Darbeci Zihniyet ve Sultan Abdülaziz'in Katli
Son iki asırlık tarihimizde birçok defa çeşitli güçler tarafından şaşırtıcı benzerliklerle "siyasî iradeye müdahale" edildi. Bu coğrafyada yaşananları daha iyi idrak etmemizi kolaylaştıran hâdiselerden biri de, Sultan Abdülaziz'in askerî bir darbe ile tahttan indirilmesi ve katledilmesidir.
Batılı devletlerin baskısı ve içerideki muhalefetin de tesiriyle, Meşrutiyet'i ilân etmesi için 1870'li yıllarda Sultan Abdülaziz'e büyük bir baskı yapılmıştı. Devletin etnik yapısını ve gün geçtikçe tesirini artıran milliyetçilik düşüncesini göz önüne alan Sultan Abdülaziz, rejimin değişmesi taleplerine sıcak bakmıyordu. Fakat bu tavrı, adım adım onun sonunu hazırlıyordu. Güç kullanarak padişahı tahttan indirmeye karar veren Yeni Osmanlılar, bunun için bir cunta teşkil etmişti. Cuntanın, Meşrutiyet'in ilânını beklemeye tahammülü yoktu. Aslına bakılırsa, Mithat Paşa'dan başka Meşrutiyet'i dert edinen pek kimse de yoktu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlılar için asıl mesele, iktidar gücünü ele geçirmekti. Sultan Abdülaziz'in devlete vermeye çalıştığı çeki düzenden ve güçlü bir donanma kurmasından rahatsız olan İngiltere de, onları menfaatleri doğrultusunda kullanıyordu.
Mithat Paşa'nın köşkü, cuntacıların karargâhı olmuştu. İdarî ve askerî bürokraside mühim vazifelerde bulunan ihtilâlin beyin takımı için burası gözden uzak bir mekândı. Devletin önde gelenlerinin, bu hareketin içinde yer almaları, birçok kararsız insanı da cesaretlendiriyordu. Merkez Komutanı Süleyman Paşa, darbeden sadece bir hafta evvel Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından razı edilerek kadroya dâhil edilmişti. Fetvâ emini Filibeli Kara Halil Efendi de, Mithat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin gayretleriyle darbeden üç gün evvel ikna edilebilmişti. Paraya ihtiyaç duyan darbeciler, bunun da bir çaresini bulmuş; tahta çıkarmaya karar verdikleri ve destek aldıkları Veliaht Şehzâde Murad'ın borsacısından "mesârif" gerekçesiyle bir hayli para sızdırmışlardı. Üstelik bu parayı, darbeden sonra Sultan Abdülaziz'in mal varlığına el koyarak ödemeyi vaat etmişlerdi. Şehzâde Murad, taht değişikliğinin kan dökülmeden yapılması taraftarıydı ve amcası Sultan Abdülaziz'e bir zarar gelmesini katiyen istemiyordu.
Cunta evvelâ darbeye zemin hazırlamak için faaliyetlerde bulundu. Mithat Paşa ve yandaşlarının kışkırtmaları neticesinde medrese talebeleri tarafından 10 Nisan 1876'da bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Mahmud Nedim Paşa kabinesinin istifası için yapılan bu yürüyüş hedefine ulaştı. Üç gün sonra gerçekleşen kabine değişikliğiyle tarihe "hal' erkânı" diye geçen ekip, devletin mühim makamlarına geldi. Mütercim Rüştü Paşa "sadrazam", rüşvet aldığı ortaya çıkan Hüseyin Avni Paşa "serasker", Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır'ı İngilizlere bir nevi satan Mithat Paşa "devlet nazırı" ve Hasan Hayrullah Efendi "şeyhülislâm" oldu.
Hazırlıklarını tamamlayan cunta 30 Mayıs 1876 Salı günü sabaha karşı harekete geçti. Dolmabahçe Sarayı, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Süleyman Paşa komutasındaki askerler tarafından basıldı. Kansız bir şekilde tahtından indirilen ve Topkapı Sarayı'na götürülen padişah için "aklını kaybetti" diye hakkında bir hal' fetvası hazırlandı. Ama hâdiseler bununla sınırlı kalmadı ve saraydaki birçok kıymetli eşya yağmalandı. Fakat Sultan Abdülaziz'in güçlü bir istihbarat teşkilâtı olsaydı ve her şeyi göze alarak darbecilere direnseydi, belki de tarihin akışı bambaşka olabilirdi.
Gözetim altında tutulduğu üç gün içerisinde Topkapı Sarayı'nda kendisine pek de iyi davranılmayan Sultan Abdülaziz, karşılaştığı incitici muameleler sebebiyle yeğeni 5. Murad'a bir mektup yazdı. Saltanatını tebrik ettikten sonra, şartların daha müsait olduğu başka bir mekâna nakledilmesini istedi. Ancak güç kullanarak Abdülaziz Han'ı tahttan indirenler, onu öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Halk tarafından sevilen bir padişahın mahpus da olsa, yaşamasını kendi varlıkları açısından tehlikeli buluyorlardı. Darbeciler tedirgin olmaya başlamıştı. İhtilâlin lideri Hüseyin Avni Paşa, endişe duyanların başında geliyordu. Yalanlarla ihtilâle âlet edilen ordu ve sahih olmayan bir fetvâ ile kandırılan halk uyanmadan, Abdülaziz Han ortadan kaldırılmalıydı. Böylece tekrar padişah olması önlenecekti. Zîrâ 5. Murad'ın ruh sağlığının devleti idare edecek vaziyette olmadığı görülmüştü. Onun başarısız olması hâlinde, tahta tekrar Sultan Abdülaziz gelebilirdi.
Abdülaziz Han ve ailesi, yeni padişahın emriyle 2 Haziran Cuma sabahı Ortaköy'deki Feriye Sarayı'na nakledilirken, yine incitici muamelelere maruz kaldı. Esasında o tarihlerde tahttan indirilmiş olsa bile, hiç kimse padişaha ve ailesine böyle davranmaya cesaret edemezdi. Bu durum, geçmişten bugüne darbeci zihniyetin sergilediği cüretkârlığı ve hukuksuzluğu göstermesi bakımından önemlidir.
Bir tabur askerle koruma altına alınan sarayda geçirdiği iki gün içerisinde, Abdülaziz Han âdeta "şehadete" hazırlandı; ibadet ve Kur'ân'la meşgul oldu. Başına gelecekleri hissetmişçesine, annesi Per-(Terbiyeden-Yoksunum)-tevniyal Valide Sultan'la dertleşip helâlleşti. Kuzguncuk'taki yalısından Ortaköy'ü gözetleyen Hüseyin Avni Paşa'nın gözü kulağı, saraydan gelecek haberdeydi. Bütün plânlar hazırlanmıştı. Cinayet sonrası ortalığı velveleye verecek saraylı hazinedar kalfaların çığlık seslerinin Kuzguncuk sahillerinde yankılanması, ân meselesiydi. Ve acı haber 4 Haziran 1876 Pazar günü evvelâ Feriye Sarayı'nda, ardından bütün bir İstanbul'da duyuldu. O sabah Abdülaziz Han, saraydaki odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette bulunmuştu. Bahçıvan süsü verilerek saraya sokulan ve içeriden destek aldıkları anlaşılan katiller, işlerini birkaç dakika içinde bitirmiş ve kendilerine karşı direnen padişahın kol damarlarını intihara benzeyecek bir şekilde kesmişlerdi. Pertevniyal Valide Sultan ve Mabeynci Fahri Bey odaya girdiklerinde, bileklerinden kanlar akan Abdülaziz Han, "Allah, Allah!" diye inliyordu. Çok geçmeden Hüseyin Avni Paşa da, gösterişli Serasker kayığıyla saraya geldi. Saray halkının feryatları arasında Donanma Kumandanı Arif Paşa ile birlikte odaya girdiğinde, Abdülaziz Han son ânlarını yaşıyordu. Emir komuta zinciri içinde padişahın hall'ine giden yolu açan Avni Paşa, her zamanki soğukkanlı tavrıyla otoritesini ortaya koydu. Evvelâ kadınları ve saray erkânını odadan çıkardı. Sonra da onun emriyle Abdülaziz Han, askerler tarafından yandaki karakol binasına götürüldü ve alt katta, kahve ocağının karşısında erlerin oturduğu minderlerin üzerine yatırıldı. Sadrazam Rüştü Paşa ve Mithat Paşa'nın da karakola geldiği, hâdisenin sıcaklığını koruduğu o dakikalarda Avni Paşa: "Sultan Aziz vefat etti. Makasla bileklerini kesmiş. Şimdi doktorlar gelip rapor tutacak. Padişahımız nereyi irade buyururlarsa oraya gömeceğiz. İşi uzatmamak lâzımdır." dedi. Ardından kendi elleriyle karakol pencerelerinden bir tanesinin perdesini kopardı ve Sultan Aziz'in cesedini örttü.
Feriye Karakolu'na gelen doktorların ceset üzerinde inceleme yapmalarına müsaade edilmedi. Hazırlanan rapora imza atan doktorlardan sadece birkaçı padişahın kesilmiş bileklerini görebildi. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen doktorlardan biri, derhal Trablusgarp'a sürüldü, diğer doktorun da apoletleri söküldü. Cenazeyi yıkayan imam efendilerin sonradan, "Sultan Abdülaziz'in iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu" söylemeleri, aslında o sabah sarayda nelerin yaşandığını ortaya koyuyordu.
Şehit padişahın cenazesi, ertesi gün Enderun ağalarının ve vükelânın hazır bulunduğu mütevazı bir merasimle babası Sultan 2. Mahmud'un Divanyolu'ndaki türbesine alelacele defnedildi. Halktan çok az insan cenazeye iştirak edebildi. Zîrâ insanlar, Serasker Avni Paşa'nın gazabına uğramaktan korktukları için, evlerine kapanmışlardı. Hazin ve yürek yakıcı bir hâlde hayata veda eden bu dindar padişahı, geniş halk kitleleri hiçbir zaman unutmadı. Modernleşme çalışmalarına ehemmiyet veren Abdülaziz Han'a, ikinci bir "Yavuz" gözüyle bakılıyor ve ondan çok şey bekleniyordu. Tahttan indirildikten sonra içine düştüğü durum karşısında milletin yüreği yanmış ve hakkında türküler söylenir olmuştu. "Seni tahttan indirdiler/ Beş çifteye bindirdiler/ Topkapı'ya gönderdiler/ Uyan Sultan Aziz uyan/ Kan ağlıyor bütün cihan." mısraları halk arasında dalga dalga yayılıyordu.
Tarih kitaplarında yıllarca Sultan Abdülaziz'in, tahttan indirildikten sonra, sarayda hapis hayatı yaşamaya dayanamadığı ve sakalını düzeltmek için istediği söylenen makasla iki bilek damarını keserek intihar ettiği yazıldı. Tarihçiler arasında münakaşa mevzuu olan bu hâdise, kesin bir hükme bağlanamadı; ama birçok tarihçiye göre Sultan Abdülaziz, intihar etmemiş, öldürülmüştür. Pertevniyal Valide Sultan da, oğlunun saraya gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söylemiş ve intihar ettiğine hiçbir zaman inanmamıştı. Zaten bir insanın iki bileğini keserek intihar etmesi mantıken mümkün değildi.
Sultan Abdülaziz'in, hal' edildikten sonra saray fotoğrafçılarından Vasilaki Kargopulo tarafından çekilen ve yıllar sonra ortaya çıkan fotoğrafı, ölümü üzerindeki sır perdesini tam olarak kaldırmasa da, bir Osmanlı sultanına revâ görülen "aşağılayıcı" tavrı gözler önüne seriyordu. Ahşap bir sandalye üzerine oturtulan ve endişeli gözlerle etrafa bakan hüzünlü padişahın iki yanında düşük rütbeli subaylar durmuş ve bunlar, sultanın omzuna dirsek dayayarak lâubali bir şekilde poz vermişlerdi.
Abdülaziz Han'ın şehadeti sırasında üzerinde bulunan pantolonu, gömleği, hırkası, atkısı, dizliği ve iç kıyafeti, ölümünün üzerinden 131 yıl geçtikten sonra kamuoyu ile paylaşıldı. "Her şeyi, affederim. Oğlumun kanını helâl etmem!" diyen Valide Sultan, kıyafetleri sandıkta saklayarak, oğlunun ölümüyle alâkalı tarihî hakikatlerin er veya geç ortaya çıkmasını istemişti. Eşyalar arasında Sultan'ın bileklerini kestiği iddia edilen bir de "makas" vardı. Topkapı Sarayı'nın depolarında ortaya çıkan giysilerin, hâdisenin üzerinden geçen zamana rağmen kan kokması, padişahın cenazesini yıkayan imamların, "Hâlâ bileklerinden kanlar süzülüyordu, vücudunda darp izleri vardı." şeklindeki ifadelerini doğruluyordu.
Koskoca devletin bir numaralı idarecisinin otopsi yapılmadan alelacele defnedilmesi, hâdisenin delilleri ve şahitleri ortadayken adlî bir tahkikat açılmaması, hâdisenin intihar değil, bir cinayet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 5. Murad'ın 93 günlük saltanatının ardından padişah olan Sultan 2. Abdülhamid, amcasının ölümünün "intihar" olmadığını, tam aksine plânlı bir "cinayet" olduğunu düşünüyordu. Hâdisenin karanlıkta kalan noktalarının ortaya çıkarılmasını arzu ediyor ve bunu amcasının ruhuna karşı bir vefa olarak telâkki ediyordu. Neticede Sultan Abdülaziz'in "intihar edip etmediğini" tespit etmek, şayet bir cinayet işlenmişse faillerini ve azmettirenleri ortaya çıkarmak için 27 Haziran 1881'de meşhur "Yıldız Mahkemesi" kuruldu. Yapılan derin tahkikatlar sonrasında, İngilizlerle işbirliği yapan bazı şahısların, Abdülaziz Han'ın katlinde rol oynadıkları ortaya çıktı. Aralarında Mithat Paşa'nın da bulunduğu dokuz sanık hakkında idam kararı verildi; ama Sultan 2. Abdülhamit insaflı davranarak bunların hiçbirini tatbik ettirmedi ve idam cezalarını müebbet hapse çevirdi.
Son iki asırlık tarihimizde birçok defa çeşitli güçler tarafından şaşırtıcı benzerliklerle "siyasî iradeye müdahale" edildi. Bu coğrafyada yaşananları daha iyi idrak etmemizi kolaylaştıran hâdiselerden biri de, Sultan Abdülaziz'in askerî bir darbe ile tahttan indirilmesi ve katledilmesidir.
Batılı devletlerin baskısı ve içerideki muhalefetin de tesiriyle, Meşrutiyet'i ilân etmesi için 1870'li yıllarda Sultan Abdülaziz'e büyük bir baskı yapılmıştı. Devletin etnik yapısını ve gün geçtikçe tesirini artıran milliyetçilik düşüncesini göz önüne alan Sultan Abdülaziz, rejimin değişmesi taleplerine sıcak bakmıyordu. Fakat bu tavrı, adım adım onun sonunu hazırlıyordu. Güç kullanarak padişahı tahttan indirmeye karar veren Yeni Osmanlılar, bunun için bir cunta teşkil etmişti. Cuntanın, Meşrutiyet'in ilânını beklemeye tahammülü yoktu. Aslına bakılırsa, Mithat Paşa'dan başka Meşrutiyet'i dert edinen pek kimse de yoktu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlılar için asıl mesele, iktidar gücünü ele geçirmekti. Sultan Abdülaziz'in devlete vermeye çalıştığı çeki düzenden ve güçlü bir donanma kurmasından rahatsız olan İngiltere de, onları menfaatleri doğrultusunda kullanıyordu.
Mithat Paşa'nın köşkü, cuntacıların karargâhı olmuştu. İdarî ve askerî bürokraside mühim vazifelerde bulunan ihtilâlin beyin takımı için burası gözden uzak bir mekândı. Devletin önde gelenlerinin, bu hareketin içinde yer almaları, birçok kararsız insanı da cesaretlendiriyordu. Merkez Komutanı Süleyman Paşa, darbeden sadece bir hafta evvel Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından razı edilerek kadroya dâhil edilmişti. Fetvâ emini Filibeli Kara Halil Efendi de, Mithat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin gayretleriyle darbeden üç gün evvel ikna edilebilmişti. Paraya ihtiyaç duyan darbeciler, bunun da bir çaresini bulmuş; tahta çıkarmaya karar verdikleri ve destek aldıkları Veliaht Şehzâde Murad'ın borsacısından "mesârif" gerekçesiyle bir hayli para sızdırmışlardı. Üstelik bu parayı, darbeden sonra Sultan Abdülaziz'in mal varlığına el koyarak ödemeyi vaat etmişlerdi. Şehzâde Murad, taht değişikliğinin kan dökülmeden yapılması taraftarıydı ve amcası Sultan Abdülaziz'e bir zarar gelmesini katiyen istemiyordu.
Cunta evvelâ darbeye zemin hazırlamak için faaliyetlerde bulundu. Mithat Paşa ve yandaşlarının kışkırtmaları neticesinde medrese talebeleri tarafından 10 Nisan 1876'da bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Mahmud Nedim Paşa kabinesinin istifası için yapılan bu yürüyüş hedefine ulaştı. Üç gün sonra gerçekleşen kabine değişikliğiyle tarihe "hal' erkânı" diye geçen ekip, devletin mühim makamlarına geldi. Mütercim Rüştü Paşa "sadrazam", rüşvet aldığı ortaya çıkan Hüseyin Avni Paşa "serasker", Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır'ı İngilizlere bir nevi satan Mithat Paşa "devlet nazırı" ve Hasan Hayrullah Efendi "şeyhülislâm" oldu.
Hazırlıklarını tamamlayan cunta 30 Mayıs 1876 Salı günü sabaha karşı harekete geçti. Dolmabahçe Sarayı, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Süleyman Paşa komutasındaki askerler tarafından basıldı. Kansız bir şekilde tahtından indirilen ve Topkapı Sarayı'na götürülen padişah için "aklını kaybetti" diye hakkında bir hal' fetvası hazırlandı. Ama hâdiseler bununla sınırlı kalmadı ve saraydaki birçok kıymetli eşya yağmalandı. Fakat Sultan Abdülaziz'in güçlü bir istihbarat teşkilâtı olsaydı ve her şeyi göze alarak darbecilere direnseydi, belki de tarihin akışı bambaşka olabilirdi.
Gözetim altında tutulduğu üç gün içerisinde Topkapı Sarayı'nda kendisine pek de iyi davranılmayan Sultan Abdülaziz, karşılaştığı incitici muameleler sebebiyle yeğeni 5. Murad'a bir mektup yazdı. Saltanatını tebrik ettikten sonra, şartların daha müsait olduğu başka bir mekâna nakledilmesini istedi. Ancak güç kullanarak Abdülaziz Han'ı tahttan indirenler, onu öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Halk tarafından sevilen bir padişahın mahpus da olsa, yaşamasını kendi varlıkları açısından tehlikeli buluyorlardı. Darbeciler tedirgin olmaya başlamıştı. İhtilâlin lideri Hüseyin Avni Paşa, endişe duyanların başında geliyordu. Yalanlarla ihtilâle âlet edilen ordu ve sahih olmayan bir fetvâ ile kandırılan halk uyanmadan, Abdülaziz Han ortadan kaldırılmalıydı. Böylece tekrar padişah olması önlenecekti. Zîrâ 5. Murad'ın ruh sağlığının devleti idare edecek vaziyette olmadığı görülmüştü. Onun başarısız olması hâlinde, tahta tekrar Sultan Abdülaziz gelebilirdi.
Abdülaziz Han ve ailesi, yeni padişahın emriyle 2 Haziran Cuma sabahı Ortaköy'deki Feriye Sarayı'na nakledilirken, yine incitici muamelelere maruz kaldı. Esasında o tarihlerde tahttan indirilmiş olsa bile, hiç kimse padişaha ve ailesine böyle davranmaya cesaret edemezdi. Bu durum, geçmişten bugüne darbeci zihniyetin sergilediği cüretkârlığı ve hukuksuzluğu göstermesi bakımından önemlidir.
Bir tabur askerle koruma altına alınan sarayda geçirdiği iki gün içerisinde, Abdülaziz Han âdeta "şehadete" hazırlandı; ibadet ve Kur'ân'la meşgul oldu. Başına gelecekleri hissetmişçesine, annesi Per-(Terbiyeden-Yoksunum)-tevniyal Valide Sultan'la dertleşip helâlleşti. Kuzguncuk'taki yalısından Ortaköy'ü gözetleyen Hüseyin Avni Paşa'nın gözü kulağı, saraydan gelecek haberdeydi. Bütün plânlar hazırlanmıştı. Cinayet sonrası ortalığı velveleye verecek saraylı hazinedar kalfaların çığlık seslerinin Kuzguncuk sahillerinde yankılanması, ân meselesiydi. Ve acı haber 4 Haziran 1876 Pazar günü evvelâ Feriye Sarayı'nda, ardından bütün bir İstanbul'da duyuldu. O sabah Abdülaziz Han, saraydaki odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette bulunmuştu. Bahçıvan süsü verilerek saraya sokulan ve içeriden destek aldıkları anlaşılan katiller, işlerini birkaç dakika içinde bitirmiş ve kendilerine karşı direnen padişahın kol damarlarını intihara benzeyecek bir şekilde kesmişlerdi. Pertevniyal Valide Sultan ve Mabeynci Fahri Bey odaya girdiklerinde, bileklerinden kanlar akan Abdülaziz Han, "Allah, Allah!" diye inliyordu. Çok geçmeden Hüseyin Avni Paşa da, gösterişli Serasker kayığıyla saraya geldi. Saray halkının feryatları arasında Donanma Kumandanı Arif Paşa ile birlikte odaya girdiğinde, Abdülaziz Han son ânlarını yaşıyordu. Emir komuta zinciri içinde padişahın hall'ine giden yolu açan Avni Paşa, her zamanki soğukkanlı tavrıyla otoritesini ortaya koydu. Evvelâ kadınları ve saray erkânını odadan çıkardı. Sonra da onun emriyle Abdülaziz Han, askerler tarafından yandaki karakol binasına götürüldü ve alt katta, kahve ocağının karşısında erlerin oturduğu minderlerin üzerine yatırıldı. Sadrazam Rüştü Paşa ve Mithat Paşa'nın da karakola geldiği, hâdisenin sıcaklığını koruduğu o dakikalarda Avni Paşa: "Sultan Aziz vefat etti. Makasla bileklerini kesmiş. Şimdi doktorlar gelip rapor tutacak. Padişahımız nereyi irade buyururlarsa oraya gömeceğiz. İşi uzatmamak lâzımdır." dedi. Ardından kendi elleriyle karakol pencerelerinden bir tanesinin perdesini kopardı ve Sultan Aziz'in cesedini örttü.
Feriye Karakolu'na gelen doktorların ceset üzerinde inceleme yapmalarına müsaade edilmedi. Hazırlanan rapora imza atan doktorlardan sadece birkaçı padişahın kesilmiş bileklerini görebildi. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen doktorlardan biri, derhal Trablusgarp'a sürüldü, diğer doktorun da apoletleri söküldü. Cenazeyi yıkayan imam efendilerin sonradan, "Sultan Abdülaziz'in iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu" söylemeleri, aslında o sabah sarayda nelerin yaşandığını ortaya koyuyordu.
Şehit padişahın cenazesi, ertesi gün Enderun ağalarının ve vükelânın hazır bulunduğu mütevazı bir merasimle babası Sultan 2. Mahmud'un Divanyolu'ndaki türbesine alelacele defnedildi. Halktan çok az insan cenazeye iştirak edebildi. Zîrâ insanlar, Serasker Avni Paşa'nın gazabına uğramaktan korktukları için, evlerine kapanmışlardı. Hazin ve yürek yakıcı bir hâlde hayata veda eden bu dindar padişahı, geniş halk kitleleri hiçbir zaman unutmadı. Modernleşme çalışmalarına ehemmiyet veren Abdülaziz Han'a, ikinci bir "Yavuz" gözüyle bakılıyor ve ondan çok şey bekleniyordu. Tahttan indirildikten sonra içine düştüğü durum karşısında milletin yüreği yanmış ve hakkında türküler söylenir olmuştu. "Seni tahttan indirdiler/ Beş çifteye bindirdiler/ Topkapı'ya gönderdiler/ Uyan Sultan Aziz uyan/ Kan ağlıyor bütün cihan." mısraları halk arasında dalga dalga yayılıyordu.
Tarih kitaplarında yıllarca Sultan Abdülaziz'in, tahttan indirildikten sonra, sarayda hapis hayatı yaşamaya dayanamadığı ve sakalını düzeltmek için istediği söylenen makasla iki bilek damarını keserek intihar ettiği yazıldı. Tarihçiler arasında münakaşa mevzuu olan bu hâdise, kesin bir hükme bağlanamadı; ama birçok tarihçiye göre Sultan Abdülaziz, intihar etmemiş, öldürülmüştür. Pertevniyal Valide Sultan da, oğlunun saraya gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söylemiş ve intihar ettiğine hiçbir zaman inanmamıştı. Zaten bir insanın iki bileğini keserek intihar etmesi mantıken mümkün değildi.
Sultan Abdülaziz'in, hal' edildikten sonra saray fotoğrafçılarından Vasilaki Kargopulo tarafından çekilen ve yıllar sonra ortaya çıkan fotoğrafı, ölümü üzerindeki sır perdesini tam olarak kaldırmasa da, bir Osmanlı sultanına revâ görülen "aşağılayıcı" tavrı gözler önüne seriyordu. Ahşap bir sandalye üzerine oturtulan ve endişeli gözlerle etrafa bakan hüzünlü padişahın iki yanında düşük rütbeli subaylar durmuş ve bunlar, sultanın omzuna dirsek dayayarak lâubali bir şekilde poz vermişlerdi.
Abdülaziz Han'ın şehadeti sırasında üzerinde bulunan pantolonu, gömleği, hırkası, atkısı, dizliği ve iç kıyafeti, ölümünün üzerinden 131 yıl geçtikten sonra kamuoyu ile paylaşıldı. "Her şeyi, affederim. Oğlumun kanını helâl etmem!" diyen Valide Sultan, kıyafetleri sandıkta saklayarak, oğlunun ölümüyle alâkalı tarihî hakikatlerin er veya geç ortaya çıkmasını istemişti. Eşyalar arasında Sultan'ın bileklerini kestiği iddia edilen bir de "makas" vardı. Topkapı Sarayı'nın depolarında ortaya çıkan giysilerin, hâdisenin üzerinden geçen zamana rağmen kan kokması, padişahın cenazesini yıkayan imamların, "Hâlâ bileklerinden kanlar süzülüyordu, vücudunda darp izleri vardı." şeklindeki ifadelerini doğruluyordu.
Koskoca devletin bir numaralı idarecisinin otopsi yapılmadan alelacele defnedilmesi, hâdisenin delilleri ve şahitleri ortadayken adlî bir tahkikat açılmaması, hâdisenin intihar değil, bir cinayet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 5. Murad'ın 93 günlük saltanatının ardından padişah olan Sultan 2. Abdülhamid, amcasının ölümünün "intihar" olmadığını, tam aksine plânlı bir "cinayet" olduğunu düşünüyordu. Hâdisenin karanlıkta kalan noktalarının ortaya çıkarılmasını arzu ediyor ve bunu amcasının ruhuna karşı bir vefa olarak telâkki ediyordu. Neticede Sultan Abdülaziz'in "intihar edip etmediğini" tespit etmek, şayet bir cinayet işlenmişse faillerini ve azmettirenleri ortaya çıkarmak için 27 Haziran 1881'de meşhur "Yıldız Mahkemesi" kuruldu. Yapılan derin tahkikatlar sonrasında, İngilizlerle işbirliği yapan bazı şahısların, Abdülaziz Han'ın katlinde rol oynadıkları ortaya çıktı. Aralarında Mithat Paşa'nın da bulunduğu dokuz sanık hakkında idam kararı verildi; ama Sultan 2. Abdülhamit insaflı davranarak bunların hiçbirini tatbik ettirmedi ve idam cezalarını müebbet hapse çevirdi.