Bunları Bilen ,Bilip de Unutan Var mı? (NOSTALJİ )

BeReNN

Alyam?
Özel üye
014_d_d.webp
DEVAM SA:3 SÜ:5'DE:
80'lerin sonlarına dek gazetelerin ilk sayfalarında yer alan haberler, şimdiki gibi özet olarak sunulmaz, direkt konuya girilerek makale tarzında anlatılmaya başlanırdı. Kendine ayrılan yerin sonuna gelindiğinde de, haber nerede kaldıysa (çoğu zaman cümlenin ve hatta kelimenin ortasında) kesilir, altındaki satıra da koyu harflerle; “devamı sa:3 sü:5'de” gibi ilginç bir ibare konulurdu. Yani bu açıklama, haberin orada bitmediğini ve devamının, gazetenin üçüncü sayfasının beşinci sütununda olduğunu belirtmeye yarardı. Artık günümüzde ilk sayfada kısa bir özetin altına; “devamı 3'de” gibi ibareler konulmakta ve adı geçen iç sayfada haber bir bütün olarak en başından sunulmaktadır.




015_d_d.webp
KOYUN POSTUNDAN YAYGILAR:
70'li yıllar denenmemişlerin denendiği yıllar olduğundan dolayı, o yıllarda evlerde enteresan bir yenilik daha yerini aldı; “koyun postundan yaygılar”... Çoğunlukla kurban bayramını müteakip, kesilen hayvanın postu biraz alacalı ya da bol tüylüyse, herhangi bir hayır kurumuna verilmek yerine özel birtakım işlemlerden geçirilerek yıkatılıp temizletildikten sonra, kokuları olabildiğince giderilir, alt kısımları tabaklatılır, tüyleri parlatılarak yumuşatılır ve de daire kapısının girişi ya da misafir odasının ortası gibi evin en görünen bir yerine yayılırdı. Postlar bunca işlemden geçtikten sonra deforme olup pelte gibi iyice kendilerini saldıkları için, görenlerde, üzerinden tır ya da silindir geçtikten sonra dümdüz bir vaziyette odanın ortasına yapışmış ölü bir kuzu intibaı uyandıran bu yaygılar, üzerlerine basıldığında muşambanın veya taşın üzerinde kolaylıkla kayarak, basanları sık sık düşürme özelliğine de sahiptiler. 80'lerden sonra insanlar bu yanlıştan döndüler ve evlerine normal kilimler ve halılar sermeye


016_d_d.webp
EGZOST BORUSU ÇIKARTILMIŞ OTOMOBİLLER:
1970'lerde ve 80'lerin sonlarına kadar, özellikle gençler arasında Murat-124 marka otomobillerin egzost boruları çıkartılarak sokak aralarında hızla dolaşma modası vardı. Egzost borusu olmayan otomobil çok kuvvetli bir mide-bağırsak gurultusu ile aşırı zorlanarak yellenme sesi arası bir gürültü çıkarırdı. Bu otomobillerin koltukları çoğunlukla koyun postuyla kaplanmış olur ve tavanıyla arka camların iç kısımlarına ağırlıklı olarak mor ya da kırmızı ince lambalar monte edilmiş olurdu. Pioneer marka kasetli teyplerinde sürekli Orhan Gencebay ya da Ferdi Tayfur çalardı. Ön ve arka çamurluklar ise özel kaplama olurdu. Ön camın içine olabilen herşey süs eşyası olarak asılı dururdu. Camın arkasında da o yıllarda moda olan ve çoğu arabada birer tane bulunan, arabanın hareketiyle birlikte kafası sağa-sola titreşen oyuncak bir de köpek bulunurdu. Arabanın turlama esnasında çıkardığı bu enteresan sesin nereden geldiğini görmek için çoğu insanın evlerin pencerelerinden dışarı uzanmalarına yol açan Murat-124 marka otomobillerin 90'larda yollardan çekilmesiyle bu moda da rafa kalktı.




018_d_d.webp

EV ŞEKLİNDE BİBLO BAROMETRELER:
Çoğu evde teknik göstergelerinden çok süs amaçlı kullanılan barometrelerden vardı. Çoğunlukla ön tarafı iki kapılı, çatısı ve yanlarında pencereleri olan tahtadan bir ev şeklindeki biblonun kapılarından birinde şemsiyeli bir adam, diğerinde ise elinde çiçek demeti taşıyan bir kadın biblosu olurdu. Bunlar orta noktasından yere vidalanmış uzunca bir tahtanın iki ucuna sabitlenmiş figürlerdi. Evin üzerindeki barometrenin alçak ve yüksek basıncı göstermesine göre, uzun tahtaya bağlı bir düzenek yardımıyla figürlerin birinden biri evin dışına çıkarken, diğeri otomatikman içeri kaçardı. Şemsiyeli adam evin dışına çıktıysa havanın bozacağı, çiçekli kadın dışarı çıktıysa havanın güzel olacağı ima edilmekteydi. Günümüzde ise evlerde değil barometre, termometre dahi asılı değil.








019_d_d.webp
MAKRAMELER:
70'li yılların sonunda başlayıp 80'li yılların ortalarında son bulan bir moda olarak ev hayatına giren makrameler, ev kadınları tarafından misafir odalarının pencerelerine ya da oda kapısının iki yanındaki pervazlara asılırlardı. Makrame; balık ağı formunda örülmüş renkli iplerin içine konulmuş bir çiçek saksısı, yine bu iplerin tepede birleşerek bir çengelde son bulduğu enteresan bir süs eşyasıydı. Daha çok dökümlü yaprakları olan çiçekler bunların içine yerleştirilir ve evin muhtelif yerlerine asılırlardı. Makramelerin alt kısımları ve taşıyıcı ipleri de dökümlü boncuklarla süslenirdi. Farklı şekillerde olup, havada sürekli sallanıp duran makramelerin modelleri, kadınlar tarafından kazak örneği alınır gibi birbirlerinden alınır-verilirdi. Kadın dergileri her hafta “Haydi hanımlar gelin, evde makrame yapalım!” gibi cezbedici (!) sloganlarla yapım ekleri yayınlarlardı. Bunların içine oturtulan çiçeği sulamak da biraz hüner işiydi. Çünkü gereğinden fazla dökülen su, bir süre sonra makramenin yüksek irtifadan yere doğru işemesine neden olur, etrafa sıçrayan topraklı necis sular, pek de hoş olmayan görüntülere sebebiyet verirdi. Ne akla hizmeten icat edildiği bilinmeyen makramelerin modası da 80'lerden sonra kalmadı.








020_d_d.webp

MANDOLİN:
60'larda ve 70'lerde ilkokul çocuklarına çalmaları için zorla dayattırılan bu İtalyan çalgısı, nedense çocuklar tarafından pek sevilmezdi. Okullarda öğretici kurslar dahi açılır, bütün kırtasiyelerde, kapağında çalgı çalan bir kız ve bir erkek çocuğu resmi olan mandolin metod kitapları satılırdı. Aylarca süren bir kurs dönemi sonunda müzik kulakları pek de gelişmemiş, ancak ebeveynlerinin baskısına karşı gelememiş bu yeni yetmeler, okulun salonunda bir de konser verirlerdi. Repertuarları da, üç ile beş arasında değişen basit okul şarkılarından teşekkül ederdi. Doğru notayı çıkarması oldukça güç ve beceri isteyen, gerili 4 çift telden oluşan, penayla çalınan mandolinlerin bu üçgen penaları, tremolo (seri vuruş) esnasında hep kırılır, görev sağlam olan köşeye devredilir, her üç tarafı da kırılana kadar kullanılırdı. Kurs sona erdiğinde çocuklar tarafından genellikle arkaları çevrilerek darbuka olarak kullanılan (içleri boş olduğundan, vurulduğunda bayağı da güzel de ses çıkaran) ve normal yüzlerinden çalındığında sazla buzuki arası bir ses veren mandolinlerin ses perdeleri de oldukça geniş sayılırdı. 80'lerde okullarda blok flüt modası başgösterince mandolinler de tamamıyla gözden düştüler.








021_d_d.webp

FACITLAR:
70'li ve 80'li yıllarda muhasebecilerin, özellikle de bakkal dükkânlarının değişmez elemanlarından olan “Facıt”ler, sağ yanında bir çevirme kolu ve üzerinde tuşlar olan enteresan hesap makineleriydiler. Bakkal, Facıt'ın tuşlarına bastıktan sonra, yanındaki kolu ileri-geri birkaç kez seslice çevirir, tekrar tuşlara basar, yeniden kolu çevirir ve bu işlemler zinciri, hesaplanacak tüm kalemler tamamlanana kadar sürüp giderdi. En son işlemden sonra üzerinden yazarkasa fişi gibi bir kâğıt çıkartırdı. Hesaplayan kişi bu fişe bakarak, alışverişin ederini söylerdi. Sadece toplama-çıkarma yapabilen ve günümüz koşullarında çok ilkel sayılabilecek olan Facıtlar, o dönemlerin pratik ve teknolojik aletlerindendiler.










022_d_d.webp

GELİN ARABASI SÜSLERİ:
70'li yıllarda evlenme törenleri başından sonuna kadar, zengininden fakirine kadar olabildiğince şaşaalı kutlanması gerektiğine inanılan törenlerdendi. Bu yüzden gelin arabalarının hemen her yeri (kapı tutacaklarından, sileceklerine, çamurluklarından ön kaputun üzerine kadar) süslenmeye çalışılırdı. Gelin arabalarının olmazsa olmaz başlıca süsü ise, otomobilin ön kaputunun ön ortasına oturtulan, gelinlik giydirilmiş oyuncak bir kız bebekti. Aracın ön kapılarıyla ön camı arasına sıkıştırılmış rengârenk iki kurdela iki taraftan üçgen oluşturacak şekilde gerilir ve oyuncak bebeğin bacaklarının arasında sabitlenirdi. Gelin arabasının -şanından olsa gerek-, nikâh törenine gidiş ve gelişinde aşırı sürat yapmasından ötürü, kaputun üzerindeki bebek çoğunlukla yolda savrularak düşer ya da oluşan rüzgârdan yamulur, eciş-bücüş olurdu.












023_d_d.webp
HİPPİLER:
1968 yılında dünyada esen serbestlik rüzgârının yansımaları olan “Hippiler (Hippy)”, 70'lerde uzakdoğu orijinli dünya gezilerine çıkmaya başladılar ve Hindistan, Nepal, Katmandu gibi Budizm ağırlıklı yerlere ulaşmak için rotalarını genelde Türkiye üzerinden çizdiler. Kendilerine “Çiçek çocukları”, “Barış elçileri” gibi enteresan isimler veren Batı Avrupa'nın ve Kuzey Amerika'nın işsiz, parasız entel gençleri, volkswagen marka minibüslere doluşarak İstanbul'a geldiler ve uzun yıllar Sultanahmet'i kendilerine buluşma yeri seçerek, burada ucuza konaklamaya başladılar. Uyuşturucu ağırlıklı bir yaşam tarzı süren ve garip giysiler giyerek sürekli şarkı söyleyen, çalışmayan, üretmeyen bu akımın temsilcilerine tüm dünyada olduğu gibi bizde de Hippi denildiği gibi, İstanbul halkı tarafından kendilerine ikinci bir isim daha takıldı; “Bitli turist”... Sultanahmet semti de bundan nasibini aldı ve adı; “Bitli Sultanahmet” oldu uzun yıllar... Hippilik akımı 1980'lerin başında yokoluş sürecine girince, hippiler de İstanbul'u terketmeye başladılar.







024_d_d.webp
KAĞIT KÜLAH FIRLATMA BORULARI:
Çocukların, nalburlardan ortalama 30 santim uzunlukta kestirerek satın aldıkları gri renkli, sert plastik su boruları, 70'li ve 80'li yıllarda, onların hain emellerine alet olan bir silâh şeklinde kullanıldılar. Cephaneleri, defterlerinden kopardıkları dikdörtgen kâğıtlar olup, çocuklar bunları bellerindeki kemere tomar halinde tuttururlardı. Açık kalmış bir pencere gördüklerinde derhal bu tomardan bir kâğıt koparıp, ucu sivriltilmiş bir külâh haline getirerek borunun ucuna sokarlar ve ardından da nişan aldıkları istikamete doğru üflerlerdi. Külâh ok gibi borunun öbür ucundan fırlar ve pencereden içeriye hızla girerdi. Bu oyun, genelde yaz tatillerinde çocuklara müthiş zevk veren bir eğlence olmakla birlikte, onca işleri arasında misafir odalarını doldurmuş bu davetsiz misafirleri toplayarak imha etmek zorunda kalan ev kadınları için aynı şey söylenemezdi. İstanbul'un otuz dereceyi aşan bunaltıcı günlerinde kamışlı hain veletler uzaklaşana kadar mecburen camlar kapatılırdı. Bazen de çocuklar kendi aralarında gruplar oluşturarak birbirleriyle külâh savaşı yaparlardı. Daha azgınca olanları kâğıt külâhın sivri kısmının ucuna bir de toplu iğne sapladıkları için birtakım istenmeyen kazalar da meydana gelirdi.
 
001_d_d.webp
Meğerse neler değişmiş ülkemizde, neleri unutmuşuz zamanla...


AÇIK BİSKÜVİLER:
Mahalle bakkallarında şimdiki gibi paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların ön kısmında camlı bir kapakları olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur, camdan içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü. Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kesekâğıdına doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti ve Besler’di.

049_d_d.webp

CEMSE:
50’lerdeki Amerikan Marshall yardımı çerçevesinde, İkinci dünya Savaşı’nda kullanıldıktan sonra miadı dolan askerî jipler, kamyonlar ve otobüsler Türkiye’ye yollanmıştı. Bunların içinde bir çeşidi vardı ki, bunlar Türkler’in mükemmel fonetik dönüşüm yapabilme kabiliyetlerinin bir ürünü olarak yıllarca “Cemse” olarak anılan “G.M.C.” marka araçlardı. “General Motors Corporation” kelimelerinin baş harflerinin okunuşu; “Ci-Em-Si” olduğundan, halk arasındaki telâffuzu yuvarlatılarak “Cemse”ye çevrildiler. Bundan böyle nerede bir askerî kamyon görülse, ona askerî cemse (ya da sadece cemse) denilmeye başlandı.






017_d_d.webp

EL RADYOLARI:
Avuçiçinden biraz daha büyük ve arkalarında mutlaka yassı bir pili olan, band aralığı dar ve parazitli, derinden gelen bir sese sahip, yanlarında uzayabilen antenleri olan radyolar, özellikle erkekler tarafından çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınladığı lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarından takip edilirdi. Halihazırda radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerindeki yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Paraziti en aza indirmek için, dinleyenler sık sık yönlerini değiştirmek zorunda kalırlardı.


002_d_d.webp

ARAP SABUNU:
Deterjanların günümüzdeki gibi yoğun bir biçimde henüz günlük hayata girmediği yıllarda, temizlik işlerinde çoğunlukla arap sabunu ya da beyaz kalıp sabunlar kullanılırdı. Kalıp sabuna nazaran temizleme kabiliyeti daha yüksek olan “arap sabunları” bakkallarda, kesif kokusundan dolayı dükkânın genellikle dışına konulan bir tenekenin içinde muhafaza edilirler, bakkal tarafından metal bir kaşık yardımıyla, naylon torbanın içine doldurulduktan sonra tartılarak satılırlardı. Görüntüleri itibarıyla ağdalı-sümüksü kıvamlarından, sarı renklerinden ve kendilerine has oldukça itici kokularından beklenmeyen temizleme özellikleri, onların bulaşık hariç hemen her yerde kullanılmalarına neden olurdu. Yerlerin, merdivenlerin, muşambaların, çamaşırların arıtılması işlemlerinde kadınların en büyük yardımcısı olan arap sabunları, artık günümüzde iyice gözden düştüler. Bu sabunları satan bakkal da kalmadı.




003_d_d.webp

AYI OYNATICILAR:
Çingenelerin tekelindeki bu meslek grubunda ekip, elinde tef ve uzunca bir sopa olan kavruk bir çingene ile, beline sardığı zincirin ucu, burnuna geçirilen halkaya takılmış bir ayıdan oluşmaktaydı. Daha çok turistik yerler ve sokak aralarında boy gösteren bu ikili ekibin gösterisi, tefi dokuz-sekizlik aksak bir ritmle çalarak şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesinden sonra hayvanın tempoya uygun hareketlerle zıplaması, sopaya tutunarak iki ayağının üzerinde dikilmesi ve bazen de yere yatarak bayılma numarası yapmasından oluşan ilginç bir şovdan ibaretti. En çok tutulan gösteri ise; “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır?” sorusunun ardından ayının bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri bitince çingene kasketini çıkararak, etraflarında halka olan seyircilerden bahşiş toplardı. 1980’lerde ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ayı yetiştirme ve rehabilitasyon merkezine götürüldüler.

004_d_d.webp

AYŞEGÜL ÇOCUK KİTAPLARI:
Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaşgününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık istakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı.




029_d_d.webp

MOTOSİKLET KABİNLERİ:
Motosikleti olanların yarısından çoğunun bir de kabini olurdu. Motorun sağ tarafına bağlanıp çıkarılabilen bu kabinler kapısız ve tek koltukluydular. Sadece sağ taraflarında tekerlekleri olurdu. Önlerinde rüzgâr kesici bombeli bir de camları vardı. Kabinin arkasında da küçük bir bagajları bulunurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi askerlerinin sıkça kullandığına filmlerde şahit olduğumuz bu dual araçlar, İstanbul’da genellikle motoru kullanan şahsın eşini ve çocuklarını taşıma görevi üstlenmişlerdi. Kabinin ağırlığından dolayı hızları yarıyarıya düşse de, dengeleri durdukları zaman da bozulmadığından dolayı, daha güvenli bir havaları vardı. Yağışlı havalarda üstleri tenteyle kapanabilen modelleri de vardı. Kimi kabinlerin koltukları çıkarılarak, içleri eşya ve malzeme taşıyacak şekle de getirilirdi.



005_d_d.webp

BONCUKLU KASAP KAPILARI:
Kasap dükkânlarının kapılarında, özellikle yaz aylarında kapıyı yere kadar tamamen örten, pervazın üzerine tutturulmuş dikey iplere dizili rengârenk boncuklardan oluşan, genellikle sinek benzeri uçucu haşeratın içeriye girmesini engelleyen siperlikler olurdu. İçeriye girmeniz için, bu boncukları ortalarından tutarak, uzun bir saçı at kuyruğu yapmak için toplar gibi bir elinizle tutup kenara itmeniz yeterli olurdu.


039_d_d.webp
BABIALİ:
Bazı gazeteler başta olmak üzere birçok gazete ve derginin matbaalarının ve yazıişlerinin yer aldığı, Türbe’den Sirkeci Meydanı’na kadar kıvrılarak inen meşhur Cağaloğlu yokuşuna o yıllarda verilen addı. Babıali’ne sağlı sollu açılan sokaklar dahil olmak üzere, bu bölge tamamen yayıncılık üzerine hizmet vermekteydi. 1980’lerin sonlarında gazeteler birer-ikişer İkitelli civarında yeni yaptırdıkları modern tesislerine taşındıktan sonra Babıali’nin de günümüzde artık sadece adı kaldı.
 
084_d_d.webp

BEYAZID HÜRRİYET ANITI:
27 Mayıs ihtilâlinden sonra adı; “Hürriyet Meydanı” olarak değiştirilen Beyazıd Meydanı’nda, Marmara Çarşısı’nın önündeki geniş kaldırımın ortasındaki bir kaidenin üzerine, her yöne çok miktarda ışın olan bir yontu taş oturtulmuştu. İhtilâli ve ihtilâlden hemen önce bu meydanda yapılan öğrenci hareketlerini simgeleyen heykel, 80 ihtilâlinden hemen sonra buradan sökülerek, yolun karşısındaki meyilli çimenliklerin üzerine konuldu.










085_d_d.webp

BİLETLERDE KITA UYGULAMASI:
İETT araçlarıyla seyahat ederken, şimdiki gibi tek tip ücret vermek yerine, gidilecek mesafe kadar ücret ödenirdi. Bu sistemde, hatlar belirli kıtalara bölünmüştü. Şehrin ana merkezleri kıta sınırlarını gösterirdi. Biletlerin üzerinde 1 numaradan başlayan ve 12’ye kadar devam eden, kutu içine alınmış sıra numaraları bulunurdu. Gitmek istediğiniz durağı biletçiye söylerdiniz, o da bindiğiniz kıtanın ve gitmek istediğiniz semtin içinde bulunduğu kıta numarasının üzerini kalemiyle işaretler ve bileti keserek size verirdi. Haliyle, gidilecek mesafe arttıkça ödeyeceğiniz para da artardı.








086_d_d.webp

ESKİ PLAKALAR:
1963 yılına kadar İstanbul’daki araçların plakaları, şimdikilerden daha farklıydı. Plakanın üzerinde şehir kodu olmaz, bunun yerine aracın ne tür olduğunu belli eden bir harf ile yanında 5 haneli bir sayı grubu bulunurdu. Bunların üzerinde de büyük harflerle “İSTANBUL” yazılıydı. Araç özel ise;”H” (Hususi) harfi, kamyon/kamyonet ise; “K” (Kamyon), otobüs ise; “O” (Otobüs), taksi/dolmuş ise “T” (Taksi), polis ise; “A” (Asayiş) ibaresi eklenirdi. Bu sistem her şehirde aynı olup, sadece en üstündeki bağlı olduğu ilin ismi değişirdi. 1963’den sonra ise, her ile bir plaka numarası verilerek; “il numarası - iki harf - üç rakamlı sayı” sistemi getirildi.










087_d_d.webp

ETİMEKLİ PASTA:
1970’lerde ETİ bisküvi firması tarafından piyasaya sürülen, gevrek ve oldukça sert imal edilmiş, tost ekmeği ebatlarında dilimlenmiş olan “Eti-mek” adlı kuru ve az tuzlu besin, o yılların pratik zekâlı ev hanımları tarafından satın alındıktan sonra,, mutfaklarda türlü işlemlerden geçirerek misafirlerine sundukları ev yapımı pastaların ana malzemesi oldular. Gazetelerin ve çeşitli kadın dergilerinin yemek köşelerinin uzun yıllar vazgeçilmez temalarından olan “Eti-mek pastası (ya da Eti-mekli pasta)”, halk tarafından çok sevilen ve zevkle tüketilen gıda maddelerinden oldu. 1980’lerin ortalarından itibaren ise, hazır pastaların ucuzlayıp yaygınlaşmasıyla birlikte piyasada görülmez oldular.












088_d_d.webp

FORD MİNİBÜSLER:
80’lerin sonuna kadar, tavanları çok alçak olan ve ayakta duran orta boylu bir yolcunun bile kesinlikle eğilerek seyahat etmek zorunda kaldığı 11 kişilik yarım burunlu minibüslerdi. İstanbul’un hemen her noktasına işleyen bu araçların hakim rengi, kırmızı/bordo-beyazdı. Yer kazanmak için kapıdan girişte, sol tarafa yaklaşık 3 kişinin daha oturacağı tahta veya suntadan yapılmış ve üzerleri deriyle kaplanmış ek oturma yerleri vardı. Koç grubunca üretilen bu minibüsler, sonradan yerlerini daha yüksek tavanlı Magirus’lara bıraktılar.








089_d_d.webp

GAZİLER:
90’lı yıllara dek Kurtuluş Savaşı gazilerimiz vardı. Çok yaşlı, sakallı, bastonlu ve genellikle üniformalı kahramanların göğüslerinde çeşitli madalyalar olurdu. Başlarına 20’li yıllarda kullandıkları kalpakları takmaya devam eden bu gaziler, belediye otobüslerine önden binme ve ücretsiz seyahat etme ayrıcalığına sahiptiler. Otobüslerin en öndeki iki sıra koltuğun, gerektiğinde bunlara oturma yeri olarak terk edilmesi zorunluluğu vardı. 2004’de sayılarının 7 adet kaldığı yazıldı. Yine de otobüslerin ön koltuklarının yanlarında, -Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu gazileri için olsa gerek- uyarıcı yazılar durmaktadır.








090_d_d.webp

GEZİCİ MİGROS KAMYONLARI:
Şehrin belli noktalarında park ederek, gün boyu tanzim satış hizmeti veren tamamıyla yeşil renkli, arka kasaları kapalı, burunlu Migros kamyonları vardı. Bu araçların kasalarının yan yüzlerindeki kapalı kanatlar yere paralel gelecek şekilde açıldığında, pratik bir şekilde ilkel görünümlü bir tezgâh haline gelirdi. Kasanın açılan kısmından raflar meydana çıkardı. Satış elemanları kanadın arkasındaki bölüme geçerek müşterilere satış yaparlardı. Fatih Postanesi’nin yanında hergün bir Migros kamyonu kaldırıma park ederek, gün boyu halka satış yapardı (Ayrıca şehrin muhtelif merkezî noktalarında 20 kadar kamyon da aynı hizmeti verirlerdi). 1980’lerin ortalarında bu kamyonlar yerlerini, arka kapısından girilip, ön kapısındaki kasanın yanıbaşından inilen, içi iki taraflı raflarla donanmış, camsız kavuniçi Migros otobüslerine bıraktılar. 1990’larda ise gezici Migros uygulaması tamamen kaldırıldı.








091_d_d.webp

HALLAÇLAR:
Evlerdeki yatakların içindeki pamukların havalandırma işini yapan bu meslek grubundakiler, sokaklarda bağırarak dolaşırlar, çağrıldıkları evlerin odasının ortasında yere oturarak, sırtlarında taşıdıkları yay şeklindeki kalın bir dal parçasının iki ucuna gerilmiş teli, pamuk yığınını içine sokarlar, diğer ellerindeki lâbut şeklindeki tahta bir cismi bu tele sürekli vurarak, telin o tekdüze titreşim sesinin eşliğinde pamukları havalandırmaya başlarlardı. Hallacın havalandırarak birbirinden ayrıştırdığı pamuk blokları yeniden yatağa, yastığa ya da yorgana geri doldurulduğunda bunlar yeni alınmış gibi kabarık, havaleli bir görüntü verirlerdi








092_d_d.webp

HAVAGAZI:
Şehrin kısıtlı birkaç bölgesine “havagazı” hizmeti götürülmekteydi. Evlerinde havagazı borusu olan şanslı daireler, mutfak ve ısınma problemlerini havagazıyla karşılarlar ve ay sonunda sayacın yazdığı kadar tüketim bedelini gezici tahsildarlara öderlerdi. Havagazı depolama ve ana dağıtım merkezleri; Dolmabahçe, Silahtarağa, Yedikule ve Hasanpaşa’daydı. İETT’nin sorumluluğunda dağıtımı yapılan bu hizmet, 1980’lerde kaldırıldı. Günümüzün doğalgaz şebekesiyle mukayese dahi edilemeyecek bir teknolojide olmalarına rağmen, sokaklarından havagazı şebekesi sistemi geçen şanslı konutlar, kesinlikle bu hizmetten son gününe kadar yararlandılar.



093_d_d.webp
HORTUMLU ÇÖP KAMYONLARI:
Belediye Başkanı Fahri Atabey tarafından, 70’lerin başında Avrupa'dan ithal edilen 2 adet çöp kamyonunun herhangi bir yerinde atık haznesi yoktu. Çöp toplama görevini, aracın arkasındaki bölüme bağlı ortalama 30’ar santim çaplarındaki 2 adet hortum görmekteydi. Bu hortumlar, tıpkı evlerde kullanılan elektrik süpürgeleri gibi vakum yardımıyla çöpleri emerek hazneye toplamaktaydılar. Bu kamyonları gördükleri anda zevkten adeta çıldıran çocukların, hortumların önüne attıkları çeşitli ebatlardaki taşlar, konserve kutuları ve diğer gereksiz malzemelerden dolayı, vakumları kısa zamanda bozularak emekliye ayrıldılar. İstanbul'un o yıllardaki bu enteresan minicik lüksü de tarihe gömüldü, gitti.
 
061_d_d.webp

ŞARKI SÖZÜ SATANLAR:
Günün popüler şarkı ve türkülerinin sözlerinin yazılı olduğu tek yapraklı sarı kâğıtlar satan şarkı sözü satıcıları vardı. Bunlar sokak aralarında ve vapur, tren gibi toplu taşıma araçlarında, bir yandan kâğıttaki son çıkan aranjmanları (o yıllarda şarkılara verilen isimdir) söylerler, bir yandan da çok ucuz fiyata, ellerindeki güfte listesini ilgilenenlere satarlardı. Çoğunun da sesi güzel olurdu. Bütün şarkıları sektirmeden söylerlerdi. Kâğıtlar genellikle teksirle çoğaltıldıklarından ispirto kokarlardı.










062_d_d.webp

STEPNELİ OTOMOBİLLER:
50’li ve 60’lı yıllardan kalma otomobillerin arka kaputlarının üzerinde, yatay olarak yedek bir lastik oturtulmasına müsait stepne yatakları olurdu. Arabanın markasına göre, bazı stepne yatakları kapalı bir daire şeklinde, bazıları ise lastik görünecek şekilde açıkta olurlardı. Herhangi bir lastik patlamasında hızlı müdahaleye olanak veren bu yedek tekerlekli otomobil modelleri 80’lerden itibaren yok oldular. Bilhassa Dodge ve DeSoto marka otomobiller bu türdendi ve de renkleri ağırlıklı olarak baştan aşağı siyahtı.












063_d_d.webp

LÂĞIMCILAR:
Sokak aralarında bağırarak dolaşan “Lâğımcılar” vardı. Bu esnaf takımının arkasında büyükçe bir heybe olur, heybenin içinde de lâğım açmaya yarayan kazma, kürek, pompa, çeşitli çap ve boylarda tahta ve demir çubuklar ile bol miktarda paçavra bez bulunurdu. "Leaa-aaam-cuu" şeklinde, kendilerine özgü bir bağırışları vardı bu meslek erbabının. Sesleri duyulunca derhal tanınırlardı... Gideri tıkanmış bir evin mevcut sorununu, ellerindeki saydığımız basit araçlarla pratik ve hızlı bir şekilde gidermekte ustaydılar.








064_d_d.webp

"LAK LAK” LAR:
İki ucuna yumurta büyüklüğünde küre şeklinde, tahtadan iki top takılmış 20 santim uzunluğunda bir ipten ibaretti. 80’li yılların başından itibaren çocuklar ve gençler arasında moda olan laklakların ipi ortasından işaret ve orta parmağa sarılarak sabitlenir, ardından el yukarı-aşağı hızla hareket ettirilmeye başlanırdı. Toplar elin bir üstünden bir altından sürekli birbirlerine çarparak 180 derecelik bir yay izlerler ve “lak”, “lak” şeklinde sesler çıkarırlardı. Amaç, bir defada en çok çarpmayı gerçekleştirebilmekti. Sesi tekdüze ve çıldırtıcıydı. Dikkatli ve periyodik vurdurulmadıkları taktirde, el parmaklarına çarparlardı. Neticede, sinirbozucu bir salgındı.










065_d_d.webp

TRİPORTÖR:
Bunlar, adından da anlaşılacağı gibi (three / tri: üç) 3 tekerlekli ve direksiyon yerine gidonla kumanda edilen çok enteresan taşıma araçlarıydı. Ağırlıklı olarak; “Arçelik” marka olan triportörlerin sürücü kabinini önünde tek bir tekerleği vardı. Bu tekerlek gidona bağlıydı. Sürücü kabinin tam ortasına otururdu, yanında da sağlı sollu birer kişinin oturabileceği yer kalırdı. Eni normalden daha dar olduğundan ötürü, tek bir farı ve yine tek bir sileceği bulunurdu. Çalışırken çıkardığı sesler, bir motosikletin sesiyle aynı tınıyı verirdi. Bu araçların arkasındaki kasaları, kimi modellerde açık, kimilerinde tenteyle örtülü, kiminde ise metal örtüyle kapatılmış olurdu. PTT’nin araç kadrosunda, arkası kapalı çok sayıda sarı renkli triportör 1980’lerin ortalarına kadar hizmet verdi. Bunlar daha çok posta ve telgraf taşıma işlerinde kullanılırlardı.










066_d_d.webp

ASKERÎ DEVRİYELER:
12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonraki 3 yıl zarfında (olağanüstü hal kaldırılana dek) İstanbul cadde ve sokaklarında (ve Türkiye’nin 67 şehrinde) 4’erli gruplar halinde devriye gezen askerler olurdu. Dördü de tüfekli, miğferli, kısacası tam teşeküllü olan erler, aynı hizada ve birer metre aralıklı olarak yürürlerdi. Kaldırımda karşılaşıldığında vatandaşlar mutlaka kenara çekilerek, kollarında kırmızı bantlarda “Görevli” yazılı devriyelere yol verirlerdi. Bütün bankaların ve resmî kurumların korunması görevi de bu devriyelerde olup, ikisi binanın içinde dururlarken, diğer ikisi de giriş kapısının iki yanında ayakta nöbet tutarlardı. Olağanüstü hal kaldırılınca, askerler de kışlalarına geri döndüler.






067_d_d.webp
BADEM BIYIK/İNCE BIYIK
Erkeklerde, 1960’ların sonunda moda olan ve 70’lerin sonlarına kadar devam eden “ince bıyık” modası vardı. Amerikan sinema oyuncusu “Clark Gable”nin bıyık kesiminin dünyada ve ardından Türkiye’de moda olmasından sonra, bütün erkekler “Klark” bıyığı adı verilen bu kesimi uygulamaya başladılar. Bu akımın temel prensibi; bıyığı olabildiğince ince keserek dudak çizgisinin hemen üzerinde uzunlamasına bir çizgi haline getirmekti. Üst kısımlar ise tamamen kazınırdı. Köyden kente göç eden kırsal kesim ise, ince bıyık yerine “badem bıyık” adı verilen şekilde tıraş ederlerdi bıyıklarını... Bu tarz kesim, çok daha öncelerden beri (19. yy’ın sonların-20. yy’ın başları) uygulanan bir kesim tarzıydı. Bıyıklar bu kez dudağın üstüyle burnun altında kalan kesimde kalacak şekilde tıraş edilir, sağ ve sol taraflar ise tamamen kazınır, bıyığa kare bir görünüm kazandırılırdı. Bu bıyık kesimine halk arasındaki takılan isimlerse; “muhtar bıyığı”, “hacıağa bıyığı” ve “evkaf bıyığı” idi. Seksenlerden itibaren erkek bıyıkları hem enden, hem de boydan salınmaya başlandı.
 
034_d_d.webp
MUŞAMBA:
Halıfleks ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı yıllarda evlerin odalarının, hatta mutfaklarının ve tuvaletlerinin zeminleri muşamba kaplı olurdu. Çoğunlukla kahverengi ya da gri renklerin hakim olduğu bu yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler olurdu. En çok tutulan desen ise pötükare adı verilen iki rengin çaprazlamasına uygulandığı küçük kare şekillerdi. Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki tahtanın girintili-çıkıntılı şeklini almaya başlardı. Üst kısımları kayganca olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı






035_d_d.webp

ARKASI YARINLAR:
Televizyon yayınlarının çok kısıtlı yapılabildiği 70’lerde hafta içi hergün 10.00-10.20 saatleri arasında “Arkası Yarın” adı verilen sürekli radyo piyesleri yayınlanırdı. Dinleyicilerin konuya adapte olabilmeleri için, kapı gıcırtısı, ayak sesi, yağmur, rüzgâr, uğultusu, kuş cıvıltısı, motor çalışma sesi gibi birtakım ses efektleriyle zenginleştirilmiş karşılıklı diyaloglardan oluşan piyesler, Türk ve dünya klasikleri ağırlıklı olurlardı. Bu piyeslerin jenerik açıklamalarında en akılda kalanı ise; “Efekt: Korkmaz Çakar”dı. Adı geçen şahıs, yukarıda anlatılan efektlerden sorumlu ses görevlisinin adıydı.








036_d_d.webp

AT ARABALARI:
Bilhassa benzin kıtlığının yaşandığı 1970’lerde at arabaları, zerzevat satıcısından yük taşıyanına kadar hemen her meslek grubunun gözdesi olan ulaşım araçlarındandı. Bunların tahtadan dört adet tekerleği vardı ve bu tekerlekler özellikle paket taşlı yollarda çok fazla ses çıkarırdı. Arabalar genelde tek, bazen de iki at tarafından çekilir ve tüm atların başına siyah deriden at gözlüğü ile arkalarına da gübre torbaları bağlanırdı. Arabayı sürenin oturması için, aracın önünde biraz yükseltilerek deri minderle kaplanmış ve yetmeyerek, üzerine çeşitli kilim parçaları örtülmüş bir sürücü mahalli vardı. Atların arkalarına ne kadar torba bağlanırsa bağlansın, yine de hatırı sayılır bir ölçüde gübreler asfalta dökülerek gün boyu kaybolmayan nahoş kokulara sebep olurdu.










037_d_d.webp

AT ARABALI ZERZEVATÇILAR:
Sokak aralarında at arabalarına estetik bir şekilde dizdikleri türlü çeşit sebze ve meyveyi satan zerzevatçılar vardı. Arabanın en arkasına sabitledikleri bir sebze kasasının üzerine oturttukları iki daralı terazileri olurdu. Bellerine koyu mavi bir para önlüğü bağlarlar ve gömleklerinin kollarını da dirseklerine kadar sıvarlardı. Başlarında kasketleri olurdu. Arabalarında çeşitli türdeki sebze-meyveyi satanları çoğunlukta olmakla birlikte, bazen de (özellikle o ürünün bolluğunun doruk noktaya ulaştığı mevsimlerde) arabalarına karpuz, kavun, elma, portakal gibi sadece tek bir çeşidi dolduranlar da olurdu. 80’lerin sonlarında at arabalarının yerini bir süre kamyonetler aldı, ardından da sokak zerzevatçıları birer-ikişer yitip gittiler.








038_d_d.webp

AY-YILDIZLI DİREKLER:
Ana caddelerde siyah metal elektrik direklerinin tepelerinde, uçları yukarı dönük bir hilâlin içine oturtulmuş tek bir yıldızdan oluşan alemler vardı. 1930’lardan bu yana şehrin değişmez mobilyalarından olan ay-yıldızlı direkler, 1980’lerde teker teker kaldırılarak, yerlerine beton düz direkler dikildi.








040_d_d.webp

BAGAJI ÜZERİNDE OTOBÜSLER:
Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinin, şimdiki gibi karoser hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırlardı. Bu yüklüklere otobüs muavinleri, aracın dışında, en arkasındaki dar, metal tırmanma merdiveni vasıtasıyla çıkarak bavulları olabilen en ekonomik şekillerde uzun uzadıya istif ederlerdi. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epey zaman kaybettirirdi.








041_d_d.webp

BAKKALLARDA BENZİN SATIŞI:
Gaz sobalarının yoğun olarak kullanıldığı 70’lerde ve 80’lerde mahalle bakkallarının kuytu köşelerinde, altlarında muslukları olan silindirik gaz depoları vardı. Bakkala ellerindeki plastik bidonlarla giden vatandaşlar, bunlara 6-12 litre arası gazı doldurtarak evlerine götürürlerdi. Muslukları sürekli damlatan bu depolar yüzünden bütün bakkalların içi kesif bir şekilde gaz kokardı. 70’lerin sonundaki akaryakıt darlığı yıllarında ise, bakkalların önünde yoğun kuyruklar oluşur,kişi başına 6’şar litreden fazla gaz satılmazdı (1978-80 arası).










042_d_d.webp

BANKA REKLAMLI BANKLAR:
Bankalar reklam amaçlı olarak, şehrin parklarına, sahillerine ve belli başlı merkezlerine sırt dayama yerlerinde kendi isimleri yazılı, ağırlıklı olarak sarı renkte tahta banklar koyarlardı. Belediyenin üzerinde oldukça büyük bir malî külfet olan bankları üstlenen bankaların bazıları, 1980’li yılların sonunda kapanmalarına rağmen hâlâ şehrin bazı yerlerinde isimlerini taşıyan banklara rastlanmaktaydı.








043_d_d.webp
BANKERLER:
1980 ihtilâlinden hemen sonra kurumsallaşan sektörlerden biri de “Bankerler” olmuştu. Eskinin kurt tefecilerinden oluşan bu kurumlar, “Kastelli”, “Bako” gibi isimler almışlar, hatta bazıları gazete ve televizyona dahi reklâmlar vermeye başlamışlardı. Bu reklâmlarda, o dönemin ünlü sanatçı ve artistleri rol alıyordu. İyiden iyiye prestij kazanmaya başlayan bankerlerin hedefleri ise ortaktı: Halkın birikimlerini çok yüksek faizler karşılığı toplayarak işletmek... Evdeki hesabın çarşıya uymaması sonucu bir-kaç yıl içinde tüm bankerler teker teker iflâs ederek, topladıkları paralarla yurtdışına kaçmaya başladılar. Kendilerine vaadedilen (yıllık 0, 0 gibi) çılgınca yüksek faizlerden nemalanmak hayalindeki bir kısım vatandaş da, birbiri ardınca dolandırılmanın şokunu yaşamaya başladılar. Kaçan bankerlerin çoğu yakalanamadı, yakalananlar ise bir süre hapis yattıktan sonra salıverildiler. Olansa, kandırılan vatandaşın birikimine oldu
 
Geri
Top