Fonetik Sanat Nedir ?
Fonetik ya da sesbilgisi bir dildeki seslerin oluşumunu, aktarılmasını ve algılanmasını inceler. Bir dilin en yalın ve temel öğesi olan ses, insan gırtlağındaki ses tellerinin titreşi-miyle oluşur; küçükdil, dil, dudaklar, damak, geniz, dişler gibi organlarla değişik nitelikler kazanır. Fonetik insan sesiyle ilgili çalışmalar yapar. Doğadaki öteki canlıların ya da cansız*ların çıkardığı sesler fonetiğin uğraş alanı dışında kalır. Fonetik, insanın çıkarabildiği tüm sesleri incelerken belirli bir dile bağlı kalmaz. Başka bir deyişle fonetik bir dildeki sesleri değil, genel olarak sesleri inceler.
Ülkemizdeki Fonetik Sanatlar
Osmanlı Döneminde Fonetik Sanatlar
(1299-1922) Yaklaşık 600 yılı kapsayan bu dönemde, Türk müzik kültürünün üç ana türü olan halk müziği, geleneksel sanat müziği ve geleneksel askeri müzik, 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Türk müzik yaşamına bütünüyle egemen olmuş, 1826'dan başlayarak İstanbul'un saray çevresinde uluslararası sanat müziğinin örnekleri de seslendirilmiştir.
Tarih içinde kendi köklü geleneğini oluşturarak halkımızın duygu ve düşüncelerini dile getiren halk müziğimiz, yalınç, içtenlikli bir anlatımla toplumun genel, ortak anlayışını, yaşam ve beğeni biçimini, umutlarını, özlemlerini temsil etmiştir. Kırsal kökenli ve din dışı özellikte olan Türk halk müziği, şiirden de güç alarak halkın sorunlarına eğilmiş, ustalıklı ezgisel ifade düzeyini geliştirmiştir. Bu müziğin önde gelen özellikleri, makamsal, anonim ve din dışı olmasıdır. Bütün formlarında geleneksel Türk müziğinin perde dizgesi kullanılmıştır. Ezgiler bezeklidir, sekilemeler yoğun biçimde yer alır. Ritmik açıdan ise "usûllü" ve "usûlsüz" olarak ikiye ayrılır: Kırıkhavalar, uzunhavalar. Kırıkhavalar, genelde "türkü" adıyla tanınan ritmik ezgilerden oluşur. Bu grupta yer alan formlar, koşma, varsağı, mâni, karşılama, semai gibi adlarla belirlenmiştir. Uzunhavalar ise doğaçtan söyleniyor izlemini veren usûlsüz ezgilerdir. Çeşitleri genellikle bölgesine göre adlar almıştır: Maya, bozlak, hoyrat, gurbet.
Halk müziği formları yalındır, genellikle bir bölümlü biçimden oluşmuştur. Seslendirme öğeleri ise üç yönden önem kazanır: Ağız, tavır, düzen.
Osmanlılar döneminde halk müziğimiz, kırsal kesimde yaşayan yoksul nüfus ile yönetici konumundaki üst kesimin çelişkilerini halk adına dile getiren bir işlev de taşımıştır.
Lâvta; görünümü uda benzeyen telli çalgının en belirgin özelliği, tellerinin parmakla çekilerek çalınmasıdır. 16. ve 17. yüzyılda Avrupa'da da kullanılmış olan Lâvta, Türk müziğinde 19. yüzyılda yoğun şekilde kullanılmıştır. Avrupa'da kullanılan örneklerinden ayırmak için Alaturka Lâvta adıyla da anılan Türk Lâvtası'nın uda göre en önemli farkı, sapının perdeli oluşudur.
Geleneksel Türk sanat müziği, soylu, derinlikli özellikleriyle "divan musıkisi", "klâsik Türk müziği" gibi adlarla da anılmış, özünde daima kentsel Osmanlı müziğini temsil etmiştir. Bu müzik, dinsel ve din dışı olmak üzere ikiye ayrılır. Dinsel yönüyle "cami müziği" ve "tasavvuf müziği"ni kapsar. Din dışı formların önde gelenleri, şarkı, aranağme, gazel, taksim, peşrev, medhal, saz eseri, semai, beste, kâr, kâr-ı natık ve fasıl'dır.
Türk müziğinin teorik temelleri, 15. yüzyılın başlarında Maragalı Abdülkadir tarafından geliştirilmiş, bu bilgini 15. yüzyılda Hızır bin Abdullah ve Ladikli Mehmet Çelebi gibi teorisyenler izlemiştir.
Geleneksel sanat müziğimizin gelişimi, 16. yüzyıldan başlayarak yükseliş göstermiş, dinsel ve din dışı büyük formlarda bestelenen eserler, müziğimizin derin ifadeli, dokunaklı anlatımını örneklemiştir. 17. Yüzyılın önde gelen bestecisi Hafız Post'tur (1620?-1694). Bu yüzyılda, Lehistan asıllı Ali Ufki Bey, batı notasyonundan yararlanarak geliştirdiği özgün müzik yazısıyla 400 kadar eseri, "Mecmua-i Saz-ü Söz" başlıklı kitapta toplamış, Kantemiroğlu adıyla tanınan Prens Dimitrius Cantemir (1673-1727) ise "Ebced" olarak bilinen müzik yazısıyla 349 çalgı müziği eserini yazıya geçirerek müzik tarihimize çok değerli bir koleksiyon bırakmıştır.
Türk müziğinin en büyük bestecilerinden biri, yazdığı dinsel ve din dışı büyük formlarla tarihe geçen Buhurizade Mustafa Itrî Efendidir (1638?-1712). Bir "Lale Devri bestecisi" olarak ün kazanan Tanburî Mustafa Çavuşun (ölümü 1745 dolayları), din dışı büyük ve küçük formdaki eserleri günümüzde de seslendirilmektedir.
Itrî'den sonra yaşamış en yetenekli bestecilerden biri olarak öne çıkan İsmail Dede Efendinin (1778-1846) yaklaşık 500 eserinden günümüze 288'i gelebilmiştir. 19. Yüzyıla girerken, kendisi de bir besteci olan Sultan III. Selim'in hazırladığı ortam, geleneksel müziğimizdeki gelişimi hızlandırmıştır. Onu izleyen Sultan II. Mahmut da yenilikçi bir hükümdar olarak müzik yaşamımıza sağladığı olanaklarla anılır.
Dr. Suphi Ezgi (1869-1962), tıp doktoru olmasına rağmen, yaptığı çalışmalarla, Türk Müziği ses sisteminin bilimsel temellere oturtulması konusunda büyük katkılarda bulunmuştur. 1923 yılında emekliye ayrıldıktan sonra, tamamen müzikle ilgilenmiş, 1932 yılında Belediye Konservatuvarı Türk Musikisi Tetkik ve Tasnif Heyeti üyeliğine getirilmiştir. 1947'ye kadar süren bu görevi sırasında unutulmaya yüz tutmuş birçok eserin notasını yayımlamıştır. 1933 ile 1953 yılları arasında 5 cilt olarak yayınladığı Nazari ve Ameli Türk Musikisi adlı çalışmasında, Türk Müziğinde makamları ve usulleri tanımlayıp sınıflandırmıştır. Hüseyin Sadettin Arel ile birlikte ortaya koydukları ve Arel-Ezgi sistemi olarak anılan kuram ise, Türk Müziği öğretiminde ve yorumunda yaygın bir kabul görmüştür.
19. Yüzyılın ikinci yarısında şarkı bestecisi yönüyle öne çıkan iki büyük yetenekle karşılaşılır: Hacı Arif Bey (1831-1885) ve onun öğrencisi Şevki Bey (1860-1891)
20. Yüzyılda geleneksel sanat müziğimiz, köklü bir birikim olan "klâsik" üslûbu bu yüzyılın ilk çeyreğinde korumuştur. Tanburî Cemil Bey (1871-1916), tarihimizin en değerli çalgı müziği bestecilerindendir. Dr. Suphi Ezgi (1869-1962), Rauf Yekta Bey (1871-1935) ve Hüseyin Saadettin Arel (1880-1955) gibi besteci, teorisyen ve müzikologlarımız, geleneksel müziğimizin bütün yönleri ve değerleriyle günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.
Geleneksel yönüyle Türk askerî müziği, ortaçağda Asya'daki "Tuğ" adı verilen çalgı topluluklarıyla boy vermiş, Anadolu Selçuklu Devleti'ndeki "Tabılhaneler" de bir eğitim disiplini çerçevesinde geliştirilerek Osmanlılarda "Mehterhane"ye dönüşmüştür. Görkemli ses gücünün icra gösterisi özelliğiyle etkileyici olan mehter müziğinin seslendirilişinde geleneksel üflemeli ve vurmalı çalgılar kullanılmıştır. Özellikle 1683 Viyana kuşatması sırasında Avrupalıları etkileyen mehter müziği, aksak ritimleri ve geleneksel çalgıların ses renkleriyle batılı bestecilerin ilgisini çekmiş, "Türk stili" anlamına gelen "alla turca" stil giderek yaygınlaşmıştır. Haydn, Mozart, Beethoven, Weber, Brahms gibi besteciler, "alla turca" stilde eserler yazmışlardır.
Mehterhane, 1826 yılında yeniçeri ocağıyla birlikte kapatılmış, Fatih Sultan Mehmet tarafından geliştirilen bu köklü askeri müzik geleneği yerini bando topluluklarına bırakmıştır.
19. Yüzyılın Osmanlı müzik yaşamında gözlenen ilginç bir değişim, özellikle 1839 Tanzimat Fermanı'ndan sonra hızlanan batılılaşma eğilimlerinin müzik alanında canlılık kazanmasıdır.
Cumhuriyet Döneminde Fonetik Sanatlar
Türk müzik kültürü, cumhuriyetimizin kuruluşundan başlayarak yeni bir süreç içine girmiştir. Söz konusu sürecin özünde ulusallık, yönteminde çağdaşlık, niteliğinde evrensellik vardır. Bu ilkelere göre öngörülen dönüşüme "Türk müzik inkılâbı" adı verilmiştir.
Atatürk'e göre "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür". Kültür, oluştuğu yerin özelliklerine bağlıdır. Bu yer, ulusun özyapısıdır. Kültürün sacayakları olan bilim ve teknik, "yaşamda en gerçek yol gösterici", sanat ise "ulusun başlıca yaşam damarlarından biridir". Sanatsız kalan bir ulusun yaşam damarlarından biri kopmuş demektir. Türk ulusunun tarihsel bir niteliği güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Sanat dalları içinde en çabuk ve en önde götürülmesi gereken mü******. Çünkü bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, müzikteki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Osmanlı müziği, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki büyük devrimleri anlatabilecek güçte değildir. Bize yeni bir müzik gereklidir. Bize gerekli olan yeni müzik, özünü ulusal müziğimizin gerçek temelini oluşturan halk müziğimizden alan armonik bir müzik olacaktır. Bunun için ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce son müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Türk ulusal müziği ancak bu yolla yükselebilir, uluslararası müzikte yerini alabilir.
Bu görüşler doğrultusunda, Atatürk'ün doğrudan yönlendiriciliğinde cumhuriyetimizin ilk on beş yılı (1923 - 1938) süresince gerçekleştirilmiş olan atılımlar, "Türk müzik inkılâbı"nın açık mesajları niteliğindedir:
Makam-ı Hilâfet Mızıkasının İstanbul'dan başkent Ankara'ya getirilerek "Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti"adı altında yeni bir yapıya dönüştürülmesi (1924). Ankara'da Musiki Muallim Mektebinin kurulup açılması (1924). Tevhid-i Tedrisat Kanununun (Öğretimi Birleştirme Yasasının) yürürlüğe girmesiyle genel müzik eğitiminin lâik bir temele oturtulması (1924). Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla "tekke müziği"nin varlık nedeni ve ortamının kaldırılması (1924).
Müzik öğrenimi için Avrupa'ya yetenekli gençlerin gönderilmeye başlanması (1925). Halk müziği ezgilerimizin derlenmeye başlaması (1925) ve notaya alınan ezgilerin yayımına geçilmesi (1926).
Batı müziği bölümü eklenmiş olan İstanbul'daki Dârülelhanın konservatuvara dönüştürülmesi (1926).
İstanbul Belediye Konservatuarında geleneksel Türk Sanat Müziği eserlerinin saptanmasıyla görevli "Tesbit ve Tasnif Heyeti" nin kurulması (1926) ve bu eserleri seslendirmek için Konservatuvarda "İcra Heyeti" nin oluşturulması (1927).
Avrupa'daki müzik öğrenimini tamamlayarak yurda dönen gençlerin Musiki Muallim Mektebinde görevlendirilmesi (1927-1930).
Çok sesli müziğe temel olmak üzere müzik teorisi kitaplarının yayımlanmaya başlaması (1928)
Balkan Oyunları Müzik Festivali'nin düzenlenmesi (1931).
Halkevlerinin kurulması ve halkla bütünleşmek üzere etkinliklerinin başlaması (1932).
Atatürk'ün ünlü "10. Yıl Söylevi"de Türk müzik kültüründe "çağdaşlaşma" amacını belirtmesi (1933) ve TBMM'nin açılış söylevinde "evrenselleşme"yi açıkça dile getirip kültürel hedef olarak göstermesi (1934).
İlk Türk operası kabul edilen "Öz Soy"un Adnan Saygun tarafından bestelenip sahnelenmesi (1934)
"Millî Musiki ve Temsil Akademisi Kanunu"nun çıkarılması (1934).
Müzik alanını da kapsayan Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün kurulması (1935).
Başta Paul Hindemith olmak üzere, Avrupa'dan ünlü müzik uzmanlarının davet edilerek görevlendirilmesi (1934-1935-1936).
Ankara Devlet Konservatuarının kurulması ve öğretime başlaması (1936). Musiki Muallim Mektebinin Gazi Terbiye Enstitüsüne aktarılarak bağlanması (1937- 1938).
Türkiye'de bilimsel yöntemle uygulanan en büyük ve en geniş kapsamlı halk ezgileri derleme çalışmalarının başlaması (1937.
Türkiye'nin ilk büyük halk müziği arşivi olarak Ankara Devlet Konservatuarında "Türk Halk Ezgileri Arşivi"nin kurulması (1937).
Ankara'da "Askerî Mızıka Okulu"nun kurularak öğretime başlaması (1938).
Yaşama geçirilen bu atılımlar ile geleceğe dönük mesajlar şöyle özetlenebilir: Çağdaş bir toplum ve devlet yaratmanın gerektirdiği yasal düzenlemeler doğrultusunda kültür ve sanata önem verilmiştir. Kurumlaşma, öncelikle müzik eğitimi ve seslendirme birimlerinden başlamıştır. Geleneksel müzik kültürümüz, halk müziği ekseninden hareketle geliştirilmek istenmiş, halk ezgilerinin derlenmesine, notaya alınıp yayımlanmasına ve arşivlerde sistemli bir biçimde korunmasına özen gösterilmiştir. Çok sesli müzik tekniklerini bir an önce uygulamalı olarak yaygınlaştırmak için, hem Avrupa'ya öğrenci gönderilmiş, hem de Avrupalı uzmanlar yurdumuza davet edilerek çağdaşlaşmaya ve evrenselleşmeye yönelim öne çıkarılmıştır.
Kaynak: T.C. Kültür Bakanlığı