Müslüman Türk’ün kültüründe düşene vurmak yoktur. Kültürümüz yenileni ezmeye kazanılan zafer sonucu büyüklenmeye izin vermez. Düşene vurulmaması ise hem sağlam bir ahlakî yapının sonucudur hem de “insan” denen kıymetin kıymetini kavramayla ilgili bir keyfiyettir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” (Şeyh Edebali) anlayışı ile insan kalbini kırmayı Kâbe yıkmakla aynı sayan anlayışın kaynağı da budur.
Kültürümüzde düşene vurmak yoktur!
Yenileni ezmek paramparça etmek de yoktur!
Kültürümüz zafer karşısında büyüklenmeye de izin vermez...
Bu kültürün çocuğu olarak Osmanlı padişahları her zaferden sonra işte bunun için şükür secdesine varmış bir “ikram-ı İlâhi” olarak gördükleri zaferin şükrünü eda etmeye çalışmışlardır.
Düşene vurulmaması ise hem sağlam bir ahlakî yapının sonucudur hem de “insan” denen kıymetin kıymetini kavramayla ilgili bir keyfiyettir.
Osmanlı’yı mağluplar karşısında müsamahakâr yapan hatta hafif bir mahcubiyete düşüren sebep insan denen varlığın muhtevasına vâkıf olmasıdır.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” (Şeyh Edebali) anlayışı ile insan kalbini kırmayı Kâbe yıkmakla aynı sayan anlayışın kaynağı da budur.
Bu yüzden Osmanlı ceddimiz elinde rakipsiz güçler bulunduğu dönemlerde bile insana zulmetmemiş insanı aşağılamamış tam tersine esir ve kölelere bile “insanca” muamele etmiştir.
Bunun yüzlerce örneğini zikretmek mümkündür. Bunlardan biri tam bir ibret tablosudur.
Güçlünün zayıfı zenginin fakiri büyüğün küçüğü ezmeye çalıştığı günümüzde Namık Kemal’e “Bir zamanlar biz ne millet hem ne milletmişiz/Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz” dedirten mert duruşun bu örneğine hepimizin ihtiyacı var.
Güçlüyken köle zayıfken zalim
1910 yılları...
Osmanlı Devleti her taraftan kırpılmış. Yabancılar devlet içinde devlet olmuşlar.
En şımarıkları da Rusya... Rus Sefiri’nin iki dudağı arasından çıkan her kelime Osmanlı yönetimini hop oturtup hop kaldırır.
Osmanlı Hükümeti bıkkın lâkin derdini kime yanmalı?
Gücünün zirvesinde olduğu yıllarda yaltaklanan Rus en zayıf anında Osmanlı’yı yüreğinden vurmak için fırsat gözler durur... Osmanlı devlet ricali de bu fırsatı Rus’a vermemek için aşırı temkinli davranır bu uğurda devlet ricali bazen dokuz takla atar.
Babıâli’nin kapalı kapıları arkasında en çok duyulan cümle şudur:
“Aman aradığı bahaneyi Moskof’a vermeyelim!”
Eski Erzurum Valisi Tahsin Bey o sıralar Beyoğlu Mutasarrıfı... Hayırlı bir işe teşebbüs edip Beyoğlu’ndan Büyükdere’ye telefon hattı çektirir...
Lâkin aksilik bu ya telefon direklerinden birkaçı Rus Sefareti’nin önüne rastlamıştır…
Rus Sefiri hemen ültimatomu Babıâli’ye (hükümete) dayar:
“Ya bu direkler kaldırılır veya...”
Gerisi bir sürü tehdit tazyik vesaire...
Babıâli yine çaresizdir. Kendi topraklarına diktiği birkaç telefon direğini korumak gücünden mahrum görüntüsünden kendisi bile ürker. Zira saldırmak için Rusya’nın bahane aradığını bilmekte bu bahaneyi vermemek için tedbirli ve temkinli davranmaktadır...
Hatta zaman zaman bunu oldukça abartmaktadır.
Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey Babıâli’ye (hükümete) çağırılır:
“Vaziyet çok nazik Tahsin Bey... Rus sefiri sefaret önüne diktirdiğimiz telefon direklerinin kaldırılmasını istiyor.”
Tahsin Bey vakur ve ciddi eski zaman paşalarını andıran bir azametle dim dik ayakta. Yüzü gölgeli... “Yüreklerine bayrak dikebilecekken dikmemenin bedelidir bu!” diye düşündüğü o kadar belli ki Sadrazam ürkerek susar.
Sadrazam susunca Tahsin Bey tane tane konuşarak Sadrazam’a sorar:
“Merakımı mazur görün ama birkaç telefon direğini korumaktan âciz hallere düşmüş bir devlet lüzum hâsıl oldukta kendini nasıl koruyacaktır?”
Fakat Sadrazam Paşa böyle bir suale cevap verecek durumda değildir işi tatlıya bağlamaya çalışır:
“Canım böyle basit bir meseleyi büyütüp Rusya ile bozuşmayalım. Sefirle görüş direkleri kaldırtacağını söyle mesele kapansın gitsin.”
Tahsin Bey’in bakışları donar yüzü tastamam kararır:
“Benden cidden istenen bu mudur Sadrazam Hazretleri?”
“Beli budur. Çok kolay değil mi?”
Tahsin Bey’in başı âdeta önüne düşer. Bunu kafa sallama olarak algılayan Sadrazam yarı zorla Tahsin Bey’in elini sıkıp görevine uğurlar.
Tahsin Bey ise bir enkaza dönmüştür. Bacaklarına ağır gelen bedenini âdeta sürükleyerek Sadaretten (Başbakanlıktan) çıkar. Kendisini tanıyıp selam verenleri görmeden Sarayburnu’na yürür.
“İnsanların neden kendilerini öldürdüklerini anlayabiliyorum” diye mırıldana mırıldana saatlerce denize bakar:
“Hey koca Osmanlı bu hallerini de mi görecektim!”
Sadrazam’ı gelip rica etsin
Ertesi gün Tahsin Bey karamsar üzgün bezgin yorgun bir durumda Rus Sefareti’nin kapısındadır...
Öyle utanır ki titremektedir.
Küçülmüş bitmiştir sanki... Ayakta zor durur.
Kapıdaki görevliye maksadını söyleyip sefarete girdiği sırada Rus sefiri merdivenlerde belirmiştir. Bir an bakışırlar:
“Kim bu adam?“ diye sorar Sefir “Niçin geldi?”
Sefaret görevlisi Tahsin Bey’i tanıştırır:
“Kendileri Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey’dir şu telefon direkleri mevzuunu ekselanslarıyla görüşmeye geldiler.”
Ekselânslarının burnu Kaf Dağı’nda...
Gözleri küçümseyici duruşu alaycı...
Mutasarrıf’ı bakışlarıyla kırbaçlar gibidir.
Ama asıl kırbaç şakırtısını kelimelere gömer:
“Bir mutasarrıfla görüşmem. Söyle ona Sadrazam’ı gelip rica etsin.”
Hızla kapıdan çıkıp gider.
Tahsin Bey olduğu yerde dona kalmıştır. Yer yarılsa seve seve içine girecek kadar bıkkın bir anda buharlaşmayı isteyecek kadar yorgundur.
Derin bir utançla kızaran yüzünü indirir ateş saçan gözlerini kısar tırnakları avucuna batıp kanatıncaya kadar yumruklarını sıkar.
Dudaklarına çıkan yüzlerce kelimeyi güçlükle yutkunup tek cümle fısıldar:
“Aman Allah’ım bu günleri de mi görecektim!..”
Sendeleyerek sefaretten çıkar.
“Biz Osmanlı terbiyesi almışız düşene vurmayız!”
Yıl 1918...
Rusya’da bir yıl önce gerçekleştirilen komünist ihtilâli yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalan Beyaz Ruslardan bir grup İstanbul’a sığınmıştır...
Sefil perişan bir lokma ekmeğe muhtaçtırlar. Ancak hayırsever İstanbulluların yardımlarıyla hayatlarını devam ettirebilmektedirler.
Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey yine sahnededir. Bu sefer Beyaz Rusların arasında dolaşmaktadır. Fransızca bilen bir Beyaz Rus bulup oğluna öğretmen tutacaktır.
Birini gözü ısırınca yaklaşır. Tanıdığında ise irkilmekten kendini alamaz:
“Aman Allah’ım!”
Bu adam vaktiyle kendisini küçümseyip sefaretten kovan Rus Sefiri’nden başkası değildir. Bir farkla ki eski Sefir perişan haldedir. Üstündeki elbise çaput yumağına dönmüş avurtları çökmüş gözlerinin feri sönmüştür.
Tahsin Bey adamı alıp evine gotürür.
Yedirir giydirir.
Bir güzel ağırlar.
Cebine de hatırı sayılır miktarda para koyduktan sonra eskiye dair tek kelime söylemeden adamı uğurlar.
Yıllar sonra Tahsin Bey hadiseyi bir yakınına anlattığında yakını şu soruyu sormaktan kendini alamaz:
“Azizim vaktiyle sana yaptıklarını niçin yüzüne vurmadın?”
Tahsin Bey’in dudaklarında acı bir tebessüm yalpalar:
“Biz Osmanlı terbiyesi almışız düşene vurmayız!”
Şimdikiler hem çelmeleyip düşürür hem de vurabildikleri kadar vururlar ya aldırmayın...
“Düşenin dostu olmaz” derler ya ona da aldırmayın.
Biz düşene hep dost olduk Allah da bu yüzden bize dost oldu!
“O dost ise her şey dosttur.”
(Bediüzzaman).
Yavuz Bahadıroğlu
Kültürümüzde düşene vurmak yoktur!
Yenileni ezmek paramparça etmek de yoktur!
Kültürümüz zafer karşısında büyüklenmeye de izin vermez...
Bu kültürün çocuğu olarak Osmanlı padişahları her zaferden sonra işte bunun için şükür secdesine varmış bir “ikram-ı İlâhi” olarak gördükleri zaferin şükrünü eda etmeye çalışmışlardır.
Düşene vurulmaması ise hem sağlam bir ahlakî yapının sonucudur hem de “insan” denen kıymetin kıymetini kavramayla ilgili bir keyfiyettir.
Osmanlı’yı mağluplar karşısında müsamahakâr yapan hatta hafif bir mahcubiyete düşüren sebep insan denen varlığın muhtevasına vâkıf olmasıdır.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” (Şeyh Edebali) anlayışı ile insan kalbini kırmayı Kâbe yıkmakla aynı sayan anlayışın kaynağı da budur.
Bu yüzden Osmanlı ceddimiz elinde rakipsiz güçler bulunduğu dönemlerde bile insana zulmetmemiş insanı aşağılamamış tam tersine esir ve kölelere bile “insanca” muamele etmiştir.
Bunun yüzlerce örneğini zikretmek mümkündür. Bunlardan biri tam bir ibret tablosudur.
Güçlünün zayıfı zenginin fakiri büyüğün küçüğü ezmeye çalıştığı günümüzde Namık Kemal’e “Bir zamanlar biz ne millet hem ne milletmişiz/Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz” dedirten mert duruşun bu örneğine hepimizin ihtiyacı var.
Güçlüyken köle zayıfken zalim
1910 yılları...
Osmanlı Devleti her taraftan kırpılmış. Yabancılar devlet içinde devlet olmuşlar.
En şımarıkları da Rusya... Rus Sefiri’nin iki dudağı arasından çıkan her kelime Osmanlı yönetimini hop oturtup hop kaldırır.
Osmanlı Hükümeti bıkkın lâkin derdini kime yanmalı?
Gücünün zirvesinde olduğu yıllarda yaltaklanan Rus en zayıf anında Osmanlı’yı yüreğinden vurmak için fırsat gözler durur... Osmanlı devlet ricali de bu fırsatı Rus’a vermemek için aşırı temkinli davranır bu uğurda devlet ricali bazen dokuz takla atar.
Babıâli’nin kapalı kapıları arkasında en çok duyulan cümle şudur:
“Aman aradığı bahaneyi Moskof’a vermeyelim!”
Eski Erzurum Valisi Tahsin Bey o sıralar Beyoğlu Mutasarrıfı... Hayırlı bir işe teşebbüs edip Beyoğlu’ndan Büyükdere’ye telefon hattı çektirir...
Lâkin aksilik bu ya telefon direklerinden birkaçı Rus Sefareti’nin önüne rastlamıştır…
Rus Sefiri hemen ültimatomu Babıâli’ye (hükümete) dayar:
“Ya bu direkler kaldırılır veya...”
Gerisi bir sürü tehdit tazyik vesaire...
Babıâli yine çaresizdir. Kendi topraklarına diktiği birkaç telefon direğini korumak gücünden mahrum görüntüsünden kendisi bile ürker. Zira saldırmak için Rusya’nın bahane aradığını bilmekte bu bahaneyi vermemek için tedbirli ve temkinli davranmaktadır...
Hatta zaman zaman bunu oldukça abartmaktadır.
Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey Babıâli’ye (hükümete) çağırılır:
“Vaziyet çok nazik Tahsin Bey... Rus sefiri sefaret önüne diktirdiğimiz telefon direklerinin kaldırılmasını istiyor.”
Tahsin Bey vakur ve ciddi eski zaman paşalarını andıran bir azametle dim dik ayakta. Yüzü gölgeli... “Yüreklerine bayrak dikebilecekken dikmemenin bedelidir bu!” diye düşündüğü o kadar belli ki Sadrazam ürkerek susar.
Sadrazam susunca Tahsin Bey tane tane konuşarak Sadrazam’a sorar:
“Merakımı mazur görün ama birkaç telefon direğini korumaktan âciz hallere düşmüş bir devlet lüzum hâsıl oldukta kendini nasıl koruyacaktır?”
Fakat Sadrazam Paşa böyle bir suale cevap verecek durumda değildir işi tatlıya bağlamaya çalışır:
“Canım böyle basit bir meseleyi büyütüp Rusya ile bozuşmayalım. Sefirle görüş direkleri kaldırtacağını söyle mesele kapansın gitsin.”
Tahsin Bey’in bakışları donar yüzü tastamam kararır:
“Benden cidden istenen bu mudur Sadrazam Hazretleri?”
“Beli budur. Çok kolay değil mi?”
Tahsin Bey’in başı âdeta önüne düşer. Bunu kafa sallama olarak algılayan Sadrazam yarı zorla Tahsin Bey’in elini sıkıp görevine uğurlar.
Tahsin Bey ise bir enkaza dönmüştür. Bacaklarına ağır gelen bedenini âdeta sürükleyerek Sadaretten (Başbakanlıktan) çıkar. Kendisini tanıyıp selam verenleri görmeden Sarayburnu’na yürür.
“İnsanların neden kendilerini öldürdüklerini anlayabiliyorum” diye mırıldana mırıldana saatlerce denize bakar:
“Hey koca Osmanlı bu hallerini de mi görecektim!”
Sadrazam’ı gelip rica etsin
Ertesi gün Tahsin Bey karamsar üzgün bezgin yorgun bir durumda Rus Sefareti’nin kapısındadır...
Öyle utanır ki titremektedir.
Küçülmüş bitmiştir sanki... Ayakta zor durur.
Kapıdaki görevliye maksadını söyleyip sefarete girdiği sırada Rus sefiri merdivenlerde belirmiştir. Bir an bakışırlar:
“Kim bu adam?“ diye sorar Sefir “Niçin geldi?”
Sefaret görevlisi Tahsin Bey’i tanıştırır:
“Kendileri Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey’dir şu telefon direkleri mevzuunu ekselanslarıyla görüşmeye geldiler.”
Ekselânslarının burnu Kaf Dağı’nda...
Gözleri küçümseyici duruşu alaycı...
Mutasarrıf’ı bakışlarıyla kırbaçlar gibidir.
Ama asıl kırbaç şakırtısını kelimelere gömer:
“Bir mutasarrıfla görüşmem. Söyle ona Sadrazam’ı gelip rica etsin.”
Hızla kapıdan çıkıp gider.
Tahsin Bey olduğu yerde dona kalmıştır. Yer yarılsa seve seve içine girecek kadar bıkkın bir anda buharlaşmayı isteyecek kadar yorgundur.
Derin bir utançla kızaran yüzünü indirir ateş saçan gözlerini kısar tırnakları avucuna batıp kanatıncaya kadar yumruklarını sıkar.
Dudaklarına çıkan yüzlerce kelimeyi güçlükle yutkunup tek cümle fısıldar:
“Aman Allah’ım bu günleri de mi görecektim!..”
Sendeleyerek sefaretten çıkar.
“Biz Osmanlı terbiyesi almışız düşene vurmayız!”
Yıl 1918...
Rusya’da bir yıl önce gerçekleştirilen komünist ihtilâli yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalan Beyaz Ruslardan bir grup İstanbul’a sığınmıştır...
Sefil perişan bir lokma ekmeğe muhtaçtırlar. Ancak hayırsever İstanbulluların yardımlarıyla hayatlarını devam ettirebilmektedirler.
Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey yine sahnededir. Bu sefer Beyaz Rusların arasında dolaşmaktadır. Fransızca bilen bir Beyaz Rus bulup oğluna öğretmen tutacaktır.
Birini gözü ısırınca yaklaşır. Tanıdığında ise irkilmekten kendini alamaz:
“Aman Allah’ım!”
Bu adam vaktiyle kendisini küçümseyip sefaretten kovan Rus Sefiri’nden başkası değildir. Bir farkla ki eski Sefir perişan haldedir. Üstündeki elbise çaput yumağına dönmüş avurtları çökmüş gözlerinin feri sönmüştür.
Tahsin Bey adamı alıp evine gotürür.
Yedirir giydirir.
Bir güzel ağırlar.
Cebine de hatırı sayılır miktarda para koyduktan sonra eskiye dair tek kelime söylemeden adamı uğurlar.
Yıllar sonra Tahsin Bey hadiseyi bir yakınına anlattığında yakını şu soruyu sormaktan kendini alamaz:
“Azizim vaktiyle sana yaptıklarını niçin yüzüne vurmadın?”
Tahsin Bey’in dudaklarında acı bir tebessüm yalpalar:
“Biz Osmanlı terbiyesi almışız düşene vurmayız!”
Şimdikiler hem çelmeleyip düşürür hem de vurabildikleri kadar vururlar ya aldırmayın...
“Düşenin dostu olmaz” derler ya ona da aldırmayın.
Biz düşene hep dost olduk Allah da bu yüzden bize dost oldu!
“O dost ise her şey dosttur.”
(Bediüzzaman).
Yavuz Bahadıroğlu