor.
Robot, beyinden gelen dalgaları tanıyarak musluğu açıyor. Fareler, böylece, su içmek için kola basmak zahmetinden kurtuluyor; musluğu açmak için düşünmeleri yetiyor.
Bu metod uygulamaya koyulduğunda, insanların, örneğin televizyonu açıp kapatmak, çamaşır makinesini veya klimayı çalıştırmak, lambayı yakmak için, yerlerinden kalkmalarına gerek kalmayacak. Düşünmeleri yeterli olacak. Ancak bu metodun daha önemli sonuçları da olacak. Nature Neuroscience Dergisi'ne açıklama yapan bilim adamlarına göre bu yöntemle, felçli hastaların objeleri ve kendi kaslarını bile kontrol etmeleri mümkün olacak.