Canlı, organize olan ve bu organize karakteri sayesinde de kendi devamını sağlayabilendir. Kendiliğinden çeşitli kimyasal tepkimeleri gerçekleştiren, bu tepkimeler sayesinde yapı taşlarını kendisi oluşturabilen veya gerektiğinde bunları yıkabilen, üreyebilen, içinde bulunduğu koşullardan haber alabilen ve bunlara karşı tepkiler oluşturabilen ve en önemlisi de, bunların hepsini yapabilmek için mutlaka enerjiye ihtiyaç duyan her şey "canlıdır". Canlıların kabul gören 3 temel ayırt edici özelliği;
(1) beslenme,
(2) üreme ve
(3) etraflarında olup bitenden haberdar olma (duyumsama) olarak sayılır.
Bunların hepsinin temelinde ise, bir enerji gereksinimi vardır. Örneğin; bazı kristallerin de kendi kendilerine büyüdükleri bilinmektedir. Ancak gelişmek, üremek ve diğer her şey için, canlılar mutlaka enerjiye ihtiyaç duyarlar.
Çeşitli yaşamsal fonksiyonların ortaya çıkması, canlıların doğal yapısal özelliklerinin bir sonucudur. Örneğin beslenme, hücrenin canlı yapısının devamı ve işlevlerini yerine getirebilmesi için gerekli olarak ortaya çıkmıştır.
Dünya üzerinde bulunan tüm canlılar, DNA ve/veya RNA olarak bilinen nükleik asitleri taşırlar. Bu moleküller, yeni bir neslin meydana getirilebilmesi için gerekli olan bilgiyi depolar. Cansız varlıklarda ise, kendiliğinden çoğalma (üreme) söz konusu olmadığı için, bu tip bir bilginin depolanma gereksinimi de yoktur.
Canlılığın Ortaya Çıkışı
Dünya üzerinde canlılığın oluşumundan önce, yapısı bugünkü atmosferden oldukça farklı olan bir ilkin atmosfer bulunuyordu. Serbest oksijen gazını içermeyen bu ilkin atmosferin başlıca bileşenleri amonyak (NH3), metan (CH4), su (H2O), azot (N2), fosfor (P) ve kükürtlü bileşiklerdi. Yanardağ faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan su buharı ve sürekli yağmurlar sonucu atmosferde meydana gelen yıldırımlar, bu basit bileşiklerin belirli bir kimyasal düzen içerisinde bir araya gelmesine ve canlılığın temel taşlarını teşkil eden "organik bileşiklerin" oluşmasına neden oldu. 1953 yılında Stanley Miller isimli araştırmacı tarafından yapılan deneyde, canlılığın ortaya çıkışı ile ilgili olarak ortaya atılan bu görüşler aydınlığa kavuşturuldu. İlkin atmosferde var olduğu düşünülen gazları, yanardağ faaliyetleri sonucu atmosfere karışmış olan su buharını ve yıldırıma eşdeğer şiddette elektrik akımını kullanan araştırıcı; bu deney sonucunda çeşitli organik bileşiklerin ve özellikle de canlıların yapısında bulunan 20 aminoasitten 3 tanesinin (alanin, asparajin ve glisin) oluştuğunu gördü.
Sınıflandırma Nedir?
Sınıflandırmanın Gereği
Doğada çevremizde gördüğümüz tüm canlıları, ister istemez, farkında olsak da olmasak da sınıflandırırız. Örneğin; bitkiler ve hayvanlar, ağaçlar ve çalılar, kaya-taş-kum gibi ayırımlar bile bir tür sınıflandırmadır.
Sınıflandırmanın esas amacı, yeryüzünde bulunan canlıları, akrabalık ilişkilerine göre gruplandırmak ve bu sayede de düzenli bir sistem içinde çalışılmasını kolaylaştırmaktır. Bu amaca hizmet veren bilim dalı ise "Sistematik" veya "Taksonomi" olarak bilinir. Günümüzdeki sınıflandırmanın mantığında asıl dayanak, akrabalık dereceleridir. Ancak buna ek olarak vücut simetrisi, vücut boşluklarının tipi, embriyo evresinde görülen segmentasyon tipi, embriyonik gelişim evreleri, ortak kökenden gelen üyeler (kol, bacak, kanat gibi), iskelet tipi ve şekli, sindirim sisteminin tipi, larva durumları ve eşeysel özellikler gibi başka karakterlerden de yararlanılır.
Canlılar aleminde geçerli olan esas taksonomik gruplar büyükten küçüğe doğru şu şekildedir:
Regnum (alem), Divisio (bölüm), Phylum (şube), Classis (sınıf), Ordo (takım), Familia (aile/familya), Genus (cins) ve Species (tür).
Sınıflandırmanın Tarihçesi
Sınıflandırmanın temeli Aristo'ya (M.Ö.384-322) kadar uzanır. Aristo, canlıları "Bitkiler" ve "Hayvanlar" olmak üzere iki aleme ayırmıştı. Daha sonra Ernst Haeckel (1834-1919) tarafından, "Protista" adı verilen ve bütün mikroskobik canlıları içeren üçüncü bir alem olması önerilmişti. Taksonomiyi ciddi anlamda ilk defa ele alan bilim adamı ise Carl von Linneaus'dur (1707-1778). Ancak Linneaus tarafından yapılan sınıflandırma, akrabalık dereceleri konusunda çok fazla bilgi vermemesi nedeniyle "suni sınıflandırma" olarak isimlendirilmiştir.
Taksonominin modern şeklini alması, Herbert Copeland ve Robert Whittaker isimli araştırıcıların çalışmaları sonucunda gerçekleşmiştir. Copeland tarafından önerilen sınıflandırmada, Haeckel'in sınıflandırmasına ek olarak bir de "Bakteriler" alemi yer alıyordu. Copeland'in fikirlerini biraz daha geliştiren Whittaker ise, "Fungi" adı altında beşinci bir alemi sınıflandırmaya kattı.
1990 yılında ise Carl Woese isimli araştırıcı tarafından, Whittaker'ın sınıflandırması elden geçirildi ve canlılar Bacteria, Archaea ve Eucarya olmak üzere 3 "domain" altında toplandı.
Robert Whittaker'ın Sınıflandırması
Robert Whittaker tarafından yapılan sınıflandırmaya göre canlılar, öncelikli olarak hücre yapıları ve beslenme tipleri ile sindirim şekilleri göz önüne alınarak, 5 alem altında toplanır:
1. Monera (Bakteriler): Zar ile çevrili gerçek organelleri bulunmayan hücrelere sahip olan bu canlılara örnek olarak, bakterileri ve mavi-yeşil algleri verebiliriz. Kitin yapıda bir hücre duvarı ve halkasal yapıda basit bir genetik materyal taşıyan bu canlılarda, amitotik hücre bölünmesi ile çoğalma görülür. Bu grup günümüzde, "Eubacteria" ve "Archaea" olmak üzere iki alt alemde incelenmektedir.
2. Protista (Protoctista): Bu alemden itibaren, hücre organellerinin her biri zar ile çevrilmiş haldedir. Bu alem üyelerinden bazılarında görülen kloroplastlar, bitkilerde bulunan kloroplastların aksine, prokaryot hücreden köken almıştır. Bu alem altında sınıflanan bir veya çok hücreli canlılarda, doku farklılaşması görülmez.
3. Fungi (Mantarlar): Mikroskobik mantarları ve besin olarak tükettiğimiz şapkalı mantarları kapsayan bu alemin üyeleri, saprofit (çürükçül) canlılardır. Sindirim enzimleri ile hücre dışı sindirim yapılır. Hücre duvarları, ağırlıklı olarak selüloz yerine kitin yapıdadır.
4. Plantae: Bitkiler aleminin üyeleri, çoğunun hücrelerinde kloroplast bulunan, ototrof (kendibeslek) canlılardır. Bu canlıların kloroplastları, ökaryot kökenlidir. Hücre duvarları selüloz yapıdadır. Klorofil taşımayan ve fotosentez yapmayan bitki türleri de bulunmaktadır.
5. Animalia: Hayvanlar alemine giren canlılarda ise hücre duvarı ve kloroplastlar bulunmaz. Besin, sindirildikten sonra hücre içerisinde alınır. Heterotrof (ardıbeslek) olan bu canlılar, beslenme şekillerine göre ayrıca otçul, etçil, hepçil, böcekçil, vs olarak gruplandırılırlar.
Carl Woese'in Sınıflandırması
Carl Woese tarafından 1990 yılında yapılan ve canlıları hücre yapılarına göre öncelikli olarak 3 gruba ayıran sistemde, "Domain" adı verilen yeni bir taksonomi birimi kullanılmıştır. Alemden daha yüksek kabul edilen bu birim temeline göre canlılar, "Bacteria"- "Archaea" ve "Eucarya" gruplarında toplanır. Woese, genel olarak çalışmalarını ribozomal RNA üzerinde yürütmüş ve RNA yapısına göre akrabalık derecelerini ortaya koymayı hedeflemiştir. Morfolojik olarak da yürüttüğü çalışmalarının sonucu ise, ribozomal RNA çalışmasından biraz daha farklı bir sonuç vermiş ve sonuçta iki farklı akrabalık ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Doğadaki bütün varlıklar canlılar ve cansızlar olarak iki büyük gruba ayrılır. İnsanlar, kedi ve köpekler, böcekler, balıklar, çiçekler, eğreltiotları ve ağaçlar, durgun sularda yaşayan ve mikroskopsuz görülemeyecek kadar küçük olan yaratıklar, hatta bunlardan da küçük olan hastalık yapıcı mikropların hepsi birer canlıdır. Binlerce değişik türü olan bütün bu canlıların taş, toprak, hava, su gibi doğal maddelerden insanın yaptığı en karmaşık makinelere kadar bütün cansız varlıklardan ayırt edilmelerini sağlayan bazı ortak özellikleri vardır. Canlılar doğar, büyür, çevrelerindeki değişikliklere tepki gösterir, ürer ve ölür. İşte canlılar ile cansızlar arasındaki temel fark budur.
Çevreye Tepki Gösterme
Canlıların çevrelerindeki bütün olaylara ve değişikliklere tepki göstermelerinde en büyük rolü duyuları oynar. İnsan, köpek, fil gibi memelilerde beş temel duyu vardır; bunlar görme, koklama, dokunma, tatma ve işitme duyularıdır. Örneğin bir köpek adını işittiğin*de dönüp bakar ya da kuyruğunu sallar. Bir bebek acı bir ilacın tadını aldığında yüzünü buruşturur. Hayvanat bahçesindeki bir fil elinizdeki çöreği görünce hortumunu uzatır. Parlak ışıkta gözbebeğinin büzülmesi, bacak bacak üstüne atmış bir insanın dizinin hemen altına vurulduğunda ayağının birdenbire ileri fırlaması da duyuların birer tepkisidir.
Daha basit yapılı canlıların duyuları bu kadar gelişmiş olmadığı için tepkileri de daha değişiktir. Örneğin bir solucana yüksek sesle bağırıp sıçramasını beklemek boşunadır, çünkü solucanın kulağı yoktur. Ama ona dokunursanız ya da karanlıkta üzerine ışık tutarsa*nız hemen büzülür.
Bitkilerin tepkileri genellikle çok daha yavaştır. Hemen her bitkinin kökü aşağıya, toprağın derinliklerindeki suya doğru, dalları ve sürgünleri ise yukarıya, yani ışığa doğru uzanır. Çiçeklerin çoğu geceleri bütün taçyap-raklarını kapatır. Bezelyenin ya da üzüm asmasının sülük denen sarılıcı uzantıları yakınındaki bir dala ya da sırığa değdiğinde bu desteğe dolanarak sarılır. Bataklıklarda yeti*şen güneşgülünün yapraklarındaki yapışkan tüycüklere bir böcek değdiği anda, bu tüycük-ler hemen üstüne kapanarak böceği hapseder.
Oysa cansız bir varlık, örneğin bir taş parçası dokunma, ışık ya da ses gibi dış etkilere hiçbir tepki göstermez. Bir çekiç vuruşuyla taşı parçalayıp biçimini değiştirebilirsiniz; ama taş bu vuruşun ardından, canlıların yaptığı gibi, dışarıdan gelecek yeni bir etkiyle yeniden değişmek üzere bir daha eski biçimine dönemez.
Cansız varlıklar arasında, canlıların gösterdiği tepkilere çok benzer şeyler yapabilen tek örnek belki de makinelerdir. Örneğin bir otomobilin marşına basıldığında motoru çalışır ve debriyaj pedalı ile vites kolu devreye sokulduğunda otomobil harekete geçer. Bazı makineler bir fabrikanın işleyişini otomatik olarak denetleyebilir; bir bilgisayar kendisine sunulan herhangi bir sorunu inceleyerek en uygun çözümü bulabilir. Bu açıdan bakıldığında, bütün canlıların ortak özelliği olan tepki verme yetisi canlı ve cansız varlıkları birbirinden kesin olarak ayırmaya yeterli değildir. Canlıların öbür yaşamsal etkinliklerini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Büyüme ve Üreme
Bütün canlılar büyür, yani yaşama ilk başladığı andakinden daha büyük boyutlara ulaşır. Büyümenin yolu, canlının dışarıdan bazı maddeleri alıp, bunları kendi dokularının bir parçası haline getirmesidir. Hayvanlar büyümelerini sağlayan besin maddelerini yedikleri öbür hayvanların ya da bitkilerin dokularından karşılarlar. Bitkiler ise havadan karbon dioksit, topraktan su ve çeşitli mineralleri alıp fotosentez denen bir süreçle kendi dokularını oluşturabilirler.
Bazı canlılarda, örneğin memelilerde gençlik döneminin belirli bir aşamasında büyüme durur. Ama saç, tırnak gibi bazı dokuların büyümesi ve bir kazada zarar gören vücut bölümlerinin kendi kendini onararak yenileme yeteneği yaşam boyu sürer. Örneğin derideki bir yara kapanır, kırılan kemikler yeniden birbirine kaynar. Buna karşılık yen*geç ve istiridye gibi bazı hayvanlar yaşadıkları sürece yavaş yavaş büyürler; bitkilerde ise büyüme hiçbir zaman durmaz. Birçok bitki de kışın yalnızca kökünü toprakta bırakarak ölür; ama baharda yeni gövde ve yapraklarla donanır.
Canlıları cansızlardan ayıran en önemli özelliklerden biri de üremedir. Her canlı kendisine benzeyen yeni ve ayrı bireylerin dünyaya gelmesini sağlayabilir. Oysa cansız varlıklar hiçbir zaman üreyemez ve hiçbir canlı cansız bir varlıktan türeyemez.
Birçok bitki, toprağa düştüğü zaman koşullar elverişliyse yeni bir bitki halinde gelişebilen tohumlarla ürer. Mantar gibi bazı canlılar ise spor denen üreme hücreleriyle çoğalır. Hayvanların çoğu bir yumurtadan gelişir ve ana babasına benzeyerek büyür. Bakteriler ve öbür tekhücreli canlılarda üreme olayı çok daha basittir. Bunların çoğu belli bir boyuta erişinceye kadar büyüdükten sonra ikiye bölünür; yeni hücreler de yeterince büyüyünce yeniden bölünür. Tekhücrelilerin çok az bir bölümü ile çokhücrelilerden bazı hayvanlar, özellikle mercanlar, denizanaları ve hidralar tomurcuklanmayla ürer. Bu hayvanlarda vücudun bir yerinden, tıpkı bir bitkinin tomur*cuk vermesi gibi bir hücre yumrusu büyür ve bu tomurcuktan yeni bir birey gelişir.
Canlıların Sınıflandırılması
Yeryüzünde henüz varlığı bilinmeyen birçok küçük canlının yaşadığı kesindir. Bazı canlılar da daha yeryüzünde insanın belirmesinden çok önceki çağlarda yaşamış, bazen hiçbir iz-(fosil) bırakmadan soyu tükenerek yok olup gitmiştir. Ama bugün için bilinen bütün canlılar bilim adamlarınca adlandırılıp sınıflandırılmıştır. Milyonlarca türün ortak özelliklerine ve akrabalık ilişkilerine göre sınıflandırılması, birçok bilim adamını yüzyıllarca uğraştıran çok güç bir çalışmadır. Bu çalışmaların başlangıcından bu yana birçok canlı türü keşfedilmiş ya da türlerin sınıflandırmadaki yerini değiştiren yeni özellikleri açığa çıkmış, bu nedenle ilk sınıflandırmalardan bugüne çok şey değişmiştir. Günümüzde bile bütün bilim adamları tek bir sınıflandırma üzerinde görüş birliğine varmış değildir. Gene de, başlıca canlı gruplarını ve her gruptan birkaç örneği veren aşağıdaki sınıflandırma en benimsenmiş sistemlerden biri sayılır.
Yeryüzündeki bütün canlılar dört büyük âleme ayrılabilir:
1. Monera
2. Protisia
3. Bitkiler
4. Hay*vanlar
1. Monera âlemi bakterileri ve mavi-yeşil suyosunlarını içerir. Bakteriler genellikle küre, çomak ya da spiral biçiminde olan tekhücreli canlılardır. Pek çoğu hücre bölünmesiyle, bir bölümü de tomurcuklanmayla ya da sporlarla çoğalır. Bazı türleri verem, difteri, boğmaca, zatürree ve menenjit gibi bulaşıcı hastalıklara yol açar. Mavi-yeşil suyosunları bitkiler gibi fotosentez yapabilir, ama fotosentez için gerekli olan klorofil pigmenti bitkilerde ya da öbür suyosunlarında olduğu gibi kloroplast denen özel bir organcığın içinde değildir. Çünkü bu canlılarda da, bakterilerde de hücrenin içinde organel denen özel işlevli organ-cıklar ve zarla çevrili gerçek bir çekirdek bulunmaz. Bu yüzden bakteriler ile mavi-yeşil suyosunları. daha doğrusu bu en basit canlıları içeren Monera âlemi bütün öbür canlılardan ayrılarak prokaryat (Prokaryotae) denen ayrı bir üstâlemde toplanmıştır. Zarla çevrili bir çekirdeği ve organel-leri olan daha gelişmiş tekhücreliler ile bütün çokhücreli canlılar ise, öbür üç âlemi kapsayan ökaryot (Eukaryotae) üstâlemindendir.
2. Protista âlemi mavi-yeşil suyosunları dışındaki bütün suyosunlarını, mantarları, likenleri ve tekhücreli hayvanları içerir. Yalnız ya da koloniler halinde, bağımsız ya da asalak yaşayan ökaryotik tekhücrelilerden başlayıp bitki ve hayvanlara benzeyen en ilkel çokhücrelilere kadar uzanan bu âlem, canlıların sınıflandırılmasında en tartışmalı gruplardan biridir. Örneğin bu gruptaki suyosunlarını, mantarları ve likenleri birçok uzman bitki olarak kabul eder. Bazı sınıflandırmalarda ise, çok karmaşık bir grup olan mantarların çokhücreli ve gelişmiş örnekleri ayrı bir âlemde toplanır; tekhücreli ve ilkel türleri ise Protista âlemi içinde ayrı bir altâlem olarak sınıflandırılır. Suyosunları ya da öbür adıyla algler, bitkiler gibi fotosentez yapabilen, ama bitkiler gibi gerçek kök, gövde ve yaprakları olmayan, hücre bölünmesiyle ya da sporlarla çoğalan canlılardır. Tatlı ve tuzlu sularda, ağaçların gövdelerinde, nemli ve kurak topraklarda yaşayabilen bu canlıların çoğu tekhücreli ve ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçüktür. Oysa bazıları, özellikle denizlerde yaşayan türleri 100 metreye kadar boylanabilir ve yaprak biçimindeki görünümleriyle bitkilere çok benzer. Ökaryotik suyosunlarının, renklerine göre yeşil, esmer, kırmızı, sarı-yeşil ve altın suyosunları olarak adlandırılan birçok grubu vardır.
Mantarlar da en az suyosunları kadar çeşitlilik gösteren çok karmaşık bir gruptur. Bu canlıların biçim ve boyutları, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük, ilkel mantarlardan orman ve çayırlarda yetişen bildiğimiz şapkalımantarlara kadar değişir. Klorofili olmayan ve genellikle asalak ya da çürükçül yaşayan mantarların bir bölümü bitkilerde pas, yanıklık, sürme, külleme ve mıldiyö gibi çeşitli hastalıklara, insanların asalağı olan türleri ise pamukçuk ve saçkıran hastalığına yol açar. Buna karşılık şapkahmantarların zehirsiz türleri çok sevilen bir yiyecektir. Ayrıca bayatlamış ekmek ve peynirlerin ya da öbür yiyeceklerin üzerinde çoğalarak sarımsı yeşil bir küf katmanı oluşturan küf mantarları ile bira ve ekmek mayası da bu gruptandır. Likenler mikroskobik suyosunları ile mantarların birleşmesinden oluşan ortakyaşar canlılardır. Özellikle nemli ormanlarda toprağın üstünü, ağaçların gövdesini, kayaların ve taşların yüzeyini bir örtü gibi kaplayan likenler, bu işbirliğinin verdiği güçle, kurak çöllerden kutupların buzlu toprakları*na kadar her yerde yaşamını sürdürebilir.
Tekhücreli hayvanlar (Protozoa), bitkilerle ortak özellikleri olan suyosunları, mantarlar ve likenlere karşılık, Protista âleminin hayvanlara yakın olan tek grubudur. Üstün yapılı gerçek hayvanlardan ayrılıp bu âlemin üyeleri arasına katılmaları olduk*ça eski tarihlere rastladığı halde, bu basit yapılı canlılar bugün bile tekhücreli hayvanlar adıyla anılır ve bazı sınıflandırmalarda hâlâ hayvanlar âleminde gösterilir. Genellikle durgun, tatlı su birikintilerinde yaşayan bu küçük canlıların en bilinen örnekleri amip, terliksi hayvan, kamçılı hayvan ve sıtma asalağıdır.
3. Bitkiler, asalak yaşayan bir-iki örnek dışında, bütün bitkilerde klorofil denen yeşil bir pigment bulunur. Bu pigmentin ve güneş ışığının yardımıyla bitkiler karbon dioksit, su ve mineralleri fotosentezle besin maddelerine dönüştürebilirler.
Bitkiler âleminin başlıca grupları şunlardır:
* Karayosunları, gerçek bitkilerin en basit üyeleri olan ciğeryosunları ile yaprakyosunlarını içerir.
* Atkuyrukları, kibritotlan ve eğreltiotlan görece daha gelişmiş bitkilerdir ama bunlar da karayosunları gibi spor denen üreme hücreleriyle eşeysiz olarak çoğalır.
* Eğreltiotu (Kibritotu), bu gruptaki bitkilerden çoğunun soyu eski jeolojik çağlarda tükendiği için, günümüze kadar ulaşamamış olan türler yalnız fosilleriyle tanınır.
* Tohumlu bitkiler eşeyli üremeyle çoğalan, en gelişmiş bitki grubudur. Bu bitkilerde erkek ve dişi organların üreme hücrelerinin birleşmesiyle oluşan tohum, gelişmesi için elverişli toprak, nem ve sıcaklık koşullarına kavuştuğu anda çimlenerek yeni bir bitkiye dönüşür. Çam, ardıç, köknar gibi iğneyapraklıların tohumu meyvenin (kozalakların) içinde gizli değildir; bu yüzden bu bitkilere açıktohumlular denir. Kapalı tohumlularda ise meyvenin etli bölümü tohumu ya da tohumları içinde barındırır; bütün meyve ağaçlarını ve bahçelerdeki süs bitkilerini içeren bu grubun bir adı da çiçekli bitkilerdir.
4. Hayvanlar bitkiler gibi kendi besinlerini üretemedikleri için başka canlıları yiyerek beslenmek
zorunda olan, buna karşılık bitkilerden farklı olarak hareket edebilen canlılardır; bütün hayvanlar âlemi içinde yalnızca süngerler ve mercanlar bitkiler gibi bir yere bağlı olarak yaşar. Tekhücreli hayvanları bu gruptan saymayan hemen hemen bütün sınıflandırmalarda hay-
vanlar âlemi ya da üstün yapılı hayvanlar iki altâleme ayrılır:
* Parazoa altâlemi yalnızca süngerleri, yani çokhücreli hayvanların en basit yapılı üyelerini içerir (Sünger).
* Metazoa altâlemi ise geri kalan bütün üstün yapılı hayvanları içeren çok kalabalık bir grup*tur. Aşağıda, bu grubun yalnızca çok bilinen başlıca bölümleri alınmıştır:
o Knitliler ya da selentereler: Genellikle yakı*cı kapsülleri olan ve yaşamlarının hiç değilse bir bölümünü bir yere bağlı olarak geçiren mercanlar, denizanaları ve denizşakayıkları bu gruptandır (Denizanasi; Denizşakayıkı).
o Yassısolucanlar: Bu bölüm, tenyalar (şeritler) ve karaciğer kelebekleri gibi hastalık yapıcı asalak solucanlar ile akarsu yataklarındaki taşların altında yaşayan zararsız küçük solu*canları içerir.
o İpliksolucanlar: Bu hayvanların bir bölümü toprağın altında, bir bölümü de genellikle hay*vanların, bazen insanların bağırsağında asalak yaşar.
o Halkahsolucanlar: Bu grubun en tanınmış üyeleri yersolucanları, denizsolucanları ve sü*lüklerdir (Solucan; Sülük).
o Eklembacaklılar: Hayvanlar âleminin bu en kalabalık grubu yengeç, karides, ıstakoz gibi su hayvanları ile tespihböceği gibi bazı kara hayvanlarını içeren kabuklular; böcekler; örümcek, kene, akar ve akrep gibi örümce*ğimsiler; kırkayak ve çıyan gibi çokayaklılar sınıflarına ayrılır (Eklembacaklılar).
o Yumuşakçalar: Bu bölümdeki hayvanların bir bölümünde, örneğin salyangoz, istiridye ve midyelerde, yumuşak ve savunmasız gövdelerini koruyan bir kabuk vardır. Oysa ahtapot, mürekkepbalığı ve kalamar gibi yumuşakçalarda böyle bir kabuk bulunmaz (bak. Yumu*şakçalar).
o Derisidikenliler: Gövdeleri sert ve dikenli bir kabukla örtülü olan bu hayvanların en ta*nınmış üyeleri denizkestaneleri ile denizyıldız-larıdır (bak. Derİsİdikenlİler).
o Omurgalılar: Buraya kadar sayılan hayvanların hepsi omurgasızdır. Omurgalı hayvanlar ise balıkları, amfibyumları (kara ve su kurbağaları, sirenler, semenderler), sürüngenleri (kelerler, kertenkeleler, timsahlar, yılanlar, kaplumbağalar), kuşları ve memelileri kapsar. Fareler, kediler, köpekler, filler ve insan me*meliler grubundandır.
* Virüsler bazı bilim adamlarınca bakteriler ve mavi-yeşil suyosunlarıyla birlikte prokaryotlardan sayılırsa da, uzmanların birçoğu bu canlıların sınıflandırmadaki hiçbir gruba uymayacağı kanısındadır. Son derece küçük olan ve ancak elektron mikroskobuyla görülebilen virüsler, hayvanların, bitkilerin ya da bakterilerin hücrelerine girip yerleşmedikçe yaşamını sürdüremez ve üreyemez. Bazı virüsler insanda kızamık, grip, kabakulak, çocuk felci ve kuduz, köpeklerde gençlik hastalığı, sığırlarda da şap hastalığı gibi bulaşıcı ve ağır hastalıklara yol açar.
Yaşam Nasıl Başladı?
Başlangıçta yeryüzü bugünkünden çok farklıydı. 4,5 milyar yıl önce Dünyamız uzay boş
luğunda bir kaya ve toz bulutu halinde dönerken neler olup bittiğini tam bilemiyoruz, ama büyük olasılıkla yeryüzünde yaşam şöyle başladı:
Binlerce yıl korkunç fırtınalar patladı, yağmurlar yağdı, sürekli şimşekler çaktı ve yanardağlardan çıkan zehirli gazlar atmosferde yoğunlaştı. Bu koşullar altında Dünya'da her*hangi bir canlının yaşaması olanaksızdı.
Zamanla Dünya'nın yüzeyi soğuyup katılaşınca, biriken yağmur suları yeryüzündeki çukurlarda toplanarak ilk denizleri oluşturdu. Havanın ve kayaların bileşiminde bulunan ya da çakan şimşeklerle havadaki gazların etkileşiminden doğan çeşitli kimyasal maddeler denizlere karıştı. Ama o zamanlar Dünya'nın atmosferi bugünkü gibi oksijen ve azottan değil, metan, amonyak, karbon dioksit gibi ze*hirli gazlardan oluşuyordu.
Zaman geçtikçe denizlerdeki kimyasal maddeler giderek yoğunlaştı ve "ilk çorba" denen bir pelteye dönüştü. Bu karışım ılık suda çalkalandıkça peltedeki bazı kimyasal maddeler, büyük olasılıkla da şimşek enerjisinin etkisiyle havadaki gazların tepkimesinden doğan aminoasitler ile nükleik asitler bir rast*lantı sonucunda bir araya geldi. Bu maddeler, yaşamın ve canlı hücrenin temel molekülleri olan proteinler ile DNA'nın (deoksiribonükleik asit) yapıtaşlarıdır.
Yaşamın özü olan bu maddelerin karşılaşması yalnızca şansa kalmış bir rastlantıydı. Belki de o ana kadar milyonlarca yıl boyunca, bu başlangıcın anahtarı olmayan sayısız madde birbiriyle karşılaşmıştı. Ama sonunda öyle bir an geldi ki, bir nükleik asit zinciri aynı yapıdaki başka bir zincire eklendi ve ikisinin birleşmesinden çok daha kararlı bir yapı doğdu. Aminoasitler de bu zincirlerin çevresini kuşatarak, nükleik asitleri sıvıdaki öbür kimyasal maddelerin etkisinden korudu. En sonunda iki zincir birbirinden ayrıldığında, her zincir çevrede yüzen başka bir nükleik aside eklenerek yeni bir zincir oluşturdu. Böylece bir nükleik asit çiftinden iki yeni çift ortaya çıktı; sonra bu yeni çiftler de ayrıldığında her birinden ikişer çift oluştu. Aminoasitler her seferinde yeni çiftlerin çevresini sardı ve yalnızca yeni nükleik asitlere geçit verip öbür kimyasal maddeleri uzaklaştırdı. Bu arada fos-folipit denen kimyasal maddeler suda kabarcıklar halinde yüzerken, gene bir rastlantı so*nucunda, nükleik asitler ile aminoasitlerin çevresini bir "zar" gibi kapladı. Böylece ilk "canlı" doğmuş ve üremeye başlamıştı.
Bu oluşum sürüp giderken yer yer bazı değişiklikler oluyordu. Bazen fazla gelen aminoasitler üst üste biniyor, bazen de zincire değişik bir nükleik asit katılıyordu. Sonunda yaşam farklılaşmaya başlamıştı. Binlerce, 10 binlerce yıl sonra bu ilk okyanusların ılık sula*rında ilk canlılar türedi, üreyerek çoğaldı ve evrim geçirerek yeni canlılara dönüştü.
Canlıların Yaşam Süresi
En uzun ömürlü canlılardan biri kıyı sekoyalarıdır. ABD'nin California eyaletindeki bu dev ağaçlardan bazıları 4.000 yaşındadır. Buna karşılık bakterilerin çoğu yaşamaya başladığı andan 20 ya da 40 dakika sonra döl vermeye başlar.
Bütün öbür canlıların yaşam süresi bu iki uç nokta arasında yer alır. Örneğin bahçe bitki*lerinin çoğu ilkbahardan sonbahara, yani beş ya da sekiz ay kadar yaşar. Çalıların ömrü genellikle 10-12 yıl kadardır.
Balıklar arasında en uzun ömürlülerinden biri 70 yıl kadar yaşayabilen turnabalığıdır; sazanın ömrü de 15-20 yılı bulur. Canlıların yaşam süresi ile boyutları arasında bir bağlantı olduğu söylenemez. Örneğin bazı kaplumbağalar 100 yıl kadar yaşarken dev gibi balinalar doğduktan 12 yıl sonra erişkin boyutlarına ulaşır; fillerin ise 60 yıldan çok yaşadığı ender görülür. Buna karşılık insan, yalnızca birkaç örneği olsa bile, 100 yıldan çok yaşadığı bilinen tek memelidir. İnsan Ömrü
Her canlı türünün aşağı yukarı belirli bir yaşam süresi vardır. Örneğin hiçbir sağlık sorunu olmayan bir insan 100 yıl, hatta daha fazla yaşayabilir. Ama bu yaşa ulaşabilen insanların sayısı pek azdır. Bir bölümü hastalık ya da kaza nedeniyle genç yaşta ölürken, birçoğu da 80 yaşını aştığında bazı önemli organları, özellikle kalbi aksamaya başladığı için 100 yaşına ulaşamaz.
Yeryüzündeki ya da belirli bir ülkedeki bütün ölümlerin hangi yaşlarda olduğunu saptayarak insanlar için bir ortalama ömür ya da ortalama yaşam süresi hesaplanabilir. Bu süre kadınlarda genellikle erkeklere oranla daha uzundur.
Hastalıklardan korunma ve tedavi yöntemlerinin gelişmesinden önceki çağlarda ortalama insan ömrü oldukça kısaydı. Örneğin 1891-1900 yılları arasında çeşitli Avrupa ülkelerinde doğan erkek bebekler için öngörülen ortalama ömür 44, kızlar için 48 yıldı. Ortalamanın bu kadar düşmesinde en büyük etken bebek ve çocuk ölümleri oranının çok yüksçk olmasıydı. 1930-32 yıllarında erkek bebekler için öngörülen ortalama ömür 58 yıla, kızlarda 63 yıla yükseldi. Bugün bu beklenti erkek bebeklerde 70, kızlarda 76 yılın üstündedir. Bir ülkede yaşayanların ortalama ömrü, o ülkedeki sağlık, beslenme ve konut sorunlarının ne dereceye kadar çözülmüş olduğunun gös*tergelerinden biridir.
(1) beslenme,
(2) üreme ve
(3) etraflarında olup bitenden haberdar olma (duyumsama) olarak sayılır.
Bunların hepsinin temelinde ise, bir enerji gereksinimi vardır. Örneğin; bazı kristallerin de kendi kendilerine büyüdükleri bilinmektedir. Ancak gelişmek, üremek ve diğer her şey için, canlılar mutlaka enerjiye ihtiyaç duyarlar.
Çeşitli yaşamsal fonksiyonların ortaya çıkması, canlıların doğal yapısal özelliklerinin bir sonucudur. Örneğin beslenme, hücrenin canlı yapısının devamı ve işlevlerini yerine getirebilmesi için gerekli olarak ortaya çıkmıştır.
Dünya üzerinde bulunan tüm canlılar, DNA ve/veya RNA olarak bilinen nükleik asitleri taşırlar. Bu moleküller, yeni bir neslin meydana getirilebilmesi için gerekli olan bilgiyi depolar. Cansız varlıklarda ise, kendiliğinden çoğalma (üreme) söz konusu olmadığı için, bu tip bir bilginin depolanma gereksinimi de yoktur.
Canlılığın Ortaya Çıkışı
Dünya üzerinde canlılığın oluşumundan önce, yapısı bugünkü atmosferden oldukça farklı olan bir ilkin atmosfer bulunuyordu. Serbest oksijen gazını içermeyen bu ilkin atmosferin başlıca bileşenleri amonyak (NH3), metan (CH4), su (H2O), azot (N2), fosfor (P) ve kükürtlü bileşiklerdi. Yanardağ faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan su buharı ve sürekli yağmurlar sonucu atmosferde meydana gelen yıldırımlar, bu basit bileşiklerin belirli bir kimyasal düzen içerisinde bir araya gelmesine ve canlılığın temel taşlarını teşkil eden "organik bileşiklerin" oluşmasına neden oldu. 1953 yılında Stanley Miller isimli araştırmacı tarafından yapılan deneyde, canlılığın ortaya çıkışı ile ilgili olarak ortaya atılan bu görüşler aydınlığa kavuşturuldu. İlkin atmosferde var olduğu düşünülen gazları, yanardağ faaliyetleri sonucu atmosfere karışmış olan su buharını ve yıldırıma eşdeğer şiddette elektrik akımını kullanan araştırıcı; bu deney sonucunda çeşitli organik bileşiklerin ve özellikle de canlıların yapısında bulunan 20 aminoasitten 3 tanesinin (alanin, asparajin ve glisin) oluştuğunu gördü.
Sınıflandırma Nedir?
Sınıflandırmanın Gereği
Doğada çevremizde gördüğümüz tüm canlıları, ister istemez, farkında olsak da olmasak da sınıflandırırız. Örneğin; bitkiler ve hayvanlar, ağaçlar ve çalılar, kaya-taş-kum gibi ayırımlar bile bir tür sınıflandırmadır.
Sınıflandırmanın esas amacı, yeryüzünde bulunan canlıları, akrabalık ilişkilerine göre gruplandırmak ve bu sayede de düzenli bir sistem içinde çalışılmasını kolaylaştırmaktır. Bu amaca hizmet veren bilim dalı ise "Sistematik" veya "Taksonomi" olarak bilinir. Günümüzdeki sınıflandırmanın mantığında asıl dayanak, akrabalık dereceleridir. Ancak buna ek olarak vücut simetrisi, vücut boşluklarının tipi, embriyo evresinde görülen segmentasyon tipi, embriyonik gelişim evreleri, ortak kökenden gelen üyeler (kol, bacak, kanat gibi), iskelet tipi ve şekli, sindirim sisteminin tipi, larva durumları ve eşeysel özellikler gibi başka karakterlerden de yararlanılır.
Canlılar aleminde geçerli olan esas taksonomik gruplar büyükten küçüğe doğru şu şekildedir:
Regnum (alem), Divisio (bölüm), Phylum (şube), Classis (sınıf), Ordo (takım), Familia (aile/familya), Genus (cins) ve Species (tür).
Sınıflandırmanın Tarihçesi
Sınıflandırmanın temeli Aristo'ya (M.Ö.384-322) kadar uzanır. Aristo, canlıları "Bitkiler" ve "Hayvanlar" olmak üzere iki aleme ayırmıştı. Daha sonra Ernst Haeckel (1834-1919) tarafından, "Protista" adı verilen ve bütün mikroskobik canlıları içeren üçüncü bir alem olması önerilmişti. Taksonomiyi ciddi anlamda ilk defa ele alan bilim adamı ise Carl von Linneaus'dur (1707-1778). Ancak Linneaus tarafından yapılan sınıflandırma, akrabalık dereceleri konusunda çok fazla bilgi vermemesi nedeniyle "suni sınıflandırma" olarak isimlendirilmiştir.
Taksonominin modern şeklini alması, Herbert Copeland ve Robert Whittaker isimli araştırıcıların çalışmaları sonucunda gerçekleşmiştir. Copeland tarafından önerilen sınıflandırmada, Haeckel'in sınıflandırmasına ek olarak bir de "Bakteriler" alemi yer alıyordu. Copeland'in fikirlerini biraz daha geliştiren Whittaker ise, "Fungi" adı altında beşinci bir alemi sınıflandırmaya kattı.
1990 yılında ise Carl Woese isimli araştırıcı tarafından, Whittaker'ın sınıflandırması elden geçirildi ve canlılar Bacteria, Archaea ve Eucarya olmak üzere 3 "domain" altında toplandı.
- Robert Whittaker'ın sınıflandırması
- Carl Woese'in sınıflandırması
Robert Whittaker'ın Sınıflandırması
Robert Whittaker tarafından yapılan sınıflandırmaya göre canlılar, öncelikli olarak hücre yapıları ve beslenme tipleri ile sindirim şekilleri göz önüne alınarak, 5 alem altında toplanır:
1. Monera (Bakteriler): Zar ile çevrili gerçek organelleri bulunmayan hücrelere sahip olan bu canlılara örnek olarak, bakterileri ve mavi-yeşil algleri verebiliriz. Kitin yapıda bir hücre duvarı ve halkasal yapıda basit bir genetik materyal taşıyan bu canlılarda, amitotik hücre bölünmesi ile çoğalma görülür. Bu grup günümüzde, "Eubacteria" ve "Archaea" olmak üzere iki alt alemde incelenmektedir.
2. Protista (Protoctista): Bu alemden itibaren, hücre organellerinin her biri zar ile çevrilmiş haldedir. Bu alem üyelerinden bazılarında görülen kloroplastlar, bitkilerde bulunan kloroplastların aksine, prokaryot hücreden köken almıştır. Bu alem altında sınıflanan bir veya çok hücreli canlılarda, doku farklılaşması görülmez.
3. Fungi (Mantarlar): Mikroskobik mantarları ve besin olarak tükettiğimiz şapkalı mantarları kapsayan bu alemin üyeleri, saprofit (çürükçül) canlılardır. Sindirim enzimleri ile hücre dışı sindirim yapılır. Hücre duvarları, ağırlıklı olarak selüloz yerine kitin yapıdadır.
4. Plantae: Bitkiler aleminin üyeleri, çoğunun hücrelerinde kloroplast bulunan, ototrof (kendibeslek) canlılardır. Bu canlıların kloroplastları, ökaryot kökenlidir. Hücre duvarları selüloz yapıdadır. Klorofil taşımayan ve fotosentez yapmayan bitki türleri de bulunmaktadır.
5. Animalia: Hayvanlar alemine giren canlılarda ise hücre duvarı ve kloroplastlar bulunmaz. Besin, sindirildikten sonra hücre içerisinde alınır. Heterotrof (ardıbeslek) olan bu canlılar, beslenme şekillerine göre ayrıca otçul, etçil, hepçil, böcekçil, vs olarak gruplandırılırlar.
Carl Woese'in Sınıflandırması
Carl Woese tarafından 1990 yılında yapılan ve canlıları hücre yapılarına göre öncelikli olarak 3 gruba ayıran sistemde, "Domain" adı verilen yeni bir taksonomi birimi kullanılmıştır. Alemden daha yüksek kabul edilen bu birim temeline göre canlılar, "Bacteria"- "Archaea" ve "Eucarya" gruplarında toplanır. Woese, genel olarak çalışmalarını ribozomal RNA üzerinde yürütmüş ve RNA yapısına göre akrabalık derecelerini ortaya koymayı hedeflemiştir. Morfolojik olarak da yürüttüğü çalışmalarının sonucu ise, ribozomal RNA çalışmasından biraz daha farklı bir sonuç vermiş ve sonuçta iki farklı akrabalık ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Canlılar Dünyası
Doğadaki bütün varlıklar canlılar ve cansızlar olarak iki büyük gruba ayrılır. İnsanlar, kedi ve köpekler, böcekler, balıklar, çiçekler, eğreltiotları ve ağaçlar, durgun sularda yaşayan ve mikroskopsuz görülemeyecek kadar küçük olan yaratıklar, hatta bunlardan da küçük olan hastalık yapıcı mikropların hepsi birer canlıdır. Binlerce değişik türü olan bütün bu canlıların taş, toprak, hava, su gibi doğal maddelerden insanın yaptığı en karmaşık makinelere kadar bütün cansız varlıklardan ayırt edilmelerini sağlayan bazı ortak özellikleri vardır. Canlılar doğar, büyür, çevrelerindeki değişikliklere tepki gösterir, ürer ve ölür. İşte canlılar ile cansızlar arasındaki temel fark budur.
Çevreye Tepki Gösterme
Canlıların çevrelerindeki bütün olaylara ve değişikliklere tepki göstermelerinde en büyük rolü duyuları oynar. İnsan, köpek, fil gibi memelilerde beş temel duyu vardır; bunlar görme, koklama, dokunma, tatma ve işitme duyularıdır. Örneğin bir köpek adını işittiğin*de dönüp bakar ya da kuyruğunu sallar. Bir bebek acı bir ilacın tadını aldığında yüzünü buruşturur. Hayvanat bahçesindeki bir fil elinizdeki çöreği görünce hortumunu uzatır. Parlak ışıkta gözbebeğinin büzülmesi, bacak bacak üstüne atmış bir insanın dizinin hemen altına vurulduğunda ayağının birdenbire ileri fırlaması da duyuların birer tepkisidir.
Daha basit yapılı canlıların duyuları bu kadar gelişmiş olmadığı için tepkileri de daha değişiktir. Örneğin bir solucana yüksek sesle bağırıp sıçramasını beklemek boşunadır, çünkü solucanın kulağı yoktur. Ama ona dokunursanız ya da karanlıkta üzerine ışık tutarsa*nız hemen büzülür.
Bitkilerin tepkileri genellikle çok daha yavaştır. Hemen her bitkinin kökü aşağıya, toprağın derinliklerindeki suya doğru, dalları ve sürgünleri ise yukarıya, yani ışığa doğru uzanır. Çiçeklerin çoğu geceleri bütün taçyap-raklarını kapatır. Bezelyenin ya da üzüm asmasının sülük denen sarılıcı uzantıları yakınındaki bir dala ya da sırığa değdiğinde bu desteğe dolanarak sarılır. Bataklıklarda yeti*şen güneşgülünün yapraklarındaki yapışkan tüycüklere bir böcek değdiği anda, bu tüycük-ler hemen üstüne kapanarak böceği hapseder.
Oysa cansız bir varlık, örneğin bir taş parçası dokunma, ışık ya da ses gibi dış etkilere hiçbir tepki göstermez. Bir çekiç vuruşuyla taşı parçalayıp biçimini değiştirebilirsiniz; ama taş bu vuruşun ardından, canlıların yaptığı gibi, dışarıdan gelecek yeni bir etkiyle yeniden değişmek üzere bir daha eski biçimine dönemez.
Cansız varlıklar arasında, canlıların gösterdiği tepkilere çok benzer şeyler yapabilen tek örnek belki de makinelerdir. Örneğin bir otomobilin marşına basıldığında motoru çalışır ve debriyaj pedalı ile vites kolu devreye sokulduğunda otomobil harekete geçer. Bazı makineler bir fabrikanın işleyişini otomatik olarak denetleyebilir; bir bilgisayar kendisine sunulan herhangi bir sorunu inceleyerek en uygun çözümü bulabilir. Bu açıdan bakıldığında, bütün canlıların ortak özelliği olan tepki verme yetisi canlı ve cansız varlıkları birbirinden kesin olarak ayırmaya yeterli değildir. Canlıların öbür yaşamsal etkinliklerini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Büyüme ve Üreme
Bütün canlılar büyür, yani yaşama ilk başladığı andakinden daha büyük boyutlara ulaşır. Büyümenin yolu, canlının dışarıdan bazı maddeleri alıp, bunları kendi dokularının bir parçası haline getirmesidir. Hayvanlar büyümelerini sağlayan besin maddelerini yedikleri öbür hayvanların ya da bitkilerin dokularından karşılarlar. Bitkiler ise havadan karbon dioksit, topraktan su ve çeşitli mineralleri alıp fotosentez denen bir süreçle kendi dokularını oluşturabilirler.
Bazı canlılarda, örneğin memelilerde gençlik döneminin belirli bir aşamasında büyüme durur. Ama saç, tırnak gibi bazı dokuların büyümesi ve bir kazada zarar gören vücut bölümlerinin kendi kendini onararak yenileme yeteneği yaşam boyu sürer. Örneğin derideki bir yara kapanır, kırılan kemikler yeniden birbirine kaynar. Buna karşılık yen*geç ve istiridye gibi bazı hayvanlar yaşadıkları sürece yavaş yavaş büyürler; bitkilerde ise büyüme hiçbir zaman durmaz. Birçok bitki de kışın yalnızca kökünü toprakta bırakarak ölür; ama baharda yeni gövde ve yapraklarla donanır.
Canlıları cansızlardan ayıran en önemli özelliklerden biri de üremedir. Her canlı kendisine benzeyen yeni ve ayrı bireylerin dünyaya gelmesini sağlayabilir. Oysa cansız varlıklar hiçbir zaman üreyemez ve hiçbir canlı cansız bir varlıktan türeyemez.
Birçok bitki, toprağa düştüğü zaman koşullar elverişliyse yeni bir bitki halinde gelişebilen tohumlarla ürer. Mantar gibi bazı canlılar ise spor denen üreme hücreleriyle çoğalır. Hayvanların çoğu bir yumurtadan gelişir ve ana babasına benzeyerek büyür. Bakteriler ve öbür tekhücreli canlılarda üreme olayı çok daha basittir. Bunların çoğu belli bir boyuta erişinceye kadar büyüdükten sonra ikiye bölünür; yeni hücreler de yeterince büyüyünce yeniden bölünür. Tekhücrelilerin çok az bir bölümü ile çokhücrelilerden bazı hayvanlar, özellikle mercanlar, denizanaları ve hidralar tomurcuklanmayla ürer. Bu hayvanlarda vücudun bir yerinden, tıpkı bir bitkinin tomur*cuk vermesi gibi bir hücre yumrusu büyür ve bu tomurcuktan yeni bir birey gelişir.
Canlıların Sınıflandırılması
Yeryüzünde henüz varlığı bilinmeyen birçok küçük canlının yaşadığı kesindir. Bazı canlılar da daha yeryüzünde insanın belirmesinden çok önceki çağlarda yaşamış, bazen hiçbir iz-(fosil) bırakmadan soyu tükenerek yok olup gitmiştir. Ama bugün için bilinen bütün canlılar bilim adamlarınca adlandırılıp sınıflandırılmıştır. Milyonlarca türün ortak özelliklerine ve akrabalık ilişkilerine göre sınıflandırılması, birçok bilim adamını yüzyıllarca uğraştıran çok güç bir çalışmadır. Bu çalışmaların başlangıcından bu yana birçok canlı türü keşfedilmiş ya da türlerin sınıflandırmadaki yerini değiştiren yeni özellikleri açığa çıkmış, bu nedenle ilk sınıflandırmalardan bugüne çok şey değişmiştir. Günümüzde bile bütün bilim adamları tek bir sınıflandırma üzerinde görüş birliğine varmış değildir. Gene de, başlıca canlı gruplarını ve her gruptan birkaç örneği veren aşağıdaki sınıflandırma en benimsenmiş sistemlerden biri sayılır.
Yeryüzündeki bütün canlılar dört büyük âleme ayrılabilir:
1. Monera
2. Protisia
3. Bitkiler
4. Hay*vanlar
1. Monera âlemi bakterileri ve mavi-yeşil suyosunlarını içerir. Bakteriler genellikle küre, çomak ya da spiral biçiminde olan tekhücreli canlılardır. Pek çoğu hücre bölünmesiyle, bir bölümü de tomurcuklanmayla ya da sporlarla çoğalır. Bazı türleri verem, difteri, boğmaca, zatürree ve menenjit gibi bulaşıcı hastalıklara yol açar. Mavi-yeşil suyosunları bitkiler gibi fotosentez yapabilir, ama fotosentez için gerekli olan klorofil pigmenti bitkilerde ya da öbür suyosunlarında olduğu gibi kloroplast denen özel bir organcığın içinde değildir. Çünkü bu canlılarda da, bakterilerde de hücrenin içinde organel denen özel işlevli organ-cıklar ve zarla çevrili gerçek bir çekirdek bulunmaz. Bu yüzden bakteriler ile mavi-yeşil suyosunları. daha doğrusu bu en basit canlıları içeren Monera âlemi bütün öbür canlılardan ayrılarak prokaryat (Prokaryotae) denen ayrı bir üstâlemde toplanmıştır. Zarla çevrili bir çekirdeği ve organel-leri olan daha gelişmiş tekhücreliler ile bütün çokhücreli canlılar ise, öbür üç âlemi kapsayan ökaryot (Eukaryotae) üstâlemindendir.
2. Protista âlemi mavi-yeşil suyosunları dışındaki bütün suyosunlarını, mantarları, likenleri ve tekhücreli hayvanları içerir. Yalnız ya da koloniler halinde, bağımsız ya da asalak yaşayan ökaryotik tekhücrelilerden başlayıp bitki ve hayvanlara benzeyen en ilkel çokhücrelilere kadar uzanan bu âlem, canlıların sınıflandırılmasında en tartışmalı gruplardan biridir. Örneğin bu gruptaki suyosunlarını, mantarları ve likenleri birçok uzman bitki olarak kabul eder. Bazı sınıflandırmalarda ise, çok karmaşık bir grup olan mantarların çokhücreli ve gelişmiş örnekleri ayrı bir âlemde toplanır; tekhücreli ve ilkel türleri ise Protista âlemi içinde ayrı bir altâlem olarak sınıflandırılır. Suyosunları ya da öbür adıyla algler, bitkiler gibi fotosentez yapabilen, ama bitkiler gibi gerçek kök, gövde ve yaprakları olmayan, hücre bölünmesiyle ya da sporlarla çoğalan canlılardır. Tatlı ve tuzlu sularda, ağaçların gövdelerinde, nemli ve kurak topraklarda yaşayabilen bu canlıların çoğu tekhücreli ve ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçüktür. Oysa bazıları, özellikle denizlerde yaşayan türleri 100 metreye kadar boylanabilir ve yaprak biçimindeki görünümleriyle bitkilere çok benzer. Ökaryotik suyosunlarının, renklerine göre yeşil, esmer, kırmızı, sarı-yeşil ve altın suyosunları olarak adlandırılan birçok grubu vardır.
Mantarlar da en az suyosunları kadar çeşitlilik gösteren çok karmaşık bir gruptur. Bu canlıların biçim ve boyutları, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük, ilkel mantarlardan orman ve çayırlarda yetişen bildiğimiz şapkalımantarlara kadar değişir. Klorofili olmayan ve genellikle asalak ya da çürükçül yaşayan mantarların bir bölümü bitkilerde pas, yanıklık, sürme, külleme ve mıldiyö gibi çeşitli hastalıklara, insanların asalağı olan türleri ise pamukçuk ve saçkıran hastalığına yol açar. Buna karşılık şapkahmantarların zehirsiz türleri çok sevilen bir yiyecektir. Ayrıca bayatlamış ekmek ve peynirlerin ya da öbür yiyeceklerin üzerinde çoğalarak sarımsı yeşil bir küf katmanı oluşturan küf mantarları ile bira ve ekmek mayası da bu gruptandır. Likenler mikroskobik suyosunları ile mantarların birleşmesinden oluşan ortakyaşar canlılardır. Özellikle nemli ormanlarda toprağın üstünü, ağaçların gövdesini, kayaların ve taşların yüzeyini bir örtü gibi kaplayan likenler, bu işbirliğinin verdiği güçle, kurak çöllerden kutupların buzlu toprakları*na kadar her yerde yaşamını sürdürebilir.
Tekhücreli hayvanlar (Protozoa), bitkilerle ortak özellikleri olan suyosunları, mantarlar ve likenlere karşılık, Protista âleminin hayvanlara yakın olan tek grubudur. Üstün yapılı gerçek hayvanlardan ayrılıp bu âlemin üyeleri arasına katılmaları olduk*ça eski tarihlere rastladığı halde, bu basit yapılı canlılar bugün bile tekhücreli hayvanlar adıyla anılır ve bazı sınıflandırmalarda hâlâ hayvanlar âleminde gösterilir. Genellikle durgun, tatlı su birikintilerinde yaşayan bu küçük canlıların en bilinen örnekleri amip, terliksi hayvan, kamçılı hayvan ve sıtma asalağıdır.
3. Bitkiler, asalak yaşayan bir-iki örnek dışında, bütün bitkilerde klorofil denen yeşil bir pigment bulunur. Bu pigmentin ve güneş ışığının yardımıyla bitkiler karbon dioksit, su ve mineralleri fotosentezle besin maddelerine dönüştürebilirler.
Bitkiler âleminin başlıca grupları şunlardır:
* Karayosunları, gerçek bitkilerin en basit üyeleri olan ciğeryosunları ile yaprakyosunlarını içerir.
* Atkuyrukları, kibritotlan ve eğreltiotlan görece daha gelişmiş bitkilerdir ama bunlar da karayosunları gibi spor denen üreme hücreleriyle eşeysiz olarak çoğalır.
* Eğreltiotu (Kibritotu), bu gruptaki bitkilerden çoğunun soyu eski jeolojik çağlarda tükendiği için, günümüze kadar ulaşamamış olan türler yalnız fosilleriyle tanınır.
* Tohumlu bitkiler eşeyli üremeyle çoğalan, en gelişmiş bitki grubudur. Bu bitkilerde erkek ve dişi organların üreme hücrelerinin birleşmesiyle oluşan tohum, gelişmesi için elverişli toprak, nem ve sıcaklık koşullarına kavuştuğu anda çimlenerek yeni bir bitkiye dönüşür. Çam, ardıç, köknar gibi iğneyapraklıların tohumu meyvenin (kozalakların) içinde gizli değildir; bu yüzden bu bitkilere açıktohumlular denir. Kapalı tohumlularda ise meyvenin etli bölümü tohumu ya da tohumları içinde barındırır; bütün meyve ağaçlarını ve bahçelerdeki süs bitkilerini içeren bu grubun bir adı da çiçekli bitkilerdir.
4. Hayvanlar bitkiler gibi kendi besinlerini üretemedikleri için başka canlıları yiyerek beslenmek
zorunda olan, buna karşılık bitkilerden farklı olarak hareket edebilen canlılardır; bütün hayvanlar âlemi içinde yalnızca süngerler ve mercanlar bitkiler gibi bir yere bağlı olarak yaşar. Tekhücreli hayvanları bu gruptan saymayan hemen hemen bütün sınıflandırmalarda hay-
vanlar âlemi ya da üstün yapılı hayvanlar iki altâleme ayrılır:
* Parazoa altâlemi yalnızca süngerleri, yani çokhücreli hayvanların en basit yapılı üyelerini içerir (Sünger).
* Metazoa altâlemi ise geri kalan bütün üstün yapılı hayvanları içeren çok kalabalık bir grup*tur. Aşağıda, bu grubun yalnızca çok bilinen başlıca bölümleri alınmıştır:
o Knitliler ya da selentereler: Genellikle yakı*cı kapsülleri olan ve yaşamlarının hiç değilse bir bölümünü bir yere bağlı olarak geçiren mercanlar, denizanaları ve denizşakayıkları bu gruptandır (Denizanasi; Denizşakayıkı).
o Yassısolucanlar: Bu bölüm, tenyalar (şeritler) ve karaciğer kelebekleri gibi hastalık yapıcı asalak solucanlar ile akarsu yataklarındaki taşların altında yaşayan zararsız küçük solu*canları içerir.
o İpliksolucanlar: Bu hayvanların bir bölümü toprağın altında, bir bölümü de genellikle hay*vanların, bazen insanların bağırsağında asalak yaşar.
o Halkahsolucanlar: Bu grubun en tanınmış üyeleri yersolucanları, denizsolucanları ve sü*lüklerdir (Solucan; Sülük).
o Eklembacaklılar: Hayvanlar âleminin bu en kalabalık grubu yengeç, karides, ıstakoz gibi su hayvanları ile tespihböceği gibi bazı kara hayvanlarını içeren kabuklular; böcekler; örümcek, kene, akar ve akrep gibi örümce*ğimsiler; kırkayak ve çıyan gibi çokayaklılar sınıflarına ayrılır (Eklembacaklılar).
o Yumuşakçalar: Bu bölümdeki hayvanların bir bölümünde, örneğin salyangoz, istiridye ve midyelerde, yumuşak ve savunmasız gövdelerini koruyan bir kabuk vardır. Oysa ahtapot, mürekkepbalığı ve kalamar gibi yumuşakçalarda böyle bir kabuk bulunmaz (bak. Yumu*şakçalar).
o Derisidikenliler: Gövdeleri sert ve dikenli bir kabukla örtülü olan bu hayvanların en ta*nınmış üyeleri denizkestaneleri ile denizyıldız-larıdır (bak. Derİsİdikenlİler).
o Omurgalılar: Buraya kadar sayılan hayvanların hepsi omurgasızdır. Omurgalı hayvanlar ise balıkları, amfibyumları (kara ve su kurbağaları, sirenler, semenderler), sürüngenleri (kelerler, kertenkeleler, timsahlar, yılanlar, kaplumbağalar), kuşları ve memelileri kapsar. Fareler, kediler, köpekler, filler ve insan me*meliler grubundandır.
* Virüsler bazı bilim adamlarınca bakteriler ve mavi-yeşil suyosunlarıyla birlikte prokaryotlardan sayılırsa da, uzmanların birçoğu bu canlıların sınıflandırmadaki hiçbir gruba uymayacağı kanısındadır. Son derece küçük olan ve ancak elektron mikroskobuyla görülebilen virüsler, hayvanların, bitkilerin ya da bakterilerin hücrelerine girip yerleşmedikçe yaşamını sürdüremez ve üreyemez. Bazı virüsler insanda kızamık, grip, kabakulak, çocuk felci ve kuduz, köpeklerde gençlik hastalığı, sığırlarda da şap hastalığı gibi bulaşıcı ve ağır hastalıklara yol açar.
Yaşam Nasıl Başladı?
Başlangıçta yeryüzü bugünkünden çok farklıydı. 4,5 milyar yıl önce Dünyamız uzay boş
luğunda bir kaya ve toz bulutu halinde dönerken neler olup bittiğini tam bilemiyoruz, ama büyük olasılıkla yeryüzünde yaşam şöyle başladı:
Binlerce yıl korkunç fırtınalar patladı, yağmurlar yağdı, sürekli şimşekler çaktı ve yanardağlardan çıkan zehirli gazlar atmosferde yoğunlaştı. Bu koşullar altında Dünya'da her*hangi bir canlının yaşaması olanaksızdı.
Zamanla Dünya'nın yüzeyi soğuyup katılaşınca, biriken yağmur suları yeryüzündeki çukurlarda toplanarak ilk denizleri oluşturdu. Havanın ve kayaların bileşiminde bulunan ya da çakan şimşeklerle havadaki gazların etkileşiminden doğan çeşitli kimyasal maddeler denizlere karıştı. Ama o zamanlar Dünya'nın atmosferi bugünkü gibi oksijen ve azottan değil, metan, amonyak, karbon dioksit gibi ze*hirli gazlardan oluşuyordu.
Zaman geçtikçe denizlerdeki kimyasal maddeler giderek yoğunlaştı ve "ilk çorba" denen bir pelteye dönüştü. Bu karışım ılık suda çalkalandıkça peltedeki bazı kimyasal maddeler, büyük olasılıkla da şimşek enerjisinin etkisiyle havadaki gazların tepkimesinden doğan aminoasitler ile nükleik asitler bir rast*lantı sonucunda bir araya geldi. Bu maddeler, yaşamın ve canlı hücrenin temel molekülleri olan proteinler ile DNA'nın (deoksiribonükleik asit) yapıtaşlarıdır.
Yaşamın özü olan bu maddelerin karşılaşması yalnızca şansa kalmış bir rastlantıydı. Belki de o ana kadar milyonlarca yıl boyunca, bu başlangıcın anahtarı olmayan sayısız madde birbiriyle karşılaşmıştı. Ama sonunda öyle bir an geldi ki, bir nükleik asit zinciri aynı yapıdaki başka bir zincire eklendi ve ikisinin birleşmesinden çok daha kararlı bir yapı doğdu. Aminoasitler de bu zincirlerin çevresini kuşatarak, nükleik asitleri sıvıdaki öbür kimyasal maddelerin etkisinden korudu. En sonunda iki zincir birbirinden ayrıldığında, her zincir çevrede yüzen başka bir nükleik aside eklenerek yeni bir zincir oluşturdu. Böylece bir nükleik asit çiftinden iki yeni çift ortaya çıktı; sonra bu yeni çiftler de ayrıldığında her birinden ikişer çift oluştu. Aminoasitler her seferinde yeni çiftlerin çevresini sardı ve yalnızca yeni nükleik asitlere geçit verip öbür kimyasal maddeleri uzaklaştırdı. Bu arada fos-folipit denen kimyasal maddeler suda kabarcıklar halinde yüzerken, gene bir rastlantı so*nucunda, nükleik asitler ile aminoasitlerin çevresini bir "zar" gibi kapladı. Böylece ilk "canlı" doğmuş ve üremeye başlamıştı.
Bu oluşum sürüp giderken yer yer bazı değişiklikler oluyordu. Bazen fazla gelen aminoasitler üst üste biniyor, bazen de zincire değişik bir nükleik asit katılıyordu. Sonunda yaşam farklılaşmaya başlamıştı. Binlerce, 10 binlerce yıl sonra bu ilk okyanusların ılık sula*rında ilk canlılar türedi, üreyerek çoğaldı ve evrim geçirerek yeni canlılara dönüştü.
Canlıların Yaşam Süresi
En uzun ömürlü canlılardan biri kıyı sekoyalarıdır. ABD'nin California eyaletindeki bu dev ağaçlardan bazıları 4.000 yaşındadır. Buna karşılık bakterilerin çoğu yaşamaya başladığı andan 20 ya da 40 dakika sonra döl vermeye başlar.
Bütün öbür canlıların yaşam süresi bu iki uç nokta arasında yer alır. Örneğin bahçe bitki*lerinin çoğu ilkbahardan sonbahara, yani beş ya da sekiz ay kadar yaşar. Çalıların ömrü genellikle 10-12 yıl kadardır.
Balıklar arasında en uzun ömürlülerinden biri 70 yıl kadar yaşayabilen turnabalığıdır; sazanın ömrü de 15-20 yılı bulur. Canlıların yaşam süresi ile boyutları arasında bir bağlantı olduğu söylenemez. Örneğin bazı kaplumbağalar 100 yıl kadar yaşarken dev gibi balinalar doğduktan 12 yıl sonra erişkin boyutlarına ulaşır; fillerin ise 60 yıldan çok yaşadığı ender görülür. Buna karşılık insan, yalnızca birkaç örneği olsa bile, 100 yıldan çok yaşadığı bilinen tek memelidir. İnsan Ömrü
Her canlı türünün aşağı yukarı belirli bir yaşam süresi vardır. Örneğin hiçbir sağlık sorunu olmayan bir insan 100 yıl, hatta daha fazla yaşayabilir. Ama bu yaşa ulaşabilen insanların sayısı pek azdır. Bir bölümü hastalık ya da kaza nedeniyle genç yaşta ölürken, birçoğu da 80 yaşını aştığında bazı önemli organları, özellikle kalbi aksamaya başladığı için 100 yaşına ulaşamaz.
Yeryüzündeki ya da belirli bir ülkedeki bütün ölümlerin hangi yaşlarda olduğunu saptayarak insanlar için bir ortalama ömür ya da ortalama yaşam süresi hesaplanabilir. Bu süre kadınlarda genellikle erkeklere oranla daha uzundur.
Hastalıklardan korunma ve tedavi yöntemlerinin gelişmesinden önceki çağlarda ortalama insan ömrü oldukça kısaydı. Örneğin 1891-1900 yılları arasında çeşitli Avrupa ülkelerinde doğan erkek bebekler için öngörülen ortalama ömür 44, kızlar için 48 yıldı. Ortalamanın bu kadar düşmesinde en büyük etken bebek ve çocuk ölümleri oranının çok yüksçk olmasıydı. 1930-32 yıllarında erkek bebekler için öngörülen ortalama ömür 58 yıla, kızlarda 63 yıla yükseldi. Bugün bu beklenti erkek bebeklerde 70, kızlarda 76 yılın üstündedir. Bir ülkede yaşayanların ortalama ömrü, o ülkedeki sağlık, beslenme ve konut sorunlarının ne dereceye kadar çözülmüş olduğunun gös*tergelerinden biridir.