Diyalog Sofrası ve Kimlik

Diyalog Sofrası ve Kimlik

Diyalog kelimesi kimilerine göre bütün kapıları açan ‘tılsımlı’ bir anahtar, kimilerine göre de sözde ‘taviz’ neticesi vaftiz kadar tehlikeli olabilen bir mefhum. İnsan elbette diğer insanlarla konuşmak, anlaşmak zorunda olan sosyal bir varlık. Hangi kültürden olursa olsun, insanların birbiriyle konuşup, görüşmesinin, fikir alışverişinde bulunup, birbirlerini daha yakından tanımasının ne mahzuru olabilir. İnsanlar birbirlerine saygı ve hoşgörü çerçevesi içinde davranıyorlarsa hiçbir mahzuru yok elbette.

Diyalog kelimesi ‘moda’ kavram hâline geldi. Artık birçok çevre diyalog kurmaya, diyalog toplantıları yapmaya başladı, şartlı ve önyargılı yaklaşan bazı insanlar da diyaloğun karşısında durmaya. Bunun mantıkî izahı yok. Ama farklı kültürden insanlarla karşılıklı görüşmenin birçok yönüyle ele alınmasında fayda var.

Elbette farklı kültürlere mensup insanların bir araya gelip, fikir alışverişinde bulunarak içinde yaşadıkları toplumun problemlerine ortak çözümler üretmeye çalışması kadar tabiî bir şey olamaz. Fakat buradaki önemli faktör, sofrayı kimin kurduğudur. Zîrâ sofrayı kim kuruyorsa, atmosferi ve üslûbu da o oluşturuyor.

Yalnız Müslümanlarla Hıristiyanlar veya camii-kilise arasında yapılanların ötesinde, diyalog çok geniş bir sahayı ihata ediyor. Artık her türlü kurumdan ve farklı toplum tabakalarından müessir insanlarla münasebet kurmak mecburiyetindeyiz. Bir araya gelindiğinde yapılan görüşmeleri illâ dinî bir temele dayandırmak gerekmiyor. Farklı kültüre mensup insanlar, hem şahsî hem de müessese olarak ortak problemlerin çözümüne yönelik karşılıklı katkıda bulunabilirler.

Maalesef şimdiye kadar yapılan diyalog çalışmalarının, ortak projeleri hayata geçirmesi yaygın şekilde tezahür etmiş değil. Henüz işin başındayız. Dolasıyla bilgi ve tanıma gibi ilk merhaleleri yaşamamız gerekiyor. Bu durumda önümüzdeki dönemde bir süre daha karşılıklı görüşmeler bilgi alışverişinde bulunmaya ve karşımızdakini anlamaya yönelik olacak. En ücra köşeye kadar belli kurumlarla sürekli diyaloğa geçip, kültürel değerler, din ve bilim, terör, sosyal problemler, eğitim, birlikte yaşama sanatı gibi konular üzerine bilgilendirme programları düzenlemeye çalışabiliriz.

Batı toplumlarında, İslâm ve Müslümanlarla ilgili olarak uzun zamanda ortaya çıkmış peşin hükümleri izale edebilecek her konuda görüşmelerin yapılabileceği uygun bir zemin var. Yeter ki tarihin derinliklerinden gelen olgun ve samimi üslûbumuzla sofrayı biz kurup döşeyelim. İnsanlığımızı, diğerkâmlığımızı, misafirperverliğimizi samimane gösterelim. Onlar, tarihten gelen ve hâlâ pekiştirilmeye çalışılan akıl almaz ön kabullerle otursun soframıza. Nezaketimize ve tefekkür dünyamıza muttali oldukça şimşekler çaksın zihinlerinde. Ayrılırken, ‘Ne aydınlık insanlarmış, ne değerli madenlermiş, ne yüksek karakterli insanlarmış da farkına varamamışız.' diye hayıflansınlar. Ayrılmak istemesinler bizden, huzur bulsunlar bizimle beraber bulundukça. Yarım saatliğine gelip üç saatin nasıl geçtiğinin farkına varamasınlar. Aynen Berlin’de ‘Avrupa’nın Şansı Olarak Kültürlerin Diyaloğu' isimli iki günlük yoğun bir sempozyumun kapanış konuşmasından sonra bir Alman hâkimin ‘Keşke bitmeseydi!’ dediği gibi.

Diyalog sofrasının öyle yaldızlı ve şatafatlı olması da gerekmez. Anadolu’nun bir köyündeki kadar sade, ama ruh dolu olsun, Anadolu koksun yeter. Mertlik koksun, vefa koksun yeter. Batı toplumlarının hava ve su kadar muhtaç oldukları evrensel insanı değerlerimiz yaysın kokusunu. Bu mânâda diyalog yalnız konuşmak değil, davranışların ve ruh hâlinin ayna gibi karşı tarafa aksedişidir.

Özünü kendi dünyamızdan alan diyalog sofrasında yalnız sözlü değil, karşılıklı olarak fiili bir şekilde birbirlerinden istifade de olur. Bu ise o sofrayı nasıl döşediğimize, önceliklerimizin karşı tarafın ihtiyacıyla ne derece örtüştüğüne bağlı olarak, o sofrada bir kimlik ve kişiliğin tecessüm etmesine vesile olur. Hangi taraf insan tabiatına uygun değerleri özümlemiş ise, diğerine tesir eder. Yani pozitif olan diğerine tesir gücüne sahiptir. Öyleyse çekinmeden, kendine güven içinde rahatlıkla diğer insanlarla buluşup, görüşebiliriz.

Son yıllarda‚ diyalogla ilgili çok şeyler yazılıp çizilmesine rağmen, özellikle farklı kültürlere mensup insanların yaptığı diyalog görüşmelerinin kimliğe tesiri üzerine pek durulmadı. Bu sebepten diyalog kelimesiyle birlikte, onun ortaya çıkardığı meyveleri, kimliğe tesirini ve diyalog-kimlik münasebetine biraz dikkat etmek faydalı olacaktır.

Diyalog genel olarak karşılıklı bilme, tanıma ve anlama temelleri üzerine oturuyor. Karşımızdaki insanı anlamak için, tanımak; tanımak içinse bilmek gerekiyor. Bu ise ancak diyalog sürecinde ortaya çıkıyor. Tecrübeyle sabit ki, bilgi ve düşünceye dayanmayan, samimi bir yörüngeye oturmayan diyalog, verimli olmuyor. Diyalogda maksat karşıdakini anlamaya çalışmak ve kendini tanıtmak. Çocuk ve anne-baba arasındaki sağlıklı münasebet sayesinde eğitim ivme kazanıyor. Allah, mukaddes kitaplar ve peygamberleri yoluyla insanla, insan da dualarıyla Allah’la diyalog kuruyor. Peygamberimiz (sas) ashabı ve müşriklerle çeşitli seviyede diyaloglar kurarak dâvâsını anlatıyor. Aslında diyalog ilk insandan beri var olan zarûrî bir ihtiyaç. Onsuz farklı kültüre mensup kişileri insanî duygular içerisinde bilme, tanıma ve anlama gerçekleşmiyor. Bu kadar zarûrî bir ihtiyacın insan kimliğine tesir etmemesi düşünülemez.

Diyalogla, barışa ve iyi niyete vurgular yapılıyor. Farklı ve ortak noktalar rahatlıkla konuşuluyor. Belli aralıklarla görüşmelerin neticesinde Peygamberimiz’i (sas) ve Kur’an-ı Kerim’i daha yakından tanıma imkânı doğuyor, hatta bazı insanlar Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna inanmaya başlıyor. Diyaloglar, gerilimleri azaltıyor, barış içinde yaşamaya zemin hazırlıyor. İslâm ve Hıristiyanlık olduğu gibi anlatılarak karşılıklı endişeler azalıyor. Sosyal problemlere ortak çözümler üretilmeye çalışılıyor. Sanat ve kültür alanında ortak düşünceler oluşabiliyor. İnsanlar arasında hoşgörü gelişiyor. Kamuoyuna barış mesajları veriliyor. Bazı Batılı fikir adamlarının İslam’a iyi niyetle yaklaştıkları görülüyor. ‘Diyaloğun Meyveleri’ adlı bir tv programında Amerikalı bazı insanların yalnız ezan ve mabetle ilgili duygularına bir bakalım:

“İlk defa o duygulu çağrıyı duyduğum anı hatırlıyorum, İstanbul’daydık, bir minarenin tam dibinde duruyorduk. Sanki her şeye nüfuz ediyordu. Gerçekten içten geliyordu, beni de çok derinden etkiledi. Mistik bir tarafı olduğu kesindi. Çağrının sadece sesi bile o kadar duygulu ki, öylece kalakaldım. Sanırım en iyi şöyle ifade edebilirim: Olduğum yere çakıldım. Öylesine şok ediciydi ki, çünkü bunlar normalde Amerika’da sokakta duyabileceğiniz sesler değildi. Öyle birleştiriciydi ki! Kendi kendime dedim ki; ‘Bu, insanların bir araya gelip ibadet etmeleri için yapılan bir çağrı olmalı.’ Günde beş kez Allah’a davet, onun hiç akıldan çıkmamasını sağlıyor. Allah’a sadece haftada bir kez ibadet ederek, şükrederek, onu överek hatırlamış olmayız. Ezan mümkün olan her an Allah’ın hatırda kalmasını sağlıyor. O çağrı benim için bu mânâya geliyor.” Rosemary Mumm

“Bir Amerikalı olarak, camilerin hep Ayasofya veya Sultanahmet gibi kocaman olduğunu sanırdım. Oradaki cami küçücüktü, 20 kişi ancak sığardı. Çok sadeydi. Ülkenin fakir kesimlerinde bir yerdeydi. Bundan, bu ıssız yerde, ülkenin fakir bir kesiminde, böyle bir ibadet yerinin olmasından çok hislendim. İbadet edenlerin gözünde orası, Ayasofya kadar değerliydi. Gerçekten bundan çok etkilendim.” Thomas Burns

“Hayatımda ilk camiye girdiğimde, İzmir’de, bayanların bulunduğu üst kattan erkeklerin namaz kılışını seyrederken gözlerim doldu. Bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim.” Cathy Eustis

“Ben dört yıl Almanya’da yaşadım, Avrupa’nın her yerini gezdim, dünyadaki en güzel katedralleri gördüm, Notre Dame’ın güllü penceresine baktım, Paris’te Saint Şapel’i, Çard Katedralini, Bamber’in kubbesini gördüm. Ama Sultanahmeti'nki gibi bir güzelliği, böylesine bir mimariyi hiç görmemiştim. Sultanahmet’e girip ayakkabılarımı çıkardığımda dua etmekten başka ne yapabilirdim ki.”Robert Roberts

Diyalogla ulaşılmış ve tanımadığı diyarlar gezdirilmiş bu insanlarda oluşan duygularla, sahip olduğumuz, ama böylesine idrak edemediğimiz nimetlerin kıymetini yeniden keşfediyoruz. Bu görüşmeler sayesinde kendimizi daha yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Aslında başka kültüre mensup insanlarla geliştirdiğimiz münasebetler, kendimizle, kültürümüzle, tarihimizle, manevî değerlerimizle diyaloğa geçmemize vesile oluyor. Diyaloglar insanın sosyal kimliğine tesir ediyor. Bilindiği gibi öz kimliğimizle, dış çevreden, diğer insanlarla münasebetlerimizden edindiğimiz sosyal kimlik gerçek kimliğimizi oluşturuyor. Aslında bir kişinin diğer insanlardan farklı olan özelliklerinin hepsi kimliğini yansıtıyor. Diyalog yoluyla âdeta bu özellikleri keşfediyoruz, karşımızdakine karakter yapımızı, hâdiselere bakış açımızı aktarmaya çalışıyoruz. Özgüven daha da pekişiyor. Aslında diyalog, ferdin kendi kültüründe derinleşme konusunda dinamizmini tetikliyor.

Diyalog sofrasına oturanlar belli bir süre sonra birbirlerini tanımaya, tanıdıktan sonra empati kurmaya başlıyorlar. Bu ise belki ‘öteki’ olarak gördüğü insanın hassasiyetlerini daha yakından anlamasına ve ona güvenmesine vesile oluyor. İnsanda, muhatabına karşı daha kucaklayıcı olma ve onu ‘kendi konumunda kabul etme’ düşüncesi gelişiyor.

Türkçemizde ‘vicdanının sesine kulak vermek’ diye bir deyim var. İnsan kendi vicdanından başlayarak, yakın aile fertleri, diğer insanlarla, tabiat ve yaratıcısıyla sağlıklı diyaloğu sayesinde insan-ı kâmil olma yolunda önemli adımlar atabilir. Dolasıyla aile fertlerinden, farklı kültürden insanlara kadar kuracağımız sağlıklı diyaloglar ve birliktelikler kimlik ve kişiliğimize olumlu yönde tesir edecektir. Ama bunun için evvelâ çevremizi sanat, edebiyat, kültür fakiri gettolara değil, mayamızda var olan diyalog kültürüyle kimliği teşkil eden güzel gelenekler, ahlâkî ve kültürel değerler, dil ve tarih şuuru, sıkı aile bağları gibi faktörlerin yaşandığı “huzur adaları” na dönüştürebilmeliyiz.

Muhammet MERTEK
 
Geri
Top