• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Çam Ağacı

Çağlayağmur

👪
Süper Moderatör
Ormanda pek sevimli bir çam fidanı vardı… Yeri iyiydi, güneş alıyordu. Hava boldu, çevresinde de birçok büyük arkadaşı, çam ve ladin ağaçları vardı. Ama küçük çam fidanının tek derdi bir an önce büyümekti. Sıcacık güneşi, tertemiz havayı hiç düşünmüyor, ormana çilek ve ahududu toplamaya gelip oralarda çene çalan köylü çocuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Çocuklar bir tencereye doldurdukları veya bir çubuğa dizdikleri çileklerle çıkagelirlerdi çoğu kez. Sonra küçük ağacın yanına otururlar, “Ne kadar şirin bir ağaç bu!” derlerdi. Oysa bu sözler, bizim ağacın hiç hoşuna gitmezdi.
Ertesi yıl birden büyüdü küçük ağaç, sonraki yıl ise biraz daha uzadı; bir çam ağacının kaç yaşında olduğu, gövdesinde uzayan sürgünler sayılınca, tam olarak anlaşılabilir.
“Ah, şu öteki ağaçlar gibi büyüsem bir!” diye içini çekiyordu küçük ağaç. “O zaman dallarımı dört bir yana yayabilirdim, tepemle de uzakları, bütün dünyayı görebilirdim! Kuşlar yuvalarını dallarımın arasına yaparlar ve rüzgâr estiği zaman da, öteki ağaçlar gibi kibarca başımı sallardım.”
Ne güneş mutluluk veriyordu ona, ne kuşlar, ne de sabah-akşam üzerinden kayıp giden kıpkızıl bulutlar.
Derken kış geldi, her tarafı ışıltılı beyazlığıyla kar kapladı; arada bir, bir tavşan ortaya çıkıyor, küçük ağacın üzerinden atlayıp gidiyordu. Of, ne can sıkıcı şeydi bu! Sonra aradan iki kış daha geçti, üçüncü kış küçük ağaç öyle uzamıştı ki, tavşan artık onun etrafından dolanmak zorunda kalıyordu. “Ah, büyümek, büyümek, kocaman ve yaşlı olmak, işte dünyanın en güzel şeyi bu!” diye düşünüyordu ağaç.
Sonbaharın son günlerinde oduncular gelir, ağaçların en büyüklerinden bazılarını keserlerdi. Bu her yıl böyle olurdu. Artık bayağı büyümüş olan çam ağacı korkuyla titriyordu, çünkü kocaman ağaçlar çatır çatır yere devriliyor, dalları baltayla kesiliyor, çırılçıplak, ipince kalıp tanınmaz hale geliyorlardı. Sonra arabalara yükleniyor, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülüyorlardı.
Nereye gidiyorlardı böyle? Başlarına neler geliyordu?
İlkbaharda kırlangıçlar ile leylekler gelince, ağaç onlara sordu: “Siz biliyor musunuz bu ağaçların nereye götürüldüğünü? Hiç rastladınız mı onlara?”
Kırlangıçlar bilmiyorlardı, leylek ise oldukça düşünceli görünüyordu, başını salladı ve “Evet, galiba ben biliyorum; Mısır’dan dönerken pek çok yeni gemiye rastladım. Gemilerde çok gösterişli direkler vardı; galiba bu direkler, senin sözünü ettiğin ağaçlardı; çam kokuyorlardı. Onlarla pek çok kez karşılaştım, çok güzel, çok gösterişliler.”
“Ah keşke ben de denizlerin oraya gidebilecek kadar büyük olsaydım! Nasıl bir şeydir bu deniz, neye benzer?”
“Hmm, anlatması biraz uzun sürer!” dedi leylek ve uçup gitti.
“Gençliğinin değerini bil!” dedi gün ışığı. “Büyüyor olmanın, tazeliğinin değerini bil!”
Rüzgâr ağacı öptü, çiy taneleri gözyaşlarını döktüler üzerine, ama çam ağacı bütün bunlardan hiçbir şey anlamadı.
Yılbaşına doğru, bu bizim içi içine sığmayan, hep uzaklara gitmek isteyen çam ağacı kadar büyümüş olanları değil sadece, çok daha genç ağaçları bile keserlerdi. Bu genç ağaçlar –hem de en güzelleri– dalları kesilmeksizin arabalara yüklenir, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülürlerdi.
“Nereye gidiyorlar?” diye sordu çam ağacı. “Benden daha büyük değiller ki, hatta bir tanesi benden bile küçüktü? Niye hiçbirinin dallarını kesmediler? Nereye gidiyor bunlar?”
“Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye cıvıldaştı serçeler. “Aşağıda, kentin orada pencerelerden içeri baktık. Biz biliyoruz nereye gittiklerini! Ah, aklının almayacağı kadar büyük bir güzelliğe, zenginliğe kavuşuyorlar! Camlardan içeri baktık ve onların sıcacık odaların ortasına dikildiğini, müthiş süslerle, altın yaldızlı elmalarla, ballı çöreklerle, oyuncaklarla ve yüzlerce mumla donatıldığını gördük.”
“Peki sonra?” diye sordu çam ağacı bütün dalları titreyerek. “Sonra? Sonra ne oluyor?”
“Bundan başka bir şey görmedik! Ama eşi benzeri görülmedik bir şeydi!”
“Ah böyle bir mutluluğa ben de kavuşacak mıyım acaba?” diye çığlıklar attı küçük ağaç. “Denizlere gitmekten çok daha güzel bir şey bu! Özlem içimi kemiriyor! Yılbaşı bir gelse! Uzadım artık, geçen yıl götürdükleri ağaçlar kadar da büyüdüm. Ah, beni de bir arabaya koysala! O sıcacık odalarda, o güzellikler, zenginlikler içinde olsam! Peki sonra ne olur? Tabii ki arkasından daha iyi, daha güzel şeyler gelir, yoksa niye öyle süslesinler ki beni! Mutlaka daha güzel şeyler olur!... Ama ne? Ah, içim içime sığmıyor, yerimde duramıyorum… Bana neler oluyor böyle bilmem ki!”
“Bizim kıymetimizi bil!” dediler hava ve gün ışığı. “Gençliğinin, tazeliğinin ve özgürlüğünün de değerini bil!”
Ama bunlar küçük ağacı hiç mutlu etmiyordu… Büyüdü, büyüdü, yaz-kış yeşerdi; koyu yeşil bir renk aldı! Onu gören insanlar, “Çok güzel bir ağaç bu!” dediler… Yılbaşı gelince de, hepsinden önce o gitti! Balta bedenine saplandı, ağaç inleyerek yere devrildi. Bir acı hissetti, bir baygınlık… Mutluluğu filan düşünecek hali kalmadı. Yurdundan, büyüyüp yeşerdiği topraklardan ayrıldığı için üzgündü. Çok sevdiği yaşlı arkadaşlarını, etrafını saran küçük çalıları ve çiçekleri, hatta belki kuşları bile bir daha göremeyeceğini biliyordu. Bu gidiş, hiç de güzel bir gidiş değildi.
Ağaç ancak, çiftlikte diğer ağaçlarla birlikte arabadan indirildiğinde kendine geldi… Bir adamın, “Bu mükemmel! Başka ağaca gerek yok!” dediğini duydu.
Sonra, alımlı çalımlı iki uşak gelip çam ağacını kocaman gösterişli bir salona götürdüler. Duvarlarda çepeçevre yağlıboya portreler asılıydı, kocaman sobanın yanında, kapakları aslan başına benzeyen Çin vazoları duruyordu. Salıncaklı koltuklar, ipek kumaşlarla döşeli kanepeler, üzeri resimli kitaplar ve paha biçilmez oyuncaklarla dolu büyük masalar. Çam ağacı, kumla dolu büyük bir fıçıya dikildi, ama bunun fıçı olduğu anlaşılmıyordu, çünkü etrafı yeşil bir şeyle kaplanmıştı ve altında da renkli bir halı vardı. Ah, nasıl da titriyordu ağaç! Şimdi ne olacaktı acaba? Uşaklar hizmetçiler etrafında dört dönüyor, onu süslüyorlardı. Dallarına renkli kâğıtlardan kesilmiş küçük torbacıklar astılar; her torba şekerlemeyle doluydu. Sanki ağaçta yetişmiş gibi altın yaldızlı elmalar ve cevizler sarkıyordu her tarafından. Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi, beyaz mum tutturdular. Tıpkı insana benzeyen oyuncak bebekler –ağaç böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti– yeşil yaprakların arasında sallanıyordu, en tepesinde ise yaldızdan yapılmış bir yıldız ışıldıyordu. Çok güzeldi, eşi benzeri görülmedik derecede güzeldi!
“Bu akşam,” dedi herkes, “bu akşam pırıl pırıl parlayacak!” Hepsi sevinç içindeydi.
“Ah, bir an önce akşam olsa!” diye düşündü ağaç. Mumlar yakılır tabii! Sonra ne olur acaba? Ormandaki ağaçlar beni görmeye gelirler mi acaba? Serçeler pencerelerin önünde uçuşur mu? Ben burada böyle kök salar, yaz-kış böyle süslü-püslü durur muyum?”
Evet, öyle olacağını çok iyi biliyordu! Ama kabuğundaki ağrı da, duyduğu özlemden daha fazla canını yakıyordu. Biz insanlar için baş ağrısı neyse, ağaçlar içinde gövdelerindeki ağrı aynı şeydir.
Derken mumları yaktılar. Ne güzellik, ne parıltı o öyle! Ağaç sevinçten öyle bir titredi ki, dalları mumlardan birine değip tutuşuverdi. Yanıyordu...
“Aman Tanrım!” diye bağrıştılar hizmetçiler ve hemen söndürdüler alevi.
Ağaç artık kıpırdayamaz olmuştu. Ah, ne dehşet bir şeydi bu! Bütün bu güzellikleri kaybedeceğinden öyle korkuyordu ki; parıltıdan serseme dönmüştü. Derken salonun iki kanatlı kapısı açıldı, içeri vbir sürü çocuk öyle bir doluştu ki, neredeyse ağacı devireceklerdi. Onların peşinden yavaş yavaş büyükler geldi; çocuklar birden seslerini kestiler, ama sadece bir an, sonra yine ortalığı birbirine katarak, sevinçle bağrışmaya başladılar. Ağacın çevresinde hoplayıp zıplıyorlar, hediyeler birbiri ardına koparılıyordu.
“Ne yapmaya çalışıyor bunlar böyle?” diye düşündü ağaç. “Neler oluyor?” Mumlar yanıp eriyor, dallara kadar küçülünce söndürülüyordu ve sonunda çocuklar ağacı yağmalama iznini kopardılar. Ah, ağacın üstüne öyle bir atıldılar ki, bütün dallar çatırdadı. Tepesinden ve altın yıldızdan tavana bağlanmış olmasaydı, mutlaka devrilirdi.
Çocuklar ellerindeki güzel oyuncaklarla etrafta koşturup duruyorlardı. Yaşlı dadıdan başka kimse ağaçla ilgilenmiyordu artık. Dadı da sadece, dalların arasında bir elma veya incir kalmış mı diye bakıyordu.
Çocuklar, “Masal isteriz, masal isteriz!” diye bağrışarak kısa boylu, şişman bir adamı ağacın yanına çektiler. Adam ağacın altına oturdu, “Pekâlâ,” dedi, “işte şimdi yeşillikler içindeyiz ve anlatacaklarımdan bu ağaç da bir şeyler öğrenebilir, eğer dikkatle dinlerse tabii. Ama yalnızca tek bir masal anlatacağım. Ivede-Avede masalını mı istersiniz, yoksa merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Klumpe-Dumpe’yi mi?”
Çocukların bazıları, “Ivede-Avede!” diye bağrıştı, bazıları, “Klumpe-Dumpe!” diye… Bir patırtı gürültüdür gidiyordu! Yalnızca çam ağacı susuyor ve düşünüyordu: “Bana fikrim sorulmayacak mı? Ben hiçbir şey yapmayacak mıyım?” Ama artık onun işlevi bitmişti. Ağaç kendisinden bekleneni yerine getirmişti, hepsi buydu!
Adam, merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Klumpe-Dumpe’nin masalını anlattı. Çocuklar el çırpıp bağrıştılar: “Anlat, başka anlat!” Ivede-Avede’nin masalını da dinlemek istiyorlardı ama Klumpe-Dumpe ile yetinmek zorunda kaldılar. Çam ağacı durgun ve düşünceliydi, ormandaki kuşlar hiç böyle bir şeyden söz etmemişlerdi. Klumpe-Dumpe merdivenlerden düşmüş ve prensesle evlenmiş ha! “Evet, bu dünya böyle işte!” diye düşündü çam ağacı ve masalı anlatan kibar bir adam olduğu için masalı gerçek sandı. “Tabii, kimbilir, belki ben de merdivenlerden düşerim ve bir prensesle evlenirim,” dedi kendi kendine. Sonra da, ertesi gün tekrar mumlarla, oyuncaklarla, yaldızlar ve meyvelerle donatılacağını düşünüp sevindi.
“Yarın titremeyeceğim!” diye düşündü. “Kavuştuğum güzelliklere yürekten sevineceğim. Yarın yine Klumpe-Dumpe masalını dinleyeceğim, belki Ivede-Avede’yi bile… Ve bütün gece boyunca sessizce düşüncelere daldı.
Ertesi sabah, uşak ile hizmetçi içeri girdiler.
“Tekrar başlıyor işte, yaşasın!” diye düşündü ağaç, ama gelenler onu salondan çıkarıp merdivenlerden tavan arasına sürüklediler ve hiç gün ışığı görmeyen, karanlık bir köşeye koydular. “Bu da ne demek oluyor!” diye düşündü ağaç. “Ben ne yapacağım ki burada! Ne dinleyeceğim şimdi!” Duvara dayanıp öylece kaldı, düşündü, düşündü… Düşünmek için bol zamanı vardı, çünkü günler, gecelerce öyle kaldı. Yukarı hiç kimse çıkmadı, sonunda biri göründüyse de, o da büyük bir sandığı köşeye koymak için gelmişti. Ağaç büsbütün kenarda kaldı, nerdeyse tamamen unutulmuştu.
“Şimdi dışarıda kış vardır!” diye düşündü ağaç. “Toprak serttir ve karla kaplıdır, insanlar beni toprağa dikemezler; herhalde bu yüzden bahara kadar burada kalacağım. Ne kadar ince düşünüyorlar! Ne kadar iyi kalpli insanlar! Ama keşke bu kadar karanlık ve bu kadar ıssız olmasaydı burası! Küçük bir tavşan bile yok! Ormanda her yer karla kaplandığında, tavşan ne güzel zıplar geçerdi, üzerimden; ama o zamanlar ben bundan hiç hoşlanmazdım. Şimdi ne kadar da yalnızım burada.”
Birden, “Ciyk, ciyk!” diye küçük bir fare başını çıkardı delikten, peşinden de bir ikincisi. Çam ağacını burunlarıyla yokladılar ve sonra dallarının arasına giriverdiler.
“Korkunç soğuk!” dedi fareler. “Bu rası bayağı iyi! Öyle değil mi, yaşlı çam ağacı?”
“Ben o kadar da yaşlı değilim!” diye karşılık verdi çam ağacı. “Benden çok daha yaşlı olanlar var!”
“Nerelisin sen?” diye sordu fareler. “Neler bilirsin?” Çok meraklıydılar. “Bize dünyanın güzel yerlerini anlatsana! Oralara gittin mi hiç? Hiç o kilerlerde bulundun mu, hani peynirler üst üste yığılı dururmuş, tavanlarda jambonlar asılıymış, içeri sıska girer şişko çıkarmışsın?”
“Ben oraları hiç bilmem,” dedi ağaç, “ama güneşin pırıl pırıl parladığı, kuşların öttüğü ormanı bilirim!” Sonra gençliğini anlattı onlara, fareler hiç duymamışlardı böyle şeyleri, merakla dinlediler ve “Ne çok şey görmüşsün, ne kadar da mutluymuşsun!” dediler.
“Ben mi!” diye karşılık verdi çam ağacı ve kendi anlattıklarını şöyle bir düşündü. “Evet, aslında çok güzel günlerdi!” dedi. Sonra, mumlarla, çöreklerle süslendiği o yılbaşı gecesini anlattı.
“Oooo, ne kadar da mutluymuşsun sen yaşlı çam ağacı!” dedi fareler.
“Ben hiç yaşlı değilim!” diye cevap verdi çam ağacı. “Ormandan daha bu kış geldim! En iyi yaşlarımdayım, yalnız pek iyi gelişmedim işte!”
“Ne güzel anlatıyorsun!” dedi fareler ve ertesi gece, ağacın anlatacaklarını onlar da dinlesin diye, dört küçük fare daha getirdiler. Ağaç anlattıkça daha da iyi hatırlıyordu olanları ve düşünüyordu: “Ne güzel günlerdi! Ama geri gelirler, gelirler! Klumpe-Dumpe merdivenlerden düştüğü halde prensesle evlendi; belki ben de evlenebilirim bir prensesle!” Bunları düşünürken, ormandaki küçük kayın ağacı geldi aklına, onun gözünde güzel mi güzel, gerçek bir prensesti o kayın ağacı…
“Kimdir bu Klumpe-Dumpe?” diye sordu fareler. Bunun üzerine çam ağacı, her kelimesini hatırladığı masalı anlattı onlara ve fareler sevinçlerinden neredeyse ağacın tepesine fırlayacak gibi oldular. Ertesi gece daha çok fare toplandı, hatta pazar akşamı iki de büyük sıçan geldi. Ama sıçanlar, masalı hiç de eğlenceli bulmadıklarını söylediler. Bu görüş küçük fareleri çok üzdü, şimdi onlar da eskisi kadar beğenmiyorlardı masalı.
“Siz bir tek bu masalı mı biliyorsunuz?” diye sordular sıçanlar.
“Bir tek bunu biliyorum,” diye cevap verdi ağaç, “ben bunu hayatımın en mutlu akşamında dinlemiştim, ama o zamanlar, ne kadar mutlu olduğumun farkında değildim.”
“Çok kötü bir masal bu! Şöyle jambonlu, sucuklu bir masal bilmiyor musunuz? Veya kilerler ve ambarlar hakkında bir masal?”
“Hayır!” dedi ağaç.
“Eh, peki teşekkürler o halde!” diye cevap verdi sıçanlar ve evlerine döndüler.
Sonunda küçük fareler de uğramaz oldular… Ağaç iç çekti: “Minik fareler çevremde oturup anlattıklarımı dinlerken ne güzeldi her şey! Şimdi bu da geçti gitti! Ama beni buradan çıkaracakları günü düşünüp sevinebilirim yeniden!”
Peki bu ne zaman oldu? Bir sabah vakti birileri geldi, çatı katında bir patırtıdır gitti. Sandıklar bir başka yere konuldu ve ağaç öne çekildi. Gerçi adamlar onu zemine biraz sertçe attılar, ama az sonra bir uşak gelip, ağacı çeke çeke gün ışığının görüldüğü merdivene götürdü.
“İşte hayat tekrar başlıyor!” diye düşündü ağaç. Temiz havayı, gün ışığını hissetti. Dışarıda, avludaydı şimdi. Her şey çok hızlı gelişmiş, ağaç kendine şöyle bir göz atmayı bile unutmuştu. Çevresinde öyle çok yenilik vardı ki bakılacak. Avlu bir bahçeye bitişikti ve bahçede çiçekler açmıştı. Küçük bir çitin üzerinden taptaze, mis gibi kokan güller sarkıyordu, ıhlamur ağaçları çiçek açmıştı ve kırlangıçlar etrafta cıvıldayarak uçuşuyorlardı.
“Artım yaşayacağım!” dedi ağaç sevinçle ve dallarını yaymaya çalıştı. Ah, ne yazık ki hepsi kurumuş, sararmıştı. Ve şimdi de ısırganlar ile otların üzerinde, bir köşede öylece yatıyordu. Tepesindeki altın yaldızlı yıldız, parlak gün ışığının altında ışıldıyordu.
Avluda birkaç çocuk neşeyle oynuyorlardı, yılbaşı gecesi ağacın etrafında hoplayıp zıplayan, ağaca sevinen çocuklardan bazılarıydı bunlar. Çocukların en küçüğü koşarak geldi ve ağacın tepesindeki yıldızı çekip kopardı.
“Bakın şu çirkin, kurumuş çamda ne buldum!” diye bağırarak ağacın dalları üzerinde tepindi, dallar pabuçlarının altında çatırdadı.
Ağaç, bahçedeki güzelim çiçeklere ve canlılığa baktı, sonra bir de kendine baktı ve “Keşke çatı katındaki karanlık köşemde olsaydım…” diye geçirdi içinden. Ormandaki taptaze gençlik günlerini düşündü, o neşeli yılbaşını ve Klumpe-Dumpe masalını keyifle dinleyen küçük fareleri…
“Hepsi bitti! Geçti artık!” diye iç çekti zavallı ağaç. “Keşke zamanında değerini bilseydim bunların! Geçti artık hepsi!”
Derken kâhya geldi, baltasıyla ağacı kesip küçük parçalara böldü. Tepeleme bir odun yığını duruyordu şimdi orada. Kocaman kazanın altında nasıl da yanıyorlardı. Ağaç derin derin inliyor, her inleyişi küçük bir patlamayı andırıyordu; dışarıda oynarken bu sesleri duyan çocuklar içeri koştular, ateşin önüne oturdular, ateşe bakıp bağrıştılar: “Pat! Pat!” Ama aslında derin bir inleme olan her çatırtıda ağaç, ormandaki bir pazar gününü, yıldızların parıldadığı bir kış gecesini hatırlıyordu. O yılbaşı gecesini, dinlediği ve anlatmayı bildiği tek masal olan Klumpe-Dumpe’yi hatırlıyordu. Sonunda yandı bitti kül oldu.
Çocuklar avluda oynuyorlardı ve en küçükleri göğsünde, ağacın hayatının en mutlu gecesinde takmış olduğu yıldızı taşıyordu. Artık ağaç yoktu ve ağaçla birlikte onun masalı da bitmişti–
 
Geri
Top