Fârâbî'nin SUDUR teorisi
Ebu Nasr b. Muhammed b. Turhan b. Uzluğ el-Fârâbî: İnsanlığın ilk öğretmeni olarak Aristo’yu görmekte, kendisinin de ikinci öğretmen olduğunu iddia etmekte yada öylece isimlendirmektedir. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur ve Ona göre filozoflar peygamberlerden üstündür. Şöyle ki:
“Fârâbî, Aristo’nun kitaplarını 40 veya 100 defa okuma ihtiyacı hisseder. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur; insanlığın << ilk öğretmeni >> (Muallim’ul Evvel) dir.
O, filozof - peygamber karşılaştırması yapar ve üstünlük önceliğini birincisine veriri. Bu görüşündeki delili de peygamberin, isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, halbuki filozofun çalışıp, gayret sarf ederek İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı biçimindedir.
O böylesi bir iddianın büyük tepki çekeceği korkusunun etkisiyle olsa gerek, filozofluğun vahyi insanlara iletme anlamındaki peygamberlikten üstün olduğunu ancak, her peygamberin filozofluk yönü de bulunduğu için peygamberlerin sadece filozof olan şahsiyetlerden, filozofluklarının yanı sıra diğer özelliklere de fazladan sahip olmaları nedeniyle üstün oldukları gibi çarpık bir iddiayı ileri sürer. Ancak bunun hemen arkasından da bazı tevillere kaçar ve gerçeklere peygamberlerin ameli ve ahlâki hikmeti bildiğini, filozofun ise hem ameli ve ahlâki hikmeti bunun yanı sıra, birde nazari hikmeti bildiğini ve bu nedenle filozofun üstünlüğünün tartışılamaz olduğunu belirtir.”
“Samâni emiri Nuh b. Sâman, Fârâbi’yi Buhara’ya çağırıp iltifat etmiştir. Fârâbi orada Aristo’nun bütün eserlerini Arapçaya çevirip şerh etti. Ansiklopedik mahiyette bir eser meydana getirdi. Sâmani sarayında yaptığı sanılan bu eserin adı et-Ta’limu’s-Sani’dir. Bugün eserin yalnız hangi bahisleri içine aldığını bilemiyoruz. Fârâbi bu eseri yazdığı için, Muallim-i Evvel (Birinci Üstat) kabul edilen Aristo’dan sonra, Muallim-i Sani (İkinci Üstat) sayılmıştır.”
Görüldüğü gibi, Aristo hayranı olan Fârâbî için teker teker bütün filozoflar peygamberlerden üstündür. Anlaşılan odur ki, Fârâbî’nin peygamberliğe veya peygamberlere inandığı falan yoktur. Aristo felsefesini, Müslümanlara kabul ettirebilmek için, peygamberlik olayına inanıyor görünmeye çalışmaktadır. Zira, onun inancının kaynağı Kuran değil, Aristo’nun felsefi sözleridir. Bizim inancımıza göre Kuran Vahyi, Allah sözüdür, bütün filozofik sözler ise, kime ait olursa olsunun, şahsi kul sözleridir. Örneğin; Allah konusunda şöyle demektedir :
“Tanrı kendi kendisini biliyor demek, kendi kendisini düşünüyor demektir. Tanrı kendi kendisini düşünüyor demek, yaratıklara varlıklarını veriyor demektir. Yaratıklar, Tanrı’ya en yakın varlıklar olan “Akıllar” halinde Tanrıdan çıkıp varlığa gelirler. “Sudûr” ederler. Tanrıya en uzak olan varlık, belirsizlik demek olan “Madde” dir.”
“Aristo’yu taklit edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak düşünen, onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona muhalif olmaktansa, İslam’a muhalif olmayı tercih eden Fârâbî ve İbn Sina, tanrı görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl, ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü... akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının bu akıllar aracığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde anlaşılmaması gerekir. Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını belirtirler.”
“Fârâbî’nin geliştirdiği sudur teorisinde, evren Tanrı’dan - bir bakıma O’nun iradesi olmaksızın - türemiş kabul ediliyordu ve Tanrı ile evren arasında çok sayıda aracı varlıklar (mutavassıt) tasavvur edilmiştir. Teori kaçınılmaz olarak, İmam Gazali’nin felsefecileri tekfir edeceği üçüncü sorunu, Tanrı’nın bilgi alanının sınırları sorununu gündeme getiriyordu. Çünkü evrenin kendisinden zorunlu sudur ettiği Tanrı kendi zatından başkasını bilmiyordu. İslâmi öğreti ve Kur’an vahyi açısından bu tanım doğal olarak anlayışla karşılanamazdı. İşte Fârâbî bu teori ile Aristo’yu İslâm’a yaklaştırmak ve Tanrı’yı irade sahibi kılmak istediyse de, teorinin üzerinde oturduğu sudur görüşünde, varlıklar Tanrı’dan dışa vuramamazlık edemediklerinden, gerek Tanrı’yı iradesizleştiren gerekse varlık dünyasını kesin bir determinizm içine sokan görüşlerden dolayı bu çabasında başarı sağlayamadı
Aristo‘nun felsefi görüşlerini esas alan Fârâbî’nin iddialarına göre, Allah hiçbir şeyi yoktan yaratmamıştır, hatta hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi herhangi bir şeyin meydana gelmesinde veya gelmemesinde etkende değildir, zira, bu görüşe göre yaratıklar, istese de istemese de kendisinden “sudur” yani fışkırmak suretiyle varlığa gelmektedir; Allah aynı zamanda kendi zatından başkasını bilmemekte, yani kainatın varlığı konusunda bir bilgisi bulunmamaktadır. Ayrıca, her şeyin Allah’tan çıkarak meydana geldiğini “sudur” ettiğini söylemekle her şeyi İlâh kabul etmektedir. Bu bağlamda “Vahdet-i Vücut” çu müşriklerin iddia ettikleri şirkin aynısını iddia etmektedir. Bütün bu iddialar Kuran’a aykırı ve dolayısıyla İslâm diniyle bağdaşması mümkün olmayan iddialardır.
Ayrıca, Aristo’nun Münfail Akıl ve Faal akıl görüşünden hareket eden Fârâbî, peygamberleri Vahiy alan kimseler değil de, hayal kuran kimseler olarak tanımlamaktadır, şöyle ki:
“Fârâbî’nin üzerinde durduğu ikinci önemli konu nübüvvettir. Ona göre nübüvvet tabiatüstü bir olay değildir. Yalnızca bir insan olan peygamberin muhayyile gücünün kemalin doruğuna ulaşması halidir. Ona Münfail Akıl ulaşır. Peygamber işte bu yolla, şimdi ve gelecekteki cüz’i bir takım bilgileri, haberleri feyiz yoluyla alır. Fârâbî bu bağlamda mucizeyi de akılcı yöntemlerle açıkladı ve kutsi güçlere bazı tanımlar getirdi. Burada Fârâbî’nin peygamberlerle filozof arasında ilginç benzerlikler kurduğu görülüyor. Getirdiği bu felsefi yaklaşıma göre, peygamber de filozof da Faal Akıl’la ilişki kuran seçkin insanlardır. Aralarında ki fark, buna muhayyile gücüne sahip mertebesiyle varması, ikincisinin ise buna düşünce ve nazarla ulaşmasıdır.”
Görüldüğü gibi, Fârâbî, Vahyi inkâr etmenin yanında, Akıllı davranışı filozofa, hayal kurmayı peygamber yakıştırmaktadır. Peygamberin Vahiy almasını konu ettiği zaman, İslam da anlaşılan gerçek manadaki vahiy kavramını değil de, peygamberin hayal kurduğunu ve bu hayalleriyle, faal akılla ilişki kurduğunu söylemektedir. Aslında faal akıl, Aristo’nun iddia ettiği, aslı olmayan bir hayalden başka bir şey değildir, bundan dolayı hayal kurmak peygamberin değil, Aristo ve Fârâbî gibi kimselerin işidir.
İslam dininde, ahirete inanmak, dolayısıyla bütün nefislerin yaptıklarının karşılığında muamele görmek üzere dirileceklerine; ayrıca Cennet ve Cehennemin gerçek olarak var olduğuna; ahiret hesabına inanmak, imanın şartlarındandır. Fârâbî bu ve bu gibi hususlar konusunda kuşkulu olup, onları inkar etmektedir, şöyle ki:
“Din -felsefe ilişkisini belirleyen son önemli nokta ölümden sonraki hayata ilişkin filozofların görüşleri etrafında çıkan tartışmalardır. Gerçek şu ki; Fârâbî hayatı boyunca ruhun ölümünden sonraki ebediliği konusunda büyük bir kuşku içinde yaşadı”
“Fârâbî, taklid edilmeye en layık kişiler olarak gördüğü Platon ve Aristo’nun fikirlerini, filozofların hakikatı ifade ettikleri ve değişik filozofların ifadelerinde açığa çıkan farklılıkların hakikatın yapısına uygun olduğu inancıyla birleştirip aynı gösterme gayretleri taşır. Kûr’an’a ters olup olmamak hiç önemli değildir onun açısından. Ona göre vahiy, akıllar arası ilişkiden doğan bir şeydir. Ayrıcalıklı başka bir özelliği yoktur. Peygamber ise vahyi elde etmiş kişi olarak saadeti elde etmiş birisidir. Fakat filozof da ondan geri kalmaz. hatta daha ileridedir. Filozofun, hakikati açık ve tam olarak bildirmesine karşılık, muhatabı halk olduğu için, Peygamberlerin halkı ahlak ve erdeme çekebilmek için, cennet, cehennem, hesap günü gibi aslı olamayan (haşa) sembolik şeyleri kullandığını, asıl amacının filozofun yapmaya çalıştığının en basit şekli olduğunu belirtir.”
“Fârâbî ve İbn Sina’nın daha sonraları Gazâli’nin çok sert eleştirilerine konu olacak inançlarından birisi de mahşerde dirilme ile ilgilidir. Onlara göre ölümsüz olan vücut değil, ruhtur. Ancak tekrar dirilecek olan ruhlarda herkesin ruhları değil sadece seçkin, üstün insanların ruhlarıdır. Onlar böylelikle cismani dirilişi açıkça reddeder, hatta İbn Sina bununla ilgili olarak “Risalet’ül Adhaviye” isimli bir kitap yazar. Ona göre bedenin dirilmesi peygamberin zihninden doğan hayali bir “mit”ten başka bir şey değildir. O, peygamberin bu mit’le kitleleri kontrol altında tutmaya çalıştığını iddia eder. Ona göre akla uygun yaşamak cennet, hayâl alemi ise cehennemdir. Hisler ise kabir alemidir. Dolayısıyla bu yaşanan hayattan başka bir hayatın olamayacağını iddia eder. İbn Sina ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk için yazdığı bazı kitaplarında Kur’an ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap gününün gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri gerektiğini belirtir. Fârâbî ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbn Sina gibi ikiyüzlü olmadan cismani dirilişin Kur’an’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imkânsızlığını savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı İslam’a en uzak olanıdır.”
Ebu Nasr b. Muhammed b. Turhan b. Uzluğ el-Fârâbî: İnsanlığın ilk öğretmeni olarak Aristo’yu görmekte, kendisinin de ikinci öğretmen olduğunu iddia etmekte yada öylece isimlendirmektedir. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur ve Ona göre filozoflar peygamberlerden üstündür. Şöyle ki:
“Fârâbî, Aristo’nun kitaplarını 40 veya 100 defa okuma ihtiyacı hisseder. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur; insanlığın << ilk öğretmeni >> (Muallim’ul Evvel) dir.
O, filozof - peygamber karşılaştırması yapar ve üstünlük önceliğini birincisine veriri. Bu görüşündeki delili de peygamberin, isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, halbuki filozofun çalışıp, gayret sarf ederek İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı biçimindedir.
O böylesi bir iddianın büyük tepki çekeceği korkusunun etkisiyle olsa gerek, filozofluğun vahyi insanlara iletme anlamındaki peygamberlikten üstün olduğunu ancak, her peygamberin filozofluk yönü de bulunduğu için peygamberlerin sadece filozof olan şahsiyetlerden, filozofluklarının yanı sıra diğer özelliklere de fazladan sahip olmaları nedeniyle üstün oldukları gibi çarpık bir iddiayı ileri sürer. Ancak bunun hemen arkasından da bazı tevillere kaçar ve gerçeklere peygamberlerin ameli ve ahlâki hikmeti bildiğini, filozofun ise hem ameli ve ahlâki hikmeti bunun yanı sıra, birde nazari hikmeti bildiğini ve bu nedenle filozofun üstünlüğünün tartışılamaz olduğunu belirtir.”
“Samâni emiri Nuh b. Sâman, Fârâbi’yi Buhara’ya çağırıp iltifat etmiştir. Fârâbi orada Aristo’nun bütün eserlerini Arapçaya çevirip şerh etti. Ansiklopedik mahiyette bir eser meydana getirdi. Sâmani sarayında yaptığı sanılan bu eserin adı et-Ta’limu’s-Sani’dir. Bugün eserin yalnız hangi bahisleri içine aldığını bilemiyoruz. Fârâbi bu eseri yazdığı için, Muallim-i Evvel (Birinci Üstat) kabul edilen Aristo’dan sonra, Muallim-i Sani (İkinci Üstat) sayılmıştır.”
Görüldüğü gibi, Aristo hayranı olan Fârâbî için teker teker bütün filozoflar peygamberlerden üstündür. Anlaşılan odur ki, Fârâbî’nin peygamberliğe veya peygamberlere inandığı falan yoktur. Aristo felsefesini, Müslümanlara kabul ettirebilmek için, peygamberlik olayına inanıyor görünmeye çalışmaktadır. Zira, onun inancının kaynağı Kuran değil, Aristo’nun felsefi sözleridir. Bizim inancımıza göre Kuran Vahyi, Allah sözüdür, bütün filozofik sözler ise, kime ait olursa olsunun, şahsi kul sözleridir. Örneğin; Allah konusunda şöyle demektedir :
“Tanrı kendi kendisini biliyor demek, kendi kendisini düşünüyor demektir. Tanrı kendi kendisini düşünüyor demek, yaratıklara varlıklarını veriyor demektir. Yaratıklar, Tanrı’ya en yakın varlıklar olan “Akıllar” halinde Tanrıdan çıkıp varlığa gelirler. “Sudûr” ederler. Tanrıya en uzak olan varlık, belirsizlik demek olan “Madde” dir.”
“Aristo’yu taklit edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak düşünen, onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona muhalif olmaktansa, İslam’a muhalif olmayı tercih eden Fârâbî ve İbn Sina, tanrı görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl, ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü... akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının bu akıllar aracığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde anlaşılmaması gerekir. Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını belirtirler.”
“Fârâbî’nin geliştirdiği sudur teorisinde, evren Tanrı’dan - bir bakıma O’nun iradesi olmaksızın - türemiş kabul ediliyordu ve Tanrı ile evren arasında çok sayıda aracı varlıklar (mutavassıt) tasavvur edilmiştir. Teori kaçınılmaz olarak, İmam Gazali’nin felsefecileri tekfir edeceği üçüncü sorunu, Tanrı’nın bilgi alanının sınırları sorununu gündeme getiriyordu. Çünkü evrenin kendisinden zorunlu sudur ettiği Tanrı kendi zatından başkasını bilmiyordu. İslâmi öğreti ve Kur’an vahyi açısından bu tanım doğal olarak anlayışla karşılanamazdı. İşte Fârâbî bu teori ile Aristo’yu İslâm’a yaklaştırmak ve Tanrı’yı irade sahibi kılmak istediyse de, teorinin üzerinde oturduğu sudur görüşünde, varlıklar Tanrı’dan dışa vuramamazlık edemediklerinden, gerek Tanrı’yı iradesizleştiren gerekse varlık dünyasını kesin bir determinizm içine sokan görüşlerden dolayı bu çabasında başarı sağlayamadı
Aristo‘nun felsefi görüşlerini esas alan Fârâbî’nin iddialarına göre, Allah hiçbir şeyi yoktan yaratmamıştır, hatta hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi herhangi bir şeyin meydana gelmesinde veya gelmemesinde etkende değildir, zira, bu görüşe göre yaratıklar, istese de istemese de kendisinden “sudur” yani fışkırmak suretiyle varlığa gelmektedir; Allah aynı zamanda kendi zatından başkasını bilmemekte, yani kainatın varlığı konusunda bir bilgisi bulunmamaktadır. Ayrıca, her şeyin Allah’tan çıkarak meydana geldiğini “sudur” ettiğini söylemekle her şeyi İlâh kabul etmektedir. Bu bağlamda “Vahdet-i Vücut” çu müşriklerin iddia ettikleri şirkin aynısını iddia etmektedir. Bütün bu iddialar Kuran’a aykırı ve dolayısıyla İslâm diniyle bağdaşması mümkün olmayan iddialardır.
Ayrıca, Aristo’nun Münfail Akıl ve Faal akıl görüşünden hareket eden Fârâbî, peygamberleri Vahiy alan kimseler değil de, hayal kuran kimseler olarak tanımlamaktadır, şöyle ki:
“Fârâbî’nin üzerinde durduğu ikinci önemli konu nübüvvettir. Ona göre nübüvvet tabiatüstü bir olay değildir. Yalnızca bir insan olan peygamberin muhayyile gücünün kemalin doruğuna ulaşması halidir. Ona Münfail Akıl ulaşır. Peygamber işte bu yolla, şimdi ve gelecekteki cüz’i bir takım bilgileri, haberleri feyiz yoluyla alır. Fârâbî bu bağlamda mucizeyi de akılcı yöntemlerle açıkladı ve kutsi güçlere bazı tanımlar getirdi. Burada Fârâbî’nin peygamberlerle filozof arasında ilginç benzerlikler kurduğu görülüyor. Getirdiği bu felsefi yaklaşıma göre, peygamber de filozof da Faal Akıl’la ilişki kuran seçkin insanlardır. Aralarında ki fark, buna muhayyile gücüne sahip mertebesiyle varması, ikincisinin ise buna düşünce ve nazarla ulaşmasıdır.”
Görüldüğü gibi, Fârâbî, Vahyi inkâr etmenin yanında, Akıllı davranışı filozofa, hayal kurmayı peygamber yakıştırmaktadır. Peygamberin Vahiy almasını konu ettiği zaman, İslam da anlaşılan gerçek manadaki vahiy kavramını değil de, peygamberin hayal kurduğunu ve bu hayalleriyle, faal akılla ilişki kurduğunu söylemektedir. Aslında faal akıl, Aristo’nun iddia ettiği, aslı olmayan bir hayalden başka bir şey değildir, bundan dolayı hayal kurmak peygamberin değil, Aristo ve Fârâbî gibi kimselerin işidir.
İslam dininde, ahirete inanmak, dolayısıyla bütün nefislerin yaptıklarının karşılığında muamele görmek üzere dirileceklerine; ayrıca Cennet ve Cehennemin gerçek olarak var olduğuna; ahiret hesabına inanmak, imanın şartlarındandır. Fârâbî bu ve bu gibi hususlar konusunda kuşkulu olup, onları inkar etmektedir, şöyle ki:
“Din -felsefe ilişkisini belirleyen son önemli nokta ölümden sonraki hayata ilişkin filozofların görüşleri etrafında çıkan tartışmalardır. Gerçek şu ki; Fârâbî hayatı boyunca ruhun ölümünden sonraki ebediliği konusunda büyük bir kuşku içinde yaşadı”
“Fârâbî, taklid edilmeye en layık kişiler olarak gördüğü Platon ve Aristo’nun fikirlerini, filozofların hakikatı ifade ettikleri ve değişik filozofların ifadelerinde açığa çıkan farklılıkların hakikatın yapısına uygun olduğu inancıyla birleştirip aynı gösterme gayretleri taşır. Kûr’an’a ters olup olmamak hiç önemli değildir onun açısından. Ona göre vahiy, akıllar arası ilişkiden doğan bir şeydir. Ayrıcalıklı başka bir özelliği yoktur. Peygamber ise vahyi elde etmiş kişi olarak saadeti elde etmiş birisidir. Fakat filozof da ondan geri kalmaz. hatta daha ileridedir. Filozofun, hakikati açık ve tam olarak bildirmesine karşılık, muhatabı halk olduğu için, Peygamberlerin halkı ahlak ve erdeme çekebilmek için, cennet, cehennem, hesap günü gibi aslı olamayan (haşa) sembolik şeyleri kullandığını, asıl amacının filozofun yapmaya çalıştığının en basit şekli olduğunu belirtir.”
“Fârâbî ve İbn Sina’nın daha sonraları Gazâli’nin çok sert eleştirilerine konu olacak inançlarından birisi de mahşerde dirilme ile ilgilidir. Onlara göre ölümsüz olan vücut değil, ruhtur. Ancak tekrar dirilecek olan ruhlarda herkesin ruhları değil sadece seçkin, üstün insanların ruhlarıdır. Onlar böylelikle cismani dirilişi açıkça reddeder, hatta İbn Sina bununla ilgili olarak “Risalet’ül Adhaviye” isimli bir kitap yazar. Ona göre bedenin dirilmesi peygamberin zihninden doğan hayali bir “mit”ten başka bir şey değildir. O, peygamberin bu mit’le kitleleri kontrol altında tutmaya çalıştığını iddia eder. Ona göre akla uygun yaşamak cennet, hayâl alemi ise cehennemdir. Hisler ise kabir alemidir. Dolayısıyla bu yaşanan hayattan başka bir hayatın olamayacağını iddia eder. İbn Sina ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk için yazdığı bazı kitaplarında Kur’an ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap gününün gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri gerektiğini belirtir. Fârâbî ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbn Sina gibi ikiyüzlü olmadan cismani dirilişin Kur’an’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imkânsızlığını savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı İslam’a en uzak olanıdır.”