• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Cumhuriyet Bayramı Makaleleri (29 Ekim)

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
ANADOLU VE CUMHURİYETE SESLENİŞ

Ey Anadolu'm, güzel yurdum, Türkiye'm!Sen bin yıldır milletimize Halil İbrahim sofrası oldun. Biz çoğaldıkça sen bereketlendin. Senin suyunu içtik, senin hür havanı soluduk. Senin ekmeğini yedik, senin sofranda beslendik. "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı" varsa Türkiye'min bu bereketli sofrasının "sonsuza kadar" hatırı vardır. Öyleyse bu sofraya "bıçak sokan" ya nankördür ya da gafildir. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Yukarıda gök çökmüş üstümüze, aşağıda yer yarılmış yutmuş bizi. İngiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı kıskıvrak yakalayıp tutmuş bizi. Sonunda:Bir "Seyit Çavuş"un, bir "Zeybek"in, bir"Dadaş"ın, bir "Adsız Kahraman"ın attığı mermi bu savaşta dengeyi bozmuş. İşte bu dengenin önderi ATATÜRK, bayramı CUMHURİYET'tir.

Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...Ey Anadolu'm, güzel yurdum! Sen, kederi kederimize, sevinci sevincimize, kaderi kaderimize benzeyen ölümsüz vatanımız...Ağrı'da dik başlı, Güneyde Fırat akışlı, Toroslarda sümbül kokuşlu, Antalya'da dört mevsim yazlı, Erzurum'da "on bir ay yirmi dokuz gün kışlı" güzel Türkiye'm... Yozgat'ta kömür gözlü, Isparta'da gül yüzlü Anadolu'm...Sen bin yıldır doğanımıza beşik, ölenimize mezar oldun. Bizler de beşikten mezara kadar sana sahip çıkacağız. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Bütün düşmanlarımız kıskıvrak yakalamış bizi. Sonra: Biri Dicle, biri Fırat, biri Sakarya... Anadolunun bağrında ayağa kalkmış üç kardeş ırmak. Aynı vatan, aynı bayrak. Bu savaşta üç nehrin bir düşmana akması dengeyi bozmuş. İşte bu akışın önderi ATATÜRK, meyvesi CUMHURİYET'tir. Bu akışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!...

Ey Anadolu'm, Güzel Türkiye'm!Bir gün bir Ferhat, sendeki bir güzele sevdalandı. Bu sevda uğruna dağları deldi...Ey güzel yurdum!Biz sendeki bir değil, bin bir güzelliğe sevdalıyız... Senin için dağları değil, çağları bile deleriz. Uğrunda bir değil bin kere ölürüz. Ey Cumhuriyetim!"Günlerden bir gün... Uzak değil, dün gibi yakınNe Fatih'le İstanbul, Ne Süleyman'la Viyana önlerindeyiz...İstiklâl Savaşı'nın zor günlerindeyiz." Düşman her yanı sarmış, elimiz kolumuz bağlanmış. Sonra: Biri Yunus, biri Hacıbektaş-ı Veli...Anadolu'nun aynı yöne bakan iki mânâlı gözü. Bu savaşta iki gözün bir hedefe bakması dengeyi bozmuş. İşte bu bakışın önderi ATATÜRK, hedefi CUMHURİYET'tir.

Bu bakışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun. Ben bir öğretmenim Anadolu'ya ve Cumhuriyet'e seslendim. İsterim ki öğrencilerim sevdalansın.

Ali YÜCEL Dörtyol Payas Yunus Emre İlköğretim Okulu Öğretmeni HATAY
 
ATATÜRK VE CUMHURİYET EĞİTİMİ

Birinci Dünya Savaşı sonunda batılı devletler, askerî, siyasî ve ekonomik olarak bitmiş zannıyla, altı yüzyıllık Osmanlı Devletini paylaşmanın çok kolay olacağını düşünüyorlardı. Onlara göre, yeni bir kimlikle ortaya çıkmak isteyen Türk ordusu, başlatmış olduğu Kurtuluş Savaşı'ndan galip çıksa bile, tahrip olmuş hiçbir kurumunu yeniden inşa edemezdi. Ancak, batılı devletlerin görmezden geldiği bir lider vardı. O da Mustafa Kemal'di. Türk ulusu, büyük önderi sayesinde olağanüstü gayretlerle bağımsızlığını kazanmış, yeniden yapılanma yolunda inkılâpları hızla uygulamaya koymuştur.

O Büyük Önder ki, savaş meydanlarından sonra asıl kazanılması gereken savaşların, ekonomik zaferler olduğunu, aksi takdirde çok büyük zaferlerin bile kısa bir sürede unutulacağını biliyor; bunun için de Kurtuluş Savaşı bitiminde İzmir'den Ankara'ya dönüşünde:"Küçük savaş bitti. Asıl büyük savaş yeni başlıyor. Büyük savaş cehaletle yapılacak olan savaştır. Bunun tek yolu da millî bir eğitim politikası oluşturmaktır." diyordu. Hedef, Türk milletinin geri kalmasına sebep olan bazı kurumların yerine, toplum hayatında çağdaş gelişmeyi sağlayacak modern kurumlar oluşturmak ve kalkınmadaki temel atılımları bir an önce gerçekleştirmekti. Bunun yolu eğitimden geçmekteydi. Atatürk'e göre: "Eğitim, bir milleti ya hür müstakil, şanlı yüksek bir cemiyet hâlinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder." İşte bütün bunları gerçekleştirmenin en etkili yolu eğitimde yapılacak köklü devrimler ve değişikliklerdi. Atatürk, eğitimin millî, lâik, akılcı, gerçekçi ve ihtiyaca cevap veren bir öze sahip olması için gerekli tedbirleri alarak, dil, tarih, hukuk ve yazı alanlarında yapılan köklü değişikliklerle çağdaş gelişmenin önünü açmıştı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerinde kurulması için özellikle millî eğitim işlerinde başarıya ulaşılması gerekiyordu. Bu yüzden Atatürk, gittiği her yerde ve katıldığı bütün toplantılarda, cehaletin ve yoksulluğun ancak eğitim yoluyla ortadan kaldırılacağını önemle belirterek gerçekleri açıklamıştır.

Türk ulusu, eğitim kadrosunu oluşturmak için bütün güçlerini seferber ederek öğretmenler yetiştirmiş ve bu eğitim ordusunu yurdun dört bir tarafına dağıtmıştır. Artık cehaletle savaş başlamıştır. Bu savaş, aynı zamanda tarih boyunca aleyhimize kullanılan bütün olumsuzluklara karşı yapılan bir savaştı. Bu savaş ile bütün dünya, hayretler içerisinde Türkiye'deki değişimleri izleme durumunda bırakılmıştır. Yıkıntılar üzerinde genç, dinamik ve modern bir devletin filizleri yeşermeye başlamıştır. Bu durum için: "Az zamanda büyük işler başardık." diyordu Büyük Önder. Gerçektende kısa süre içerisinde, eğitim-öğretimdeki kurumlar yaygınlaştıkça yeni kadrolar yetişmiş, bu kadroların çalışmaları ihtiyaca cevap verdikçe, kalkınmada büyük gelişmeler sağlanmıştı. Köy enstitüleri, diğer yüksek okul ve üniversitelerin açılmasıyla çok önemli şahsiyetler yetişmiş ve bu şahsiyetler herkesi gururlandıracak işler yapmışlardır.Atatürk bir sözünde,"Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla pes edip, taviz vermediğimizi, aklı ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Bundan dolayıdır ki ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır." diyerek bizlerin daha çok çalışmamızı ve müreffeh bir toplum olmamızı şiddetle istemiştir. Yine bir konuşmasında,"Zaman sür'atle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini ileri sürmek aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." demiştir.Her konuda olduğu gibi eğitim ve öğretime Atatürk kadar önem veren kaç lider var, doğrusu merak ediyorum. "Erkek ve kız çocuklarınızın, aynı surette bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin âmeli olması mühimdir. Memleket evlâdı her tahsil derecesindeki iktisadî hayatta âmil, müessir ve muvaffak olacak şekilde teçhiz olmalıdır." diyen Atatürk bunun için de, "Öğretmenlerin çok iyi yetişerek Türkiye Muallimler Birliğinin bütün memlekette taazzuvuna, Konya'yı olduğu gibi Van'ı ve Hakkâri'yi de teşkilâtı dahiline almasına ve her köyde âzaya mâlik bulunmasına derin bir alâka ile intizar edeceğim.

Muallimler, Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli, bu evsaf ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir." diyerek en fazla öğretmenleri önemsemiştir. Bu sebeple Atatürk'ün manevî mirasına en fazla sahip çıkması gereken kesim, öğretmenlerdir. Tabiî ki öğretmen yetiştiren kurumların da kaliteli bir eğitimi gerçekleştirebilecek şekilde teknolojik araç ve gereçlerle donanmaları şarttır. Sadece bu şekilde sağlıklı düşünen, çalışkan, üreten ve milletini seven nesiller yetiştirebiliriz. Buna da çok ihtiyacımız var. Çünkü, bu ülkenin kişilikli, bilgili ve çalışkan insanlara ihtiyacı var. Gerçekten de artık, sanayicisiyle, işçisiyle, köylüsüyle, esnafı, memuru ve öğretmeniyle Atatürk'ün belirttiği gibi çağdaş eğitim sistemimizi yerine oturtmamız gerekir. Huzurlu, mutlu ve zengin bir ülke olmanın yolu buna bağlı demeye gerek var mı acaba?!...

Zeynel YÜKRÜK Murat İlköğretim O. Md. Yard. / ELAZIĞ
 
CUMHURİYETÇİLİK


Birçok yazarlar, cumhuriyeti hem bir devlet şekli, hem bir hükümet şekli olarak kabul etmektedirler. Devlet şekli olarak cumhuriyet, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade eder. Devlet şekillerinin tasnifindekullanılan başlıca kriterlerden biri egemenliğin kaynağı olduğuna göre, cumhuriyetin bu anlamda bir devlet şekli olduğuna şüphe yoktur. Ancak cumhuriyet, aynı zamanda bir hükümet (devlet yönetimi) şekli olarak da kabul edilebilir. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu, özellikle bunların oluşumunda veraset ilkesinin rol oynamadığı bir hükümet sistemini anlatır. Böylece cumhuriyet, seçim ilkesine dayanan bir hükümet sistemi anlamını taşımaktadır. Aslında, devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramlarının birbirleriyle çok yakından ilgili olduğu açıktır. Egemenliğin siyasî toplumun tümünde (millî bir devlette bu siyasî toplum elbette bir millettir) olduğu bir sistemde, devletin temel organlarının millet iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiîdir. Aynı şeklide, devletin temel organlarının seçimden çıktığı bir sistem, millî egemenlikten veya halk egemenliğinden başka bir ilkeye dayanamaz.

Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923 tarihli "Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen Tadiline dair Kanun," "Türkiye Devletinin şekl-i Hükümeti, Cumhuriyettir" demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak vasıflandırmıştı. 1924 tarihli Anayasa ise, "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" diyerek, cumhuriyete bizce daha doğru olarak bir devlet şekli niteliğini vermiştir. Cumhuriyet, daha sonraki Anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük ve tarihî önem dolayısıyle, bu ilkenin bir Anayasa değişikliği ile bile değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükme bağlan-mıştır (1924 Anayasası, m.102; 1961 Anayasası, m.9; 1982 Anayasası, m.4).

Görülüyor ki, Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk'ün devlet anlayışının temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz millî egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki içindedir ye onun tabiî bir sonucudur. Gerçi günümüzün Batı anayasal monarşilerinde, hükümdarın devletin ve milletin birliğini temsil eden bir sembolden ibaret hale geldiği, bu ülkelerde etkin siyasî iktidarın tümüyle halk tarafından seçilen devlet organları tarafından kullanıldığı bir gerçektir. Bu sebeple, egemenliğin kaynağı hakkındaki teorik düşünceler ve biçimsel kurallar ne olursa olsun, bu tür rejimlerde de millî egemenlik ilkesinin gerçekleşmiş sayılacağı ileri sürülebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 8 Kasım 1924 tarihli birleşimindeki gensoru görüşmelerinde Mahmut Esat (Bozkurt) Bey tarafından ileri sürülen ve Atatürk'ün Nutuk'ta tasviple değindiği şu görüşler de benzer niteliktedir: "Hâkimiyeti milliye başka bir meseledir. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet-i idare, istibdat, yine başka birer meseledir. Bir kısmı eşkâl-i hükümettir. Diğeri milletin iradesinin infaz ve tatbikidir. Bu dört şekil içinde, muhtelif şekilde, hâkimiyeti milliyenin tatbik edildiğini görmekteyiz. Hattâ istibdatta bile bir parça vardır. Meşrutiyette biraz daha fazla, cumhuriyette daha fazla, binaenaleyh bu noktada bu iki şeyi karıştırmamak lâzımdır. Hâkimiyeti milliye cumhuriyetin tekâmülü demek değildir. Çünkü hâkimi-yeti milliye şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir." Bununla birlikte, millî egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şeklinin, devlet başkanı da dahil olmak üzere, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği bir cumhuriyet olması gerektiği açıktır.

Millî egemenlikle cumhuriyet ilkesi arasındaki bu yakın ilişki gözönüne alındığında, Anadolu'da millî egemenliğe dayanan ve millet iradesinden kaynakla-nan bir rejimin kurulduğu anda, onun aslında bir cumhuriyet niteliği taşıdığını kabul etmek gerekir. TBMM Hükümeti, adı henüz konmamış bir Cumhuriyetten başka birşey değildi. Cumhuriyetin ilânına ilişkin TBMM görüşmelerinde milletvekili Abdurrahman Şeref Bey, bunu çok güzel ifade etmiştir: "Eşkâli hükümetin tadadına lüzum yok. Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu, cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin."

Şüphesiz, bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması, mutlaka o devletin millî egemenlik ilkesine dayanan "demokratik" bir rejime sahip olduğunu göstermez. Kendisini cumhuriyet olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile ne demokrasi ile hiç ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de bugün de pek çok Örnekleri vardır. Oysa, Atatürk'ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil, fakat demokratik cumhuriyetçiliktir. Atatürk'e göre "demokrasi prensibinin en asrı ve mantıkî tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir. Millet namına her türlü kanunları o yapar. Hükümete itimat eder ve onu ıskat eder... Cumhuriyette, Meclis, Reisicumhur ve hükümet, halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar bilirler ki, kendilerini iktidar ve salâhiyet mevkiine, muayyen bir zaman için, getiren irade ve hâkimiyetin sahibi olan millettir; ve yine bunlar bilirler ki, iktidar mevkiine, saltanat sürmek için değil, millete hizmet İçin getirilmişlerdir. Millete karşı vaziyet ve vazifelerini suiistimal eyledikleri takdirde, şu veya bu tarzda, millî iradenin, kendi haklarında dahi tecellisine maruz kalabilirler."

Klâsik devlet nazariyecileri, her devlet şeklinin, kendisine uygun bir davranış ilkesine, bir prensibe dayandığını, bu ilkeye uyulmadığı takdirde devletin bozulaca-ğını ve çöküntüye gideceğini ileri sürmüşlerdir. Bu prensiplere, çağdaş siyasal bilim terminolojisine uygun olarak, bir siyasî rejimin dayandığı temel siyasî değerler sistemi adı da verilebilir. Bu konuda derin gözlemlerde bulunmuş olan ünlü Fransız düşünürü Montesquieu'ye göre, despotizmin (istibdat) prensibi korku, monarşinin prensibi şeref, demokrasinin (cumhuriyet) prensibi ise, fazilettir.' Atatürk, üstün sezgisiyle, Cumhuriyetin dayandığı ahlâkî prensibin "fazilet" olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir: "Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir ? Cumhuriyet, fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir."

Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel değer ve zihniyet farklarından biri de, cumhuriyetin "vatandaşlık," monarşinin ise "uyrukluk" (tâbiiyet) kavramlarına dayanmasıdır. Ne kadar sınırlandırılmış ve anayasallaşmış olursa olsun, her monarşide geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan birtakım ayrıcalık kalıntıları vardır. Meselâ monarşilerde hükümdarın şahsı, kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işleyemeyeceği ve hata yapmayacağı varsayılır. Demokratik rejimin beşiği İngiltere'de bile bu ilke, "Kral hata yapamaz" (the King can do no wrong) vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise, bütün vatandaşların eşitliği ve devlet yönetimine eşit olarak katılmaları temeline dayanır. Cumhuriyette devlet, vatandaşların ortak iradelerinin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyetinin her türlü
eşitsizliğe ve ayrıcalığa karşı oluşunu, aşağıda halkçılık ilkesini incelerken ayrıntılı olarak göreceğiz.

Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
 
CUMHURİYET TÜRKİYE'SİNE BİR BAKIŞ

Yirminci yüzyılın başında, hattâ Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda, Türkiye'nin bir ucundan öteki ucuna, tarımda karasaban dönemi yaşanıyordu; Türkiyede traktör, İlaçlama âleti, ziraî ilâç, kimyevî gübre üretilmiyordu; köylümüz bunları kullanmayı bilmiyordu. Tarım teknolojisi bin yıl öncekinden pek farklı sayılmazdı. Cumhuriyet döneminde, nüfusumuz 10 milyon civarından 50 milyonun üstüne yükseldiği halde, Türkiye halkı 1923'tekinden daha iyi besleniyorsa, bunu bilim ve teknolojideki ilerlemelere ve artan üretim gücüne borçluyuz. Cumhuriyetten bu yana nüfusu beş katına yakın artış gösteren Türkiye'nin, bu süre içinde, buğday üretimini sekiz katına yakın arttırabilmesi (ve başka tarımsal üretim alanlarında ayni gelişmelerin görülmesi) sayesindedir ki, Türkiye bugün kendi nüfusunu besleyebilecek sayılı dünya ülkeleri arasında bulunmaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günlerde, ülkede sanayi teknolojisi Batı Avrupa'nın XIX. yüzyılın başında ulaştığı teknolojiden bile geri idi. 1915 yılına ait istatistik bilgilerine göre, elektrik gücü kullanan tesisler son derecede azdı ve bunlara sadece bir iki şehirde rastlanabilirdi. Ülke, elektrik çağ! şöyle dursun, buhar çağına bile tam olarak geçmiş sayılmazdı. Dereler üzerinde kurulup su gücü ile dönen basit değirmenler, sanayi sektörünün önemli bir kesimini oluşturuyordu. Çeşitli üretim kollarında, işyeri başına düşen ortalama işçi sayısı 2 veya 3'ten ibaretti. Hiçbir faaliyet kolunda ortalama işçi sayısı 5'in üstüne çıkmıyordu, iş yerleri, genellikle, "küçük zanaat" kategorisine giren atölyelerden ibaretti. Üstelik, irili ufaklı bu iş yerlerinin üçte ikiden fazlası Türk'lerin mülkiyetinde değildi. Yurt içi pamuklu dokuma tüketiminin yüzde 2'si yerli fabrika, yüzde 23'ü el tezgâhları ve yüzde 75'i ithal ürünleriyle karşılanıyordu. İthal edilen pamuklu dokuma ürünleri, yerli fabrika üretiminin 38 katı civarında idi. İleri Avrupa teknolojisi, Anadolu'un el dokumacılığını da yavaş yavaş yok ediyordu. Türkiye pamuk üretimine elverişli bir ülkedir. Fakat Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, insanımızın doğduğu zaman sarıldığı, yaşadığı sürece giydiği ve öldüğü zaman kefenlendiği bezlerin çoğu Türkiye'de üretilmiyordu. Kaput bezi, Anadolu'nun pazar yerlerinde "Amerikan bezi" diye satılıyordu. Birçok yurttaş için, sırtına mintan, ölüsüne kefen bezi bulmak büyük sorundu. Atatürk'ün Sümerbank bez fabrikalarıyîa başlattığı Türk dokuma ve konfeksiyon sanayii, bugün kaliteli ürünleriyle, Türk müteşebbislerinin, teknik elemanlarının ve işçilerinin başarılı çalışmalarıyla, Avrupa ve Amerika pazarlarında rahatça rekabet edebilir hale gelmiştir. Dönüm başına elde edilen pamuk miktarındaki büyük artış da, tarım teknolojisinde ve sulamadaki ilerlemenin sonucudur.

1920'lerin Türkiyesinde, şeker üretecek bir tek fabrika yoktu. İklim sarfları şeker pancarı üretimine elverişli olan Türkiye, şekerini Rusya'dan, Orta Avrupa'dan getirirdi. Bugün, Türk köylüsü şeker pancarı üretiminde, dönüm başına sağlanan verim bakımından dünyanın en ileri ülkeleri düzeyine erişebilmiştir; bugün ülkemizde yalnız şeker pancarı ve şeker değil, bir şeker fabrikasını kurabilmek için gerekli olan makina ve cihazlar da üretilmektedir.

Cumhuriyet döneminin başlarında, köylümüz, kullandığı kazmanın, küreğin sapını ağaçlardan kesip yontar, fakat bunların ucuna takacağı çok basit bir çelik parçası için yabancı ülkelerin mamullerini arardı. Bundan otuz yıl önce bile, Türkiye'de traktör sayısı yok denecek kadar azdı. Ülkemizde traktör, kamyon, otomobil, otobüs üretilmesi şöyle dursun, bu araçların en basit parçalan bile yapılamıyordu. Kısa bir süre öncesine kadar tarlalarına traktör girmeyen Türkiye, bugün -teknoloji transferi yoluyla da olsa- ihtiyacı bulunan traktörleri büyük ölçüde yurt içinde üretebilmektedir. Kamyon ve otomobil yapabilen, bazı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine motorlu araçlar ihraç edebilen Türkiye, arîtk yirminci yüzyılın başındaki, hattâ ortalarındaki Türkiye değildir.

Bugün, büyük kapasitede üç ve orta boyda birçok demir-çelik tesisine sahip olan Türkiye, artık demiryollarının yalnız raylarını değil, vagonlarını, hattâ lokomotif-lerini üretebilecek düzeye gelmiştir. Kimyevî gübre, petro-kimya sanayilerini kurmuştur.
1923'te, hattâ daha sonraları, bir torba çimento, basit bir musluk veya birkaç metre su borusu bile imâl edemeyen Türkiye, bugün her çeşit inşaat malzemesini üretmekte, bir kısım ürünlerini yurt dışına satabilmektedir. Bir torba çimento yapamadığı için çimentoyu İngiltere'den, fayansı ispanya'dan, bir tabaka cam üretemediği için pencere camını çeşitli Avrupa ülkelerinden getiren Türkiye, bugün, çimentoyu da, fayansı da ihraç eden, ürettiği camları Avrupa ve Amerika'da pazarlayabilen bir ülke haline gelmiştir. 1923'te bir devlet binası, bir hastahane inşa edilirken, yalnız demiri, çimentoyu, sıhhî tesisat malzemesini, boyayı, kiremiti vb. değil, mühendisi, ustayı ve kalifiye işçiyi bile dışardan getirmeğe mecbur olan Türkiye, bugün dış ülkelerde büyük bayındırlık işlerinin, dev inşaatların yapımını yüklenebilmededir.
Öğrencilerin elindeki basit bir kurşunkalemi, silgiyi, kitap ve defter kâğıdını üretemeyen; yalnız dikiş makinasını değil, dikiş ipliğini bile yapamayan; sofradaki bardağı, tabağı, çay-kahve fincanını bile dışardan almağa mecbur olan Türkiye artık geçmişte kalmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda elektrik üretimi sıfıra yakın olan; bir tek köyünde bile elektrik bulunmayan; hattâ iki veya üçü hariç, bütün il merkezleri elektriksiz olan Türkiye, bugün bütün illerini enterkonekte elektrik şebekesine bağlayabilmiş, bütün ilçelerini elektriğe kavuşturmuş; hattâ illerinin bir çoğunda elektriksiz köy bırakmamıştır. Türkiye'nin her köşesini elektrik enerjisine kavuşturma yolunda büyük mesafe alınmıştır.
Sadece, bazı alanlardan birkaç örneğini verdiğimiz ve saymakla bitmeyecek olan bütün bu ilerlemeler yeterli midir? Kesinlikle hayır!...

Cumhuriyet dönemine girerken Türkiyenin hareket noktası çok gerilerde idi. Bilim, teknoloji ve eğitim alanında, ileri ülkelerle aramızda büyük bir uçurum vardı. Bilim, teknoloji ve çağdaşlaşma hamlesine 1632' de tahta geçen Birinci Petro ile başlayan Rusya, hatta Osmanlı devletinden ayrılan Balkan ülkeleri bile, bu alanlarda Osmanlı devleti ile kıyaslanamayacak kadar ilerde idiler.
Çağdaşlaşma hamlesine 1860'larda başlayan Japonya, Osmanlı devletinden farklı olarak, millî bütünlüğe sahip bir ülke idi; çağdaşlaşma atılımını başlattığı sırada parçalanma değil, yükselme yolunda bulunuyordu; istilâ tehditlerinden uzaktı. Tarih boyunca, dünyada, yabancı istilâsına ve hırsına en çok hedef olan bölge Osmanlı devletinin bulunduğu bölge iken, Japonya, çağlar boyunca dünyanın en az istilâ görmüş köşesinde yer almıştı. Resmî bir devlet dininin bulunmayışı, dinin devlet işlerine karışmaması ve çağdaşlaşmaya en küçük ölçüde karşı c'ıkmaması, Japonya'nın bir başka özelliği idi. Belki de en önemli fark olarak Japonya, daha 1918 de öğrenim çağındaki çocukların % 98'ini okula kavuşturmuş bulunuyordu. Halbuki, 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çocuklarının % 90'ı okuldan yoksun bir ülke devralmıştı; Üsteliki eğitimden yararlanır gibi görünen çok sınırlı sayıdaki evlâtlarımızın büyük çoğunluğu da, çağdaş bilim ve eğitimle hiç ilgisi olmayan medreselere deyam eder durumda idiler. Aşağıda göreceğimiz üzere, Cumhuriyet kurulduğunda, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da hareket noktası çok gerilerde idi. Düşününüz ki, bütün
Türkiye'de liselerin dokuzuncu, onuncu, onbirinci ısınıflarında okuyan öğrencilerin sayısı sadeee 1247'den ibaretti... Hiçbir alanda yeterli sayıda yetişmiş eleman yoktu. 1911 Trablus ve 1912'deki Büyük Zafer'e kadar, Türk Milleti, üç ayrı kıt'ada ve pek çok cephede âdeta aralıksız savaşmağa mecbur kalmıştı. Cumhuriyet yönetimi, bir uçtan bir uca harap, insangücü kaynakları erimiş, üstelik Osmanlı döneminin dış borçlarının bir kısmını ödemeğe mecbur, yoksul ve bitkin bir ülke devralmıştı. Kurtuluş Savaşı destanı bu şartlar içinde yaratılmıştı. Türk Milleti,; bilim ve teknoloji atılımını da, bu güçlükler içinde başlatmağa mecburdu.

Bütün bu gerçekler ve güçlükler göz önünde tutulursa, Türkiyenin Cumhuriyet döneminde yaptığı atılımın önemi ye değeri daha iyi anlaşılır. Hareket noktasının ne olduğu iyi bilinirse, Türkiye Cumhuriyetinin sağladığı başarılar küçümsenemez. Ancak, Atatürk Türkiyesinin evlâtları, sağlanan başarıyı hiçbir şekilde yeterli göremezler. Önümüzde,aşılması gerekli çetin ve uzun yollar bulunduğunu da bilmelidirler. Atatürk'ün, daha Cumhuriyetin Onuncu yılında söylediği gibi "az zamanda çok ve büyük işler yaptık" diye sevinsek bile, hemen bu cümlenin ardından büyük önderin söylediği şu sözleri de hatirlamamız gerekir: "Fakat yaptıklarımızı asla yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak meeburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medenî ülkeleri seyiyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına
sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız... Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekîdir. Çünkü Türk milleti, millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale, müsbet ilimdir". Bilim ve teknoloji yarışının hızlanarak sürüp gittiği dünyamızda, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlere düşen görev bu bilim meş'alesine sahip çıkmaktır.

Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet gençliği, Atatürkün ne derecede elverişsiz şartlar içinde ne kadar büyük güçlükleri aştığını hatırlayarak, onun engin yurtseverliğinden ve aydınlık düşüncelerinden ilham alarak, çağdaş bilim ve teknolojiye egemen olacak, en çetin güçlükleri yenecektir.

Turhan Feyzioğlu
Atatürk Araştırma Merkezi Üyesi
 
SEÇİM BİZİM

Türkiye Cumhuriyeti yetmiş yedi yıllık oldukça genç bir ülkedir. Yetmiş yedi yıldır oluşma, gelişme, varlığını sürdürebilme, kendini kanıtlayabilme gibi yoğun çabalar içinde olan Türkiye, tarihi boyunca inişler ve çıkışlar yaşamıştır ve yaşamayı sürdürecektir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yoğun bir kapalılık ve geri kalmışlığın içinde bulunan Türk milleti, Kurtuluş Savaşı'yla birlikte üzerindeki aksiliklerden silkinmiş ve ilerleme yolundaki adımlarını hızlı hızlı atmaya başlamıştır. İşte Türk milletinin içindeki potansiyel enerjiyi harekete dönüştüren, onlara var olan gerçekleri gösteren ve içlerindeki gücü kullanmak için gereken güveni sağlayan insan Mustafa Kemal Atatürk'tür! Mustafa Kemal içindeki özgürlükçü ve milliyetçi haykırışları halkıyla paylaştı. Bu paylaşım, halkın içinde ezelden beri var olan fakat kimilerince yıllarca bastırılmış duyguları ayaklandırdı. Mustafa Kemal ve halkı, el ele verdi ve devrim meş'alesini yaktı. İşte o dönemlerden temeli atılan görüşler, anlayışlar, inanışlar ve yenilikler günümüze dek süregeldi.

Türk milleti her tökezlemesinde, her yanılışında sığınacak bir kimse aramaya başladı. Yeni Mustafa Kemallerin doğmasını ve yeniden kendilerini kurtarmasını umdu. Boşa bir bekleyiş başladı ve hâlen sürmekte...Oysa Mustafa Kemal'in halkına öğretmeyi en çok istediği şey "Medet ummamaktır!" ilerlemek için çalışmak, çalışmak için istemek, istemek içinse yurdunu gerçek anlamda sevmek gerekmektedir. Mustafa Kemal bize ışıklı bir yol sundu. Bu yolda ilerlemek ya da ilerlememek bizim elimizde.Onun yaşamı, söyledikleri, öğütleri Türk milletinin en büyük hazinesidir. Atatürkçü olmak demek onu anlamak, geçmişe bakıp günümüz için ders almak demektir. Atatürkçü olmak demek onun fikirlerini öğrenmek, özümsemek, söylediklerini tartışabilecek kadar açık yürekli olmaktır. Atatürkçü olmak demek vatanını, insanını, kendisini sevmek demektir. Atatürkçü olmak demek ileri gitmek, devrimin ışığını yüreğinde hissetmek demektir!Türk genci Atatürkçü olmak zorunda mıdır? Türk genci yalnızca gerçekleri görmek, okumak, anlamak zorundadır. Çalışmayı ilke, aydınlığı hedef edinmek zorundadır ve tüm bunları başarabilmek için kendisine örnek olan, yaşamıyla ve sözleriyle bir rehber niteliğindeki Ata'sından faydalanmalıdır.Atatürkçü olmalıyız. Ama Atatürk'ü gerçekten tanıyarak.Onun fikirlerini öğrenerek ve yorumlayarak. Ancak o zaman gerçekleri fark eder, yerinde saymanın geri gitmekten başka bir şey olmadığını anlar ve Atatürk'ü bazılarının neden anlamak istemediğini kavrarız!

Önümüzdeki yollar belli. Ya ışıklı yolların sonundaki aydınlık gelecek, ya karanlıkların içindeki geri kalmışlık... Seçim Bizim!

Selen ESMERAY Anadolu Lisesi Öğrencisi / ANKARA
 
İŞTE CUMHURİYETTEN BEKLEDİĞİMİZ NETİCE


Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi. Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var. Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler ya-parak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçmiş bir sesle:
- İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice... diyordu.

Hulusi KÖYMEN
 
Geri
Top