Hayat zor, çok zor...
Çocuk olmak, kardeş olmak, arkadaş olmak, ağabey olmak, amca olmak, komşu olmak, dede olmak, abla olmak, baba olmak, insan olmak...
Fakat en zoru, zordan da beteri anne olmak. O hepsinden de çok zor.
Nasıl anlayabilir bir insan neyin, kimin durumunun diğerinden daha zor olduğunu?
Günümüzde bu işin kolayı var.
Fotoğraflara bakarsın!
Ama, fotoğraflarda herkes biraz yalandır.
Yalancıktan bakar, yalancıktan gülümser, yalancıktan durgundur, yalancıktan kızgın, yalancıktan üzgün, yalancıktan dalgın.
Fotoğrafı çeken parmağını deklanşöre götürürken daha, flaş patlamadan az önce, saliseler önce şöyle bir çeki düzen verilir, duruma göre hal alınır.
Üzülünür ya da mutluymuş gibi yapılır. Nedendir bilinmez ama öğrenir bütün insanlar bunu; poz vermeyi.
Fakat yine de anlatır bazen bazı fotoğraflar. Hem de bütün çıplaklığı ile insanın içindekini, ruhundakini, isyanını, yangınını, çaresizliğini.
İşte şimdi önümüzde taş gibi bir gerçek fotoğraf var.
Herkesten, Türkiye'de yaşayan milyonlardan, dünyada yaşayan milyarlardan, hepimizden daha çaresiz ve işi herkesten daha zor olan biri o fotoğrafın kahramanı.
Kahraman mı...
O fotoğraftaki Melek Hanım.
Melek Derin.
Atmış kendini evinin salonunun ortasına. Bitmiş, tükenmiş.
Bağırıyor mu, isyan mı ediyor, çaresiz mi yoksa öfkeden deliye mi dönmüş ya da hepsi mi...
Kulağı oğlu askere gideli beri televizyonda, radyoda olan Melek Hanım, bugün Şemdinli'den gelen kara haberle irkilen, herkesin bilemeyeceği, tanımlayamayacağı korkuyu iliklerinde hisseden binlerce anneden biriydi. Sabah sabah duyuldu ilk haber: Çatışma çıkmış, 8 asker şehit düşmüş, 14'ü yaralanmıştı.
Acaba sorusu bomba gibi yüreğine düşmüştü. Telefon başında, pencere başında, teselli saçmalıkları arasında saatler geçmedi. Ardından bir haber daha geldi. Yine Şemdinli'den. Mayın patlamış 2 asker daha şehit düşmüş, 2 asker de yaralanmıştı.
Dehşet büyüyordu. Yüreği parçalanacaktı beklerken.
Beklemek, hiç bir zaman böyle kanatıcı olamazdı.
Bekledi, bekledi, bekledi...
Sonra... Sonra askeri araçlar yanaştı Muğla'nın Milas İlçesi'ndeki evlerinin önüne.
Sıcacık kan gibi aktı ruhunun en anne yanları yerlere. Damarlarından boşalırken, her yanı buz kesti. Bir yumruk oldu boğazına çöktü.
10 şehitten biri onun oğluydu, Sabahattin'i, delikanlısı.
Bir annenin sevebileceği kadar seviyordu oğulcuğunu asker ocağına gönderirken.
Şimdi... Şimdi hiçbir annenin sevemeyeceği kadar seviyordu.
Çevresindeki tüm sesler yükselmişti. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Herkes kendi payına perişandı, üzgündü, çaresizdi, bir parçasını yitirmişti.
Ama o anneydi.
Anneliği bütün çıplaklığı ile, bütün şefkati ile, bütün kucaklayıcılığı ile, bütün hücreleriyle fotoğraftaydı.
Yakınları başındaydı. Kimbilir ne diyorlardı? Ne denilebilir ki?
Üzülme mi, bu da geçer mi, başın sağ olsun mu, bak oğlun şehit oldu mu? Ne?
Ağlıyordu.
Sanki kötü bir şey yapmış da çok pişmanmış gibi kendini duvardan duvara vuruyordu. Zor tutuyorlardı. Hatta tutamıyorlardı onu. Çünkü o bir anneydi. O kanlı canlı evladını az önce kaybettiğini öğrenmiş bir anneydi. Onu doğurmuştu işte, onu ilk kez o kucağına almıştı işte, onun hep en yakınındaydı işte, dahası var mı...
İşte yalancı olmayan o fotoğraf.
Poz yok, yapmacık yok, insani bir falso yok.
Çıplak gerçeğin, sarsıcı acının ta kendisi Melek Hanım.
Üstelik ve ne yazık yalnız değil bugün Melek Hanım. Aydın'da, Edirne Uzunköprü'de ve henüz acı haberin gitmediği 7 şehrimizde, 7 ilçemizde, 7 köyümüzde, 7 mahallemizde başka 7 Melek anne daha bekliyor kapılarda, telefon başlarında.
Çocuk olmak, kardeş olmak, arkadaş olmak, ağabey olmak, amca olmak, komşu olmak, dede olmak, abla olmak, baba olmak, insan olmak...
Fakat en zoru, zordan da beteri anne olmak. O hepsinden de çok zor.
Nasıl anlayabilir bir insan neyin, kimin durumunun diğerinden daha zor olduğunu?
Günümüzde bu işin kolayı var.
Fotoğraflara bakarsın!
Ama, fotoğraflarda herkes biraz yalandır.
Yalancıktan bakar, yalancıktan gülümser, yalancıktan durgundur, yalancıktan kızgın, yalancıktan üzgün, yalancıktan dalgın.
Fotoğrafı çeken parmağını deklanşöre götürürken daha, flaş patlamadan az önce, saliseler önce şöyle bir çeki düzen verilir, duruma göre hal alınır.
Üzülünür ya da mutluymuş gibi yapılır. Nedendir bilinmez ama öğrenir bütün insanlar bunu; poz vermeyi.
Fakat yine de anlatır bazen bazı fotoğraflar. Hem de bütün çıplaklığı ile insanın içindekini, ruhundakini, isyanını, yangınını, çaresizliğini.
İşte şimdi önümüzde taş gibi bir gerçek fotoğraf var.
Herkesten, Türkiye'de yaşayan milyonlardan, dünyada yaşayan milyarlardan, hepimizden daha çaresiz ve işi herkesten daha zor olan biri o fotoğrafın kahramanı.
Kahraman mı...
O fotoğraftaki Melek Hanım.
Melek Derin.
Atmış kendini evinin salonunun ortasına. Bitmiş, tükenmiş.
Bağırıyor mu, isyan mı ediyor, çaresiz mi yoksa öfkeden deliye mi dönmüş ya da hepsi mi...
Kulağı oğlu askere gideli beri televizyonda, radyoda olan Melek Hanım, bugün Şemdinli'den gelen kara haberle irkilen, herkesin bilemeyeceği, tanımlayamayacağı korkuyu iliklerinde hisseden binlerce anneden biriydi. Sabah sabah duyuldu ilk haber: Çatışma çıkmış, 8 asker şehit düşmüş, 14'ü yaralanmıştı.
Acaba sorusu bomba gibi yüreğine düşmüştü. Telefon başında, pencere başında, teselli saçmalıkları arasında saatler geçmedi. Ardından bir haber daha geldi. Yine Şemdinli'den. Mayın patlamış 2 asker daha şehit düşmüş, 2 asker de yaralanmıştı.
Dehşet büyüyordu. Yüreği parçalanacaktı beklerken.
Beklemek, hiç bir zaman böyle kanatıcı olamazdı.
Bekledi, bekledi, bekledi...
Sonra... Sonra askeri araçlar yanaştı Muğla'nın Milas İlçesi'ndeki evlerinin önüne.
Sıcacık kan gibi aktı ruhunun en anne yanları yerlere. Damarlarından boşalırken, her yanı buz kesti. Bir yumruk oldu boğazına çöktü.
10 şehitten biri onun oğluydu, Sabahattin'i, delikanlısı.
Bir annenin sevebileceği kadar seviyordu oğulcuğunu asker ocağına gönderirken.
Şimdi... Şimdi hiçbir annenin sevemeyeceği kadar seviyordu.
Çevresindeki tüm sesler yükselmişti. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Herkes kendi payına perişandı, üzgündü, çaresizdi, bir parçasını yitirmişti.
Ama o anneydi.
Anneliği bütün çıplaklığı ile, bütün şefkati ile, bütün kucaklayıcılığı ile, bütün hücreleriyle fotoğraftaydı.
Yakınları başındaydı. Kimbilir ne diyorlardı? Ne denilebilir ki?
Üzülme mi, bu da geçer mi, başın sağ olsun mu, bak oğlun şehit oldu mu? Ne?
Ağlıyordu.
Sanki kötü bir şey yapmış da çok pişmanmış gibi kendini duvardan duvara vuruyordu. Zor tutuyorlardı. Hatta tutamıyorlardı onu. Çünkü o bir anneydi. O kanlı canlı evladını az önce kaybettiğini öğrenmiş bir anneydi. Onu doğurmuştu işte, onu ilk kez o kucağına almıştı işte, onun hep en yakınındaydı işte, dahası var mı...
İşte yalancı olmayan o fotoğraf.
Poz yok, yapmacık yok, insani bir falso yok.
Çıplak gerçeğin, sarsıcı acının ta kendisi Melek Hanım.
Üstelik ve ne yazık yalnız değil bugün Melek Hanım. Aydın'da, Edirne Uzunköprü'de ve henüz acı haberin gitmediği 7 şehrimizde, 7 ilçemizde, 7 köyümüzde, 7 mahallemizde başka 7 Melek anne daha bekliyor kapılarda, telefon başlarında.