Ağaç olmadan hayatın bir anlamı olabilir mi? Onun için vurdumduymaz bir eşkıyanın güzelim ormanlarımızı küle çevirmesiyle yüreğimiz yanmaktadır. Lâfta kalmasın, yeşili koruyalım, ağacı sevelim ama her şeyden önce insanımıza ağaç ve çevre şuuru verelim!
GÖNLÜ okşayan, serinleten, haz veren, insanı diri tutan, bahşedilen çok şey var. O şeylerin kıymetini vaktiyle ya biliyor ve az da olsa değer veriyoruz ya da tamamıyla hayatımızdan söküp atıveriyoruz. Filhakîka, insanoğlunun hâfızası çoğu şeyi unutur. Kaybettiğini bulmaya çalışmak nasıl bir vicdan sızısıdır, orasını siz düşünün…
İnsan çocuklukla görüp yaşadıklarını kolay kolay unutamaz. Hâfızaya ilk yerleşen bilgiler zamanla unutulsa da vakti gelince hatırlanıyor. Çocukluğumun ilk zamanlarında yol boyunca akasya ağaçları dikilmişti. Ağaçları koparmasınlar veya hayvanlar zarar vermesin diye demir korumalıklar yapılmıştı. Şimdi o demir ızgaralıklar yok ama korunmasına yarar sağladığı ağaçlar var. Göğe uzanan iri gövdeli akasyalar neredeyse bizlerle yaşıt. Ne güzel!
İnsanın hatır gönül saydığı arkadaşları ya birer birer eksiliyor veya eski dostluklardan geriye hazin anılar kalıyor. Bir gözü kara kaymakamın toprakla buluşturduğu bu ağaçların pek azı bugünlere gelebildi. O ağaçları gördükçe, geçmişimize doğru bir yol uzanıveriyor. Öyle değil midir ya, eski virâne bir ev, konak veya biraz genişletilmiş bir eski yol, sizi nerelere kadar götürür…
Hıdrellezin kutlandığı, Mayıs ayının serinliğini hep bahar bayramı olarak geçirdiğimiz o yıllarda topraklarımızın bir kısmı ağaçlarla kaplıydı. Ağaç kültürü ve terbiyesi yeterli seviyede olmadığından sebep muhtemelen, çevremizde ekseriyetle kayısı ve iğde, evlerimizin önlerinde de kavak ağaçları bulunurdu. Bu ağaçlara birkaç ağaç çeşidi daha eşlik etse de zamanla onların çoğunun köküne kibrit suyu döküldü.
Eski âşinâ bir fotoğrafa bakarken anılar canlanıyor, yine eski filmlerde İstanbul’un mesirelik yerleri görülüyor, tek tük ağaçların gölgeliklerinde bahar ve yaz mevsiminin parıltıları yüreklere oturuyor. Beşeriyet, hayatı boyunca yakıcı güneşe rağmen kendini daima bir gölgeliğe atıveriyor.
Gölgelik, hep gölgelik… Ağaçların altında serinlik aranılmayacak bir hâlde değil ki… Ağaçlar ve yapraklarla sarmaş dolaş bir hayat rûhumuza bir sayfiye gibi işlemiş, neylersiniz? Şimdilerde insanoğlu zevkine daha da düşkün olduğundan, evini, bahçesini, evinin önünü, bağını çeşitli ağaçlarla donatıyor. Kentin inişli çıkışlı dar sokaklarından geçerken çarpık yapılanmaya rağmen yine de bir teselli bulabiliyorum. Evler âdeta birbirlerine sıkışık, yerine göre de derme çatma; bir nefeslik küçük pencereler, kısa balkonlar… İnsanın nefes alması kabil görünmese de yemyeşil bir oksijen, bu dar mekânların mutena insanlarına hayatta bir nefes aldırıyor. Hayatın güzelliğini, yaşanabilirliğini hatırlatıyor.
Birkaç metrelik alanlar… Ki o alanlarda en az iki üç ağaç boy atmış. Evlerin içini ve dışını güzelleştirdiği görülüyor. “Son yılların modası” diyebileceğimiz asmalar da pek çok evin giriş kapısının üzerine tutturulmuş. Ağaç veya profil ızgaraların üzerlerini yeşil bir örtüyle kaplamış vaziyette…
Bu görüntüleri pek de güzel bir gelişme olarak addedelim. Ancak hâlâ çocuklarımıza ağaç sevgisini verebilmiş değiliz! Bir milletin çiçekleri terki derecesinden ölçüleri imiş. Biz çiçeklere ağaçları da ekleyelim. Ağaçsız bir hayat hayâl dahi edilemez. Dünyada ağaç olmasaydı ne olurdu insanların hâli?
Dost düşman demeden, iyilik beklemeden, herkese kucak açan, yurdumuzun süsü ağaçlarımıza sahip çıkmalıyız. Ağaç bazı yerlerde bir kültürdür. Toprak ve iklimlerine göre yetişeni, yetişmeyeni var. Ağaç sevgisini nakşedip telkin eden yazılara çok ihtiyaç bulunuyor. Nesirlerinde Türkçemizi en iyi kullanan yazarlarımızdan Refik Halit Karay, “ağaç ahlâkından” söz ediyor. Ağaçla ilgili yazılarından birinde, “Aşk ve şevkle ağacı övmeliyiz; övenlerin eserleri bizde heyecan uyandırmalıdır. Hayvan muhabbeti de iyi kalpliliğe delâlet eder. Bunları seven çocuk, yarın insanlığa zarar vermeyecek bir mahlûk olacaktır” diyor. Yazar, Fransızların “Ağaçların Kitabı” isimli bir eseri olduğunu belirtiyor. Kulağa ne kadar da hoş geliyor: Ağaç ve kitap... Heyhat, hem ağaç, hem de kitap kültüründen çok uzağız!
Ülkemizde beş altı yıl kadar önce şehir giriş ve çıkışları başta olmak üzere yol boylarına ağaçlar dikildi. Sonra da öylece kadı. Yol boylarındaki ağaçların kaderi dağ başlarındaki ağaçlarla aynı. Hattâ daha da vahim! Yol üzerinde meydana gelen kazâlarda ağaçlar da zarar görüyor. Ancak en vahimi, yol genişletme çalışmaları esmasında vuku buluyor. Ağaçlar, şehir içi ve şehir dışından (çevre yolları) geçen yollarda yıllara yenik düşüyor, tekrar yollar açılıyor. Ağaçlar köklerinden sökülüyorlar. Her ne sebeple olursa olsun, ağaçlar yerlerinden sökülmemelidir. Sökülmeyeceği düşünülerek dikilmelidir. Dikilen ağacın yeri o ağaca, gölgesi de insanlara ve çobanlara aittir.
Ağaçlar üzerinden kıyamet koparmanın da lüzumu yoktur. “Yaş kesen baş keser” demişiz. Her ne sebep olursa olsun, ağaçları kesmeyelim. Meydan mı gerekiyor? Cadde veya sokak mı olacak? Varsın, iki adım, on metre veya elli metre ileriden olsun… Bir insanın serveti de, yaşadığı şehir de burada kalacak. Gelecek nesillere iyi ve güzel bir mîras bırakmak elimizde.
Ezelde sedir sohbetleri olurdu. Sözü dinlenen büyükler konuşur, diğerleri dinlerdi. Bu sohbetlerde ortaya çıkan, baş tâcı öyle güzel sözler var ki… İşte bu özlü atasözü ve deyimlerimizden ağaçlara dair bir demet:
“Ağaç yaprağıyla gürler (güzeldir)”, “Ağaç ucuna yel değer”, “Güzel kişiye söz değer, ağaç ne kadar uzasa göğe ermez”, “Ağaç yeşert, meyve getirsin; oğlan büyüt, ekmek getirsin”, “Ağaçtan maşa, abdaldan paşa olmaz”, “Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama”, “Balta değmedik ağaç olmaz”, “Bir ağaçta gül de biter, diken de”, “Çam ağacından ağıl olmaz, el çocuğundan oğul olmaz”, “Her ağaç kökünden kurur (çürür)”, “Meyve veren ağaç taşlanır”, “Ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz”, “Ağaca balta vurmuşlar, ‘Sapı bedenimden’ demiş”, “Ağaca dayanma kurur, adama (insana) dayanma ölür”, “Ağacı kurt, insanı dert yer”…
“Ağaç olmak”, “koca çınar”, “bir dikili ağacı olmamak”, “bodur kalmak”, “boğaz açmak (ağaçların dibini kazarak toprağı kabartmak)”, “balta değmemiş/girmemiş/görmemiş olmak (içinden hiç ağaç kesilmemiş, sık ve gür orman, koru)”, “dalları basmak”, “ocağına incir ağacı dikmek”...
“Ağaç”
Şair Cahit Zarifoğlu, “Ağaç” isimli şiirinin bir bölümünde ağaç, insan ve hayata dair şöyle seslenmiş: “Sabah trafik/ Çınara kim bakar/ Kim geçer dallarından/ Bahar mı geliyor/ Komşunun balkonunda/ Çamaşırlar rengârenk…”
Bir ülkenin uygarlık düzeyinde ağaç sevgisinin payı da yüksektir. Sadi, “Kim ağaç dikti ise, meyveyi o yedi. Kim tohum ekti ise, harmanı o yığdı” demiş. Kuşlar ve çiçekler ağaçların gözü ve gönlüdür. Ağaç inceliğinden, adam da kalınlığından kırılırmış, adam da, ağaç da kırılmasın!
Dikilen ağaçlar çevreye güzellik kattıkları gibi dallarından ve gövdelerinden de istifade edilir. Ağaçların sade güzelliği ömre ömür katar. Bir de meyvelerini düşünmelidir. Bu sebeple hozan kalmış bir damla suya muhtaçta olsa kıraç topraklar, hiç değilse dağ etekleri ve tepeler ağaçla buluşturulmalıdır. Ağaçlar insan için birer şifa kaynağıdırlar. İklimin düzelmesinde, yağmurun yağmasında etkilidirler. Ağaçlara dinimiz de değer vermiştir. Peygamberimiz ağaçla ilgili şöyle buyurmuştur: “Bir Müslüman bir ağaç diker veya bir bitki ederse, ondan kuş, insan veya hayvan yediğinde, bu onun için sadaka olur.” “Kıyamet kopmaya başladığında, birinizin elinde bir ağaç fidanı bulunsa, kıyamet kopmadan onu dikmeye gücü yeterse hemen diksin.”
Demek ki ağaç dikmek için ille de bir sebep gerekmiyor. Kıyamet de kopsa, ağaç dikmek insan için çok önemli diye düşünmeli.
Ağaç olmadan hayatın bir anlamı olabilir mi? Onun için vurdumduymaz bir eşkıyanın güzelim ormanlarımızı küle çevirmesiyle yüreğimiz yanmaktadır. Lâfta kalmasın, yeşili koruyalım, ağacı sevelim ama her şeyden önce insanımıza ağaç ve çevre şuuru verelim!
GÖNLÜ okşayan, serinleten, haz veren, insanı diri tutan, bahşedilen çok şey var. O şeylerin kıymetini vaktiyle ya biliyor ve az da olsa değer veriyoruz ya da tamamıyla hayatımızdan söküp atıveriyoruz. Filhakîka, insanoğlunun hâfızası çoğu şeyi unutur. Kaybettiğini bulmaya çalışmak nasıl bir vicdan sızısıdır, orasını siz düşünün…
İnsan çocuklukla görüp yaşadıklarını kolay kolay unutamaz. Hâfızaya ilk yerleşen bilgiler zamanla unutulsa da vakti gelince hatırlanıyor. Çocukluğumun ilk zamanlarında yol boyunca akasya ağaçları dikilmişti. Ağaçları koparmasınlar veya hayvanlar zarar vermesin diye demir korumalıklar yapılmıştı. Şimdi o demir ızgaralıklar yok ama korunmasına yarar sağladığı ağaçlar var. Göğe uzanan iri gövdeli akasyalar neredeyse bizlerle yaşıt. Ne güzel!
İnsanın hatır gönül saydığı arkadaşları ya birer birer eksiliyor veya eski dostluklardan geriye hazin anılar kalıyor. Bir gözü kara kaymakamın toprakla buluşturduğu bu ağaçların pek azı bugünlere gelebildi. O ağaçları gördükçe, geçmişimize doğru bir yol uzanıveriyor. Öyle değil midir ya, eski virâne bir ev, konak veya biraz genişletilmiş bir eski yol, sizi nerelere kadar götürür…
Hıdrellezin kutlandığı, Mayıs ayının serinliğini hep bahar bayramı olarak geçirdiğimiz o yıllarda topraklarımızın bir kısmı ağaçlarla kaplıydı. Ağaç kültürü ve terbiyesi yeterli seviyede olmadığından sebep muhtemelen, çevremizde ekseriyetle kayısı ve iğde, evlerimizin önlerinde de kavak ağaçları bulunurdu. Bu ağaçlara birkaç ağaç çeşidi daha eşlik etse de zamanla onların çoğunun köküne kibrit suyu döküldü.
Eski âşinâ bir fotoğrafa bakarken anılar canlanıyor, yine eski filmlerde İstanbul’un mesirelik yerleri görülüyor, tek tük ağaçların gölgeliklerinde bahar ve yaz mevsiminin parıltıları yüreklere oturuyor. Beşeriyet, hayatı boyunca yakıcı güneşe rağmen kendini daima bir gölgeliğe atıveriyor.
Gölgelik, hep gölgelik… Ağaçların altında serinlik aranılmayacak bir hâlde değil ki… Ağaçlar ve yapraklarla sarmaş dolaş bir hayat rûhumuza bir sayfiye gibi işlemiş, neylersiniz? Şimdilerde insanoğlu zevkine daha da düşkün olduğundan, evini, bahçesini, evinin önünü, bağını çeşitli ağaçlarla donatıyor. Kentin inişli çıkışlı dar sokaklarından geçerken çarpık yapılanmaya rağmen yine de bir teselli bulabiliyorum. Evler âdeta birbirlerine sıkışık, yerine göre de derme çatma; bir nefeslik küçük pencereler, kısa balkonlar… İnsanın nefes alması kabil görünmese de yemyeşil bir oksijen, bu dar mekânların mutena insanlarına hayatta bir nefes aldırıyor. Hayatın güzelliğini, yaşanabilirliğini hatırlatıyor.
Birkaç metrelik alanlar… Ki o alanlarda en az iki üç ağaç boy atmış. Evlerin içini ve dışını güzelleştirdiği görülüyor. “Son yılların modası” diyebileceğimiz asmalar da pek çok evin giriş kapısının üzerine tutturulmuş. Ağaç veya profil ızgaraların üzerlerini yeşil bir örtüyle kaplamış vaziyette…
Bu görüntüleri pek de güzel bir gelişme olarak addedelim. Ancak hâlâ çocuklarımıza ağaç sevgisini verebilmiş değiliz! Bir milletin çiçekleri terki derecesinden ölçüleri imiş. Biz çiçeklere ağaçları da ekleyelim. Ağaçsız bir hayat hayâl dahi edilemez. Dünyada ağaç olmasaydı ne olurdu insanların hâli?
Dost düşman demeden, iyilik beklemeden, herkese kucak açan, yurdumuzun süsü ağaçlarımıza sahip çıkmalıyız. Ağaç bazı yerlerde bir kültürdür. Toprak ve iklimlerine göre yetişeni, yetişmeyeni var. Ağaç sevgisini nakşedip telkin eden yazılara çok ihtiyaç bulunuyor. Nesirlerinde Türkçemizi en iyi kullanan yazarlarımızdan Refik Halit Karay, “ağaç ahlâkından” söz ediyor. Ağaçla ilgili yazılarından birinde, “Aşk ve şevkle ağacı övmeliyiz; övenlerin eserleri bizde heyecan uyandırmalıdır. Hayvan muhabbeti de iyi kalpliliğe delâlet eder. Bunları seven çocuk, yarın insanlığa zarar vermeyecek bir mahlûk olacaktır” diyor. Yazar, Fransızların “Ağaçların Kitabı” isimli bir eseri olduğunu belirtiyor. Kulağa ne kadar da hoş geliyor: Ağaç ve kitap... Heyhat, hem ağaç, hem de kitap kültüründen çok uzağız!
Ülkemizde beş altı yıl kadar önce şehir giriş ve çıkışları başta olmak üzere yol boylarına ağaçlar dikildi. Sonra da öylece kadı. Yol boylarındaki ağaçların kaderi dağ başlarındaki ağaçlarla aynı. Hattâ daha da vahim! Yol üzerinde meydana gelen kazâlarda ağaçlar da zarar görüyor. Ancak en vahimi, yol genişletme çalışmaları esmasında vuku buluyor. Ağaçlar, şehir içi ve şehir dışından (çevre yolları) geçen yollarda yıllara yenik düşüyor, tekrar yollar açılıyor. Ağaçlar köklerinden sökülüyorlar. Her ne sebeple olursa olsun, ağaçlar yerlerinden sökülmemelidir. Sökülmeyeceği düşünülerek dikilmelidir. Dikilen ağacın yeri o ağaca, gölgesi de insanlara ve çobanlara aittir.
Ağaçlar üzerinden kıyamet koparmanın da lüzumu yoktur. “Yaş kesen baş keser” demişiz. Her ne sebep olursa olsun, ağaçları kesmeyelim. Meydan mı gerekiyor? Cadde veya sokak mı olacak? Varsın, iki adım, on metre veya elli metre ileriden olsun… Bir insanın serveti de, yaşadığı şehir de burada kalacak. Gelecek nesillere iyi ve güzel bir mîras bırakmak elimizde.
Ezelde sedir sohbetleri olurdu. Sözü dinlenen büyükler konuşur, diğerleri dinlerdi. Bu sohbetlerde ortaya çıkan, baş tâcı öyle güzel sözler var ki… İşte bu özlü atasözü ve deyimlerimizden ağaçlara dair bir demet:
“Ağaç yaprağıyla gürler (güzeldir)”, “Ağaç ucuna yel değer”, “Güzel kişiye söz değer, ağaç ne kadar uzasa göğe ermez”, “Ağaç yeşert, meyve getirsin; oğlan büyüt, ekmek getirsin”, “Ağaçtan maşa, abdaldan paşa olmaz”, “Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama”, “Balta değmedik ağaç olmaz”, “Bir ağaçta gül de biter, diken de”, “Çam ağacından ağıl olmaz, el çocuğundan oğul olmaz”, “Her ağaç kökünden kurur (çürür)”, “Meyve veren ağaç taşlanır”, “Ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz”, “Ağaca balta vurmuşlar, ‘Sapı bedenimden’ demiş”, “Ağaca dayanma kurur, adama (insana) dayanma ölür”, “Ağacı kurt, insanı dert yer”…
“Ağaç olmak”, “koca çınar”, “bir dikili ağacı olmamak”, “bodur kalmak”, “boğaz açmak (ağaçların dibini kazarak toprağı kabartmak)”, “balta değmemiş/girmemiş/görmemiş olmak (içinden hiç ağaç kesilmemiş, sık ve gür orman, koru)”, “dalları basmak”, “ocağına incir ağacı dikmek”...
“Ağaç”
Şair Cahit Zarifoğlu, “Ağaç” isimli şiirinin bir bölümünde ağaç, insan ve hayata dair şöyle seslenmiş: “Sabah trafik/ Çınara kim bakar/ Kim geçer dallarından/ Bahar mı geliyor/ Komşunun balkonunda/ Çamaşırlar rengârenk…”
Bir ülkenin uygarlık düzeyinde ağaç sevgisinin payı da yüksektir. Sadi, “Kim ağaç dikti ise, meyveyi o yedi. Kim tohum ekti ise, harmanı o yığdı” demiş. Kuşlar ve çiçekler ağaçların gözü ve gönlüdür. Ağaç inceliğinden, adam da kalınlığından kırılırmış, adam da, ağaç da kırılmasın!
Dikilen ağaçlar çevreye güzellik kattıkları gibi dallarından ve gövdelerinden de istifade edilir. Ağaçların sade güzelliği ömre ömür katar. Bir de meyvelerini düşünmelidir. Bu sebeple hozan kalmış bir damla suya muhtaçta olsa kıraç topraklar, hiç değilse dağ etekleri ve tepeler ağaçla buluşturulmalıdır. Ağaçlar insan için birer şifa kaynağıdırlar. İklimin düzelmesinde, yağmurun yağmasında etkilidirler. Ağaçlara dinimiz de değer vermiştir. Peygamberimiz ağaçla ilgili şöyle buyurmuştur: “Bir Müslüman bir ağaç diker veya bir bitki ederse, ondan kuş, insan veya hayvan yediğinde, bu onun için sadaka olur.” “Kıyamet kopmaya başladığında, birinizin elinde bir ağaç fidanı bulunsa, kıyamet kopmadan onu dikmeye gücü yeterse hemen diksin.”
Demek ki ağaç dikmek için ille de bir sebep gerekmiyor. Kıyamet de kopsa, ağaç dikmek insan için çok önemli diye düşünmeli.
Ağaç olmadan hayatın bir anlamı olabilir mi? Onun için vurdumduymaz bir eşkıyanın güzelim ormanlarımızı küle çevirmesiyle yüreğimiz yanmaktadır. Lâfta kalmasın, yeşili koruyalım, ağacı sevelim ama her şeyden önce insanımıza ağaç ve çevre şuuru verelim!