Yanlış yönelimlerin temel sebeplerinden birisi, kişinin konulara 'şartlandırıldığı gözle bakışının' farkına varamaması ve dolayısıyla kendi değer yargılarının dışını görememesidir.
Oysa, yenilenme, aslen 'bakışta' yaşanan bir süreçtir! Elbette, 'tanrı' kirliliğinden arınabilenler için...
Geçmişteki karşılığıyla "tecdid" denen "yenilenme"den nasip alamayanları, Kur'an-ı Kerim, "Allah’ın inzal ettiğine tâbi olun denildiği zaman, onlar: 'Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz', derler" şeklinde tanımladıktan sonra, aynı ayette "Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler?" (Bakara:170) sorgusuyla da akıl sahiplerini, yaşadığımız sistemin her zaman geçerli bir realitesini farketmeye yönlendirir!
"Kelimeler" bir yandan düşünce kilitlerini açarken, diğer yandan o kelimelere giydirilen yanlış veya yetersiz anlamlar sebebiyle çoğu zaman perde olmuş ve hâlâ olmakta, gerçeklerin anlaşılmasına...
"Kutsal" kelimesine, "akılla keşfedilmesi gereken önemli sırlar içeren" yerine; "hakkında düşünülmeden olduğu gibi muhafaza edilmesi, değişim ve gelişimden uzak tutulması gerekli" gibi anlamlar yüklemiş insanoğlu yüzyıllar boyunca. Din konusunu "dogmatik" diye tanımlayarak, aklını yeni ufuklara ve anlayışlara kapatmış ve hâlâ da kapatmakta!
Canlı tutmak ve yaşamda görmek yerine, taşlara kazınarak veya kılıflarda saklanarak değer verildiği zannedilen "kutsallıklar" algısı, beyinleri kilitlemiş, düşünceleri bloke etmiş. Özgür düşüncenin önünde büyük bir engel olmuş.
Oysa, Kur'an-ı Kerim, gerek "işte böyle açıkça beyan eder", gerekse de "işte böyle misal vererek anlatır" ifadesinin geçtiği tüm ayetleriyle, insan için sürekli olarak "belki akledesiniz", "düşünesiniz", "farkedesiniz", diye asıl hedefi ortaya koyar. Bununla birlikte, bildirdiği hakikati göremeyiş halini de, "kalplerin ve kulakların mühürlenmesi ve gözlere perde inmesi" deyimleriyle vurgular...
İşte, çeşitli düzeylerdeki bu körlük halinden dolayı, insanoğlunun kutsal diye kabul ettiği metinlerde neyin adı geçmişse, birebir o nesnelere kilitlenmiş çoğu kez bakışlar! 'Kalp' denmişse öylece kalbe; 'el' denmişse öylece ele; 'kan pıhtısı' denmişse, öylece kana kilitlenmiş düşünceler ve 'sağırdırlar', 'dilsizdirler', 'kördürler' şeklindeki deyimlerle birebir duyu organları hakkında yargılara varılmış... 'Topraktan varettik' dendiğinde öylece toprak, 'ateşte yanar' dendiğinde öylece alev; 'bağlar bahçeler' dendiğinde doğrudan ağaçlar; 'altında ırmaklar akan' dendiğinde akarsular, ve bunlar gibi sayısız "nesne" hayal edilir olmuş; 'kapıdan girecekler' denildiğinde bahçe girişi gibi bekleyen kapılar olduğu resmedilmiş, bunlara göre senaryolar yazılmış, çizilmiş!
'Yukarı' dendiğinde gök, 'aşağı' dendiğinde yerden bahsedildiği zannedildiğinden, kâğıdın, baskının ve kitabın olmadığı binlerce yıl öncesine dair anlatımlarda 'sayfa indirdik' denince, gökten kağıtların uçuştuğuna, 'kitap verdik' denince ciltli yazılı kitapların ellerine tutuşturulduğuna; 'yukarı çıkmanın' göğe uçmak olduğuna, 'aşağı inin' dendiğinde de uzaydan dünyaya inildiğine inanılmış!
Daha da ötesi var! Düşünceden tamamen yoksun bu şekilcilik sonunda, 'rabbin çehresini görmek' dendiğinde, kaşı gözü görülecek, 'konuşur' dendiğinde ağzıyla konuşan, 'işitir' dendiğinde kulağıyla işiten, 'görür' dendiğinde gözüyle gören, 'lanet eder' dendiğinde kınayan, ve dolayısıyla bu varsayımlar karşılığında, muhteşem duyu araçlarına sahip –hatta 'hükümdar', 'melik' kelimelerine karşılık– bir "kral tanrı"yı tahayyül eder olmuş toplumlar...
Bu saydıklarım çok uzak şeyler değil; bugün dünyada önemli bir kitle gerçekten rablerine kavuşacakları günün ümidiyle böyle bir tanrının yeryüzüne inmesini beklemektedirler ki, sadece Rasûlullah'ın bildirdiği Allah'a iman edenler onun 'Deccal' olduğunu anlayabileceklerdir... Burada, "mecaz" çukurundan çıkıp sembol ve benzetmeleri doğru değerlendirebilmenin son derece önemli sonuçlar doğuran ve ebedi yaşamı ilgilendiren hayatî bir konu olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Sadece anlattığı kıssalarla veya kullandığı benzetme yollu tanımlamalarıyla değil, nesnelere işaret ederek dile getirdikleriyle dahi, Kur'an, bir ruha, bir bilince, bir anlayış ve kavrayış disiplinine yönlendirmektedir inananları! Lafzı itibariyle, nazil olduğu günün koşullarında dillendirildiği şekliyle bize ulaşmış olsa dahi, Kur'an-ı Kerim'in işaretleriyle açıkladıkları, herhangi bir dönemin anlayışıyla kayıt altına alınamayacak, zamanüstü bilgilerdir. Bu gözle bakabilirsek eğer şunu görürüz: Kur'an-ı Kerim, misal ve benzetme yollu işaretleriyle, sistemin işleyişinin kanunlarını ve insanların ihtiyacı olan şeyleri “ideal” yani “düşünsel” boyutlarıyla açıklar! İşaretlerinden gaye, inananları, gösterdiği ideale yönlendirmektir."
Kur'an-ı Kerim'in, ruhu itibariyle gösterdiği "ideali" esas alan bakışla, ondaki anlatımları, gerçeklerin anlaşılmasına işaret eden benzetme ve semboller yönüyle değerlendirebildiğimizde, anlar ve görürüz ki, onun asıl mesajını anlayabilmek için, dillendirildiği günde kullanılan kelimelere karşılık bugünün bilgisinden, biliminden ve değerlendirmelerinden yararlanmak kaçınılmazdır.
Biz, güncel bakışla gelişime açık değerlendirmelere sanki dinin icabıymış gibi kapalı kalmayı benimsemiş anlayışlara uzak olduğumuz gibi, bu değerlendirmelere mâni olmayı veya onları hiçe saymayı maharet bilen dinadamlığı(!) anlayışına da uzağız... Dinin, akıl erdirilemez dogmatik olduğu görüşündeki aydınsılar gibi de düşünmüyoruz! Çünkü 'akıl erdirmemiz' bizzat Kur'an'ın önerisidir!.. Biz, din ilminin ve modern bilimin, insanın gerçeği anlamasına ortak verileri sunduğuna ve çağımızda buluştuklarına inanıyoruz.
Düne kadar günlük konuşmalarda geçen "soya çekmek", "kan bağı" gibi deyimlerin yerini, bugün nasıl onların güncel karşılıkları olan "kalıtsal özellik, genetik bağ, DNA yapısı" gibi tanımlar aldıysa, Kur'an-ı Kerim'de "kan pıhtısından" sözedilerek işaret edilmek istenene de, aynı şekilde bugün hiç olmazsa DNA sarmalını düşünerek yaklaşabiliriz.
Günümüz biliminde "hücresel" (cellular) terimiyle işaret edilen canlı yapıya, ne kimya, ne biyoloji ne de diğer dalların birer araştırma alanı olmadığı çağlarda, "toprak veya balçık" düzeyinden ötede nasıl işaret edilebilirdi?
Jüpiter'den dahi görünmeyen gezegenimizde, sanki göğün çok uzaklarından uzanan görünmez iki elin, kardan adam yapar gibi, toprağı suyla karıp çamurdan insan heykeli yaptığı ve sonradan içine ruh diye özel bir tür nefes üfleyerek o heykeli canlandırdığı hayal ve sanısı, tanrı kirliliğinden kurtulamamış ilkel kafa yapılarınca itibar görebilecek bir inanıştır ancak.
Ne yazık ki günümüzde dahi birçok çevrede, dindar veya inançlı olmak; yüzyıllar öncesinin mecazlarından ileriye geçememiş anlayışları olduğu gibi kabullenmek, insanın yaratılışının, bastığı topraktan veya çamurdan, görünmez iki elli bir tanrı tarafından gerçekleştirildiğine "evet inanıyorum" demek sanılmaktadır.
Bunun gibi sayısız örnekler saymak mümkündür.
Yıllar öncesinde Üstad Ahmed Hulûsi, yürekte birşey yoktur, kalp denen şey "şuur"dur, kendi hakikatini fark etme bilincidir diye yazdığında mukallitler isyan etmişti; "yürek esastır, beyin değil" diye.
El, dil, kalp, göz, kulak gibi kelimelerle yapılanmış "deyimler" birebir vücuttaki organları değil, bilinçteki, kişinin bakışındaki belirli özellikleri, yaşadığı mânâları kasteder! Ne var ki, 'kalpten söylemek', 'kalp gözüyle görmek', 'kalbin açık olması', 'kalp temizliği' gibi deyimlerde olduğu gibi kalple asıl işaret edilenin 'beyin ve bilinç' olduğunun düşünülmemesi yüzünden, iş daha da ileriye götürülerek göğüsteki organın abdest alması, namaz kılması gibi işler yapması irfan mertebelerinin koşulu şeklinde kabullenilmektedir.
Kalp ile işaret edilenin şuur ve bilinç olduğunu anlamazsak, "Allah kalbinize bakar", "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir", "onların kalplerinde bir hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırmıştır" türünden ayetlerde işaret edileni, bir tanrının iç organlarımıza müdahalesi şeklinde anlayanlardan farkımız kalmaz!
İnsan vücudunda bilinç ile en yakın ilişkide olan, ortaya çıkarıcısı durumundaki organ da, tüm sinir ağının birleştiği yer olan "beyin"dir. Eğer bilinç, beyin değil de kalp dediğimiz organın çıktısı olsaydı, o zaman operasyonla gerçekleşen kalp nakilleri sonucunda neler olurdu siz düşünün! Günümüzde kalbi alınan adamlar makine kalp ile yaşıyorlar. Ne oldu yürekteki bilinç?..
Oysa, güncel gelişmelere açık bir bakışla konuları ele alabildiğimiz zaman Kur'an ve Rasûlullah öğretisindeki işaretlerin açtığı muazzam ufuklar sözkonusudur.
Modern bilim sayesinde, yakın zamana kadar görme, işitme gibi organların bizzat kendilerine atfedilen özelliklerin dahi aslında sanıldığı gibi o organların değil beynin birer faaliyeti olduğunu artık biliyoruz. Bunun sonucunda da beynin bu faaliyetini yürütebilmesi için kullanabileceği çeşitli yapay duyu araçları geliştirilmeye başlanmış, hatta daha da ileri gidilerek beyne yerleştirilen elektrotlarla duyu araçları devre dışı bırakılarak algıların yaratılması ve izlenmesi mümkün hale gelmiştir.
Aslına bakarsanız, –birkaç cümleyle değinmek gerekirse– iş sanıldığı gibi beyinde dahi bitmemektedir, ki son zamanlarda geliştirilen mikroçipler, kullanılan elektro dalgalar ve dijital enformasyon sayesinde "canlı" ile "cansız" diye bildiğimiz yapılar arasındaki sınır dahi kaybolmaya başlamıştır. Bugün artık mikro elektrotlar kullanılarak elektronik sinyallerle canlıların beynin faaliyetlerine yön verilebilmekte, ya da mikroorganizmaların (bakterilerin) genlerine dijital enformasyon yüklenerek uzun süre hafıza kartı gibi bilgiyi saklamaları sağlanabilmektedir.
İşte; bir yanda kalp dendiğinde vücuttaki organa kilitlenen bakışla "din" ve "iman" konusunun hallolduğu zannı ile mecazlar çukurunda günün gerisinde kalmak!.. Diğer yanda algının ve bilincinin sırlarını keşfederek kendini ve aslını tanımayı hedef edinebilen zamanla yarışan yenilenici bakış!.. Kim ne gaye için varsa, ona göre yönünü seçmekte elbette!..
Şu gerçeği de akıldan çıkarmayalım ki, "insan", cismi ve organlarının sayesinde değil, Allah isimlerinin bir bileşimi olarak sahip olduğu "ruhu" sayesinde "insanlık" vasfını taşır ve yeryüzü “halifesi” olma özelliğine sahiptir. Elbette bunun getirisi, mecaz ve sembolleri hakikat sanmayıp onlarla işaret edileni çözebilenler içindir!
Ves Selam
Hû!...
Oysa, yenilenme, aslen 'bakışta' yaşanan bir süreçtir! Elbette, 'tanrı' kirliliğinden arınabilenler için...
Geçmişteki karşılığıyla "tecdid" denen "yenilenme"den nasip alamayanları, Kur'an-ı Kerim, "Allah’ın inzal ettiğine tâbi olun denildiği zaman, onlar: 'Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz', derler" şeklinde tanımladıktan sonra, aynı ayette "Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler?" (Bakara:170) sorgusuyla da akıl sahiplerini, yaşadığımız sistemin her zaman geçerli bir realitesini farketmeye yönlendirir!
"Kelimeler" bir yandan düşünce kilitlerini açarken, diğer yandan o kelimelere giydirilen yanlış veya yetersiz anlamlar sebebiyle çoğu zaman perde olmuş ve hâlâ olmakta, gerçeklerin anlaşılmasına...
"Kutsal" kelimesine, "akılla keşfedilmesi gereken önemli sırlar içeren" yerine; "hakkında düşünülmeden olduğu gibi muhafaza edilmesi, değişim ve gelişimden uzak tutulması gerekli" gibi anlamlar yüklemiş insanoğlu yüzyıllar boyunca. Din konusunu "dogmatik" diye tanımlayarak, aklını yeni ufuklara ve anlayışlara kapatmış ve hâlâ da kapatmakta!
Canlı tutmak ve yaşamda görmek yerine, taşlara kazınarak veya kılıflarda saklanarak değer verildiği zannedilen "kutsallıklar" algısı, beyinleri kilitlemiş, düşünceleri bloke etmiş. Özgür düşüncenin önünde büyük bir engel olmuş.
Oysa, Kur'an-ı Kerim, gerek "işte böyle açıkça beyan eder", gerekse de "işte böyle misal vererek anlatır" ifadesinin geçtiği tüm ayetleriyle, insan için sürekli olarak "belki akledesiniz", "düşünesiniz", "farkedesiniz", diye asıl hedefi ortaya koyar. Bununla birlikte, bildirdiği hakikati göremeyiş halini de, "kalplerin ve kulakların mühürlenmesi ve gözlere perde inmesi" deyimleriyle vurgular...
İşte, çeşitli düzeylerdeki bu körlük halinden dolayı, insanoğlunun kutsal diye kabul ettiği metinlerde neyin adı geçmişse, birebir o nesnelere kilitlenmiş çoğu kez bakışlar! 'Kalp' denmişse öylece kalbe; 'el' denmişse öylece ele; 'kan pıhtısı' denmişse, öylece kana kilitlenmiş düşünceler ve 'sağırdırlar', 'dilsizdirler', 'kördürler' şeklindeki deyimlerle birebir duyu organları hakkında yargılara varılmış... 'Topraktan varettik' dendiğinde öylece toprak, 'ateşte yanar' dendiğinde öylece alev; 'bağlar bahçeler' dendiğinde doğrudan ağaçlar; 'altında ırmaklar akan' dendiğinde akarsular, ve bunlar gibi sayısız "nesne" hayal edilir olmuş; 'kapıdan girecekler' denildiğinde bahçe girişi gibi bekleyen kapılar olduğu resmedilmiş, bunlara göre senaryolar yazılmış, çizilmiş!
'Yukarı' dendiğinde gök, 'aşağı' dendiğinde yerden bahsedildiği zannedildiğinden, kâğıdın, baskının ve kitabın olmadığı binlerce yıl öncesine dair anlatımlarda 'sayfa indirdik' denince, gökten kağıtların uçuştuğuna, 'kitap verdik' denince ciltli yazılı kitapların ellerine tutuşturulduğuna; 'yukarı çıkmanın' göğe uçmak olduğuna, 'aşağı inin' dendiğinde de uzaydan dünyaya inildiğine inanılmış!
Daha da ötesi var! Düşünceden tamamen yoksun bu şekilcilik sonunda, 'rabbin çehresini görmek' dendiğinde, kaşı gözü görülecek, 'konuşur' dendiğinde ağzıyla konuşan, 'işitir' dendiğinde kulağıyla işiten, 'görür' dendiğinde gözüyle gören, 'lanet eder' dendiğinde kınayan, ve dolayısıyla bu varsayımlar karşılığında, muhteşem duyu araçlarına sahip –hatta 'hükümdar', 'melik' kelimelerine karşılık– bir "kral tanrı"yı tahayyül eder olmuş toplumlar...
Bu saydıklarım çok uzak şeyler değil; bugün dünyada önemli bir kitle gerçekten rablerine kavuşacakları günün ümidiyle böyle bir tanrının yeryüzüne inmesini beklemektedirler ki, sadece Rasûlullah'ın bildirdiği Allah'a iman edenler onun 'Deccal' olduğunu anlayabileceklerdir... Burada, "mecaz" çukurundan çıkıp sembol ve benzetmeleri doğru değerlendirebilmenin son derece önemli sonuçlar doğuran ve ebedi yaşamı ilgilendiren hayatî bir konu olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Sadece anlattığı kıssalarla veya kullandığı benzetme yollu tanımlamalarıyla değil, nesnelere işaret ederek dile getirdikleriyle dahi, Kur'an, bir ruha, bir bilince, bir anlayış ve kavrayış disiplinine yönlendirmektedir inananları! Lafzı itibariyle, nazil olduğu günün koşullarında dillendirildiği şekliyle bize ulaşmış olsa dahi, Kur'an-ı Kerim'in işaretleriyle açıkladıkları, herhangi bir dönemin anlayışıyla kayıt altına alınamayacak, zamanüstü bilgilerdir. Bu gözle bakabilirsek eğer şunu görürüz: Kur'an-ı Kerim, misal ve benzetme yollu işaretleriyle, sistemin işleyişinin kanunlarını ve insanların ihtiyacı olan şeyleri “ideal” yani “düşünsel” boyutlarıyla açıklar! İşaretlerinden gaye, inananları, gösterdiği ideale yönlendirmektir."
Kur'an-ı Kerim'in, ruhu itibariyle gösterdiği "ideali" esas alan bakışla, ondaki anlatımları, gerçeklerin anlaşılmasına işaret eden benzetme ve semboller yönüyle değerlendirebildiğimizde, anlar ve görürüz ki, onun asıl mesajını anlayabilmek için, dillendirildiği günde kullanılan kelimelere karşılık bugünün bilgisinden, biliminden ve değerlendirmelerinden yararlanmak kaçınılmazdır.
Biz, güncel bakışla gelişime açık değerlendirmelere sanki dinin icabıymış gibi kapalı kalmayı benimsemiş anlayışlara uzak olduğumuz gibi, bu değerlendirmelere mâni olmayı veya onları hiçe saymayı maharet bilen dinadamlığı(!) anlayışına da uzağız... Dinin, akıl erdirilemez dogmatik olduğu görüşündeki aydınsılar gibi de düşünmüyoruz! Çünkü 'akıl erdirmemiz' bizzat Kur'an'ın önerisidir!.. Biz, din ilminin ve modern bilimin, insanın gerçeği anlamasına ortak verileri sunduğuna ve çağımızda buluştuklarına inanıyoruz.
Düne kadar günlük konuşmalarda geçen "soya çekmek", "kan bağı" gibi deyimlerin yerini, bugün nasıl onların güncel karşılıkları olan "kalıtsal özellik, genetik bağ, DNA yapısı" gibi tanımlar aldıysa, Kur'an-ı Kerim'de "kan pıhtısından" sözedilerek işaret edilmek istenene de, aynı şekilde bugün hiç olmazsa DNA sarmalını düşünerek yaklaşabiliriz.
Günümüz biliminde "hücresel" (cellular) terimiyle işaret edilen canlı yapıya, ne kimya, ne biyoloji ne de diğer dalların birer araştırma alanı olmadığı çağlarda, "toprak veya balçık" düzeyinden ötede nasıl işaret edilebilirdi?
Jüpiter'den dahi görünmeyen gezegenimizde, sanki göğün çok uzaklarından uzanan görünmez iki elin, kardan adam yapar gibi, toprağı suyla karıp çamurdan insan heykeli yaptığı ve sonradan içine ruh diye özel bir tür nefes üfleyerek o heykeli canlandırdığı hayal ve sanısı, tanrı kirliliğinden kurtulamamış ilkel kafa yapılarınca itibar görebilecek bir inanıştır ancak.
Ne yazık ki günümüzde dahi birçok çevrede, dindar veya inançlı olmak; yüzyıllar öncesinin mecazlarından ileriye geçememiş anlayışları olduğu gibi kabullenmek, insanın yaratılışının, bastığı topraktan veya çamurdan, görünmez iki elli bir tanrı tarafından gerçekleştirildiğine "evet inanıyorum" demek sanılmaktadır.
Bunun gibi sayısız örnekler saymak mümkündür.
Yıllar öncesinde Üstad Ahmed Hulûsi, yürekte birşey yoktur, kalp denen şey "şuur"dur, kendi hakikatini fark etme bilincidir diye yazdığında mukallitler isyan etmişti; "yürek esastır, beyin değil" diye.
El, dil, kalp, göz, kulak gibi kelimelerle yapılanmış "deyimler" birebir vücuttaki organları değil, bilinçteki, kişinin bakışındaki belirli özellikleri, yaşadığı mânâları kasteder! Ne var ki, 'kalpten söylemek', 'kalp gözüyle görmek', 'kalbin açık olması', 'kalp temizliği' gibi deyimlerde olduğu gibi kalple asıl işaret edilenin 'beyin ve bilinç' olduğunun düşünülmemesi yüzünden, iş daha da ileriye götürülerek göğüsteki organın abdest alması, namaz kılması gibi işler yapması irfan mertebelerinin koşulu şeklinde kabullenilmektedir.
Kalp ile işaret edilenin şuur ve bilinç olduğunu anlamazsak, "Allah kalbinize bakar", "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir", "onların kalplerinde bir hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırmıştır" türünden ayetlerde işaret edileni, bir tanrının iç organlarımıza müdahalesi şeklinde anlayanlardan farkımız kalmaz!
İnsan vücudunda bilinç ile en yakın ilişkide olan, ortaya çıkarıcısı durumundaki organ da, tüm sinir ağının birleştiği yer olan "beyin"dir. Eğer bilinç, beyin değil de kalp dediğimiz organın çıktısı olsaydı, o zaman operasyonla gerçekleşen kalp nakilleri sonucunda neler olurdu siz düşünün! Günümüzde kalbi alınan adamlar makine kalp ile yaşıyorlar. Ne oldu yürekteki bilinç?..
Oysa, güncel gelişmelere açık bir bakışla konuları ele alabildiğimiz zaman Kur'an ve Rasûlullah öğretisindeki işaretlerin açtığı muazzam ufuklar sözkonusudur.
Modern bilim sayesinde, yakın zamana kadar görme, işitme gibi organların bizzat kendilerine atfedilen özelliklerin dahi aslında sanıldığı gibi o organların değil beynin birer faaliyeti olduğunu artık biliyoruz. Bunun sonucunda da beynin bu faaliyetini yürütebilmesi için kullanabileceği çeşitli yapay duyu araçları geliştirilmeye başlanmış, hatta daha da ileri gidilerek beyne yerleştirilen elektrotlarla duyu araçları devre dışı bırakılarak algıların yaratılması ve izlenmesi mümkün hale gelmiştir.
Aslına bakarsanız, –birkaç cümleyle değinmek gerekirse– iş sanıldığı gibi beyinde dahi bitmemektedir, ki son zamanlarda geliştirilen mikroçipler, kullanılan elektro dalgalar ve dijital enformasyon sayesinde "canlı" ile "cansız" diye bildiğimiz yapılar arasındaki sınır dahi kaybolmaya başlamıştır. Bugün artık mikro elektrotlar kullanılarak elektronik sinyallerle canlıların beynin faaliyetlerine yön verilebilmekte, ya da mikroorganizmaların (bakterilerin) genlerine dijital enformasyon yüklenerek uzun süre hafıza kartı gibi bilgiyi saklamaları sağlanabilmektedir.
İşte; bir yanda kalp dendiğinde vücuttaki organa kilitlenen bakışla "din" ve "iman" konusunun hallolduğu zannı ile mecazlar çukurunda günün gerisinde kalmak!.. Diğer yanda algının ve bilincinin sırlarını keşfederek kendini ve aslını tanımayı hedef edinebilen zamanla yarışan yenilenici bakış!.. Kim ne gaye için varsa, ona göre yönünü seçmekte elbette!..
Şu gerçeği de akıldan çıkarmayalım ki, "insan", cismi ve organlarının sayesinde değil, Allah isimlerinin bir bileşimi olarak sahip olduğu "ruhu" sayesinde "insanlık" vasfını taşır ve yeryüzü “halifesi” olma özelliğine sahiptir. Elbette bunun getirisi, mecaz ve sembolleri hakikat sanmayıp onlarla işaret edileni çözebilenler içindir!
Ves Selam
Hû!...