Bu! Kaçıncı gece hayatımda beklediğim? Beklemelerin içinde yorulduğum?
Bu kaçıncı sigaram? Saat gece yarısını çeyrek geçmiş…
Beklemelerin içinde neyi beklediğimi bilmeden durmuşum çiseleyen yağmura karşı. Her bir damla üstüme yağıyor ve ben üşümüyorum hasretim yakmışken bedenimi. Neye hasret bilemediğim karmaşamda, uyumak istiyorum çok uykum var. Biliyorum ki sabahı da beklemekten korkuyorum. Aynaya takılan gözüm, yeni bir çizgi daha gördü. Ömrümün beklentilerinde yaşlılık da almış sırayı. Kaç yıldır sürüyor bu sabır? Sabrın sınırları ne kadardır? İşte bir sigara daha yaktım ciğerlerime inat. Kalbim ağrıyor biliyorum, yasaklarımın içinde ki dumana selam…
Biri çağırıyor beni ‘’Gel’’ diye. Kim, olduğunu bilemediğim. Seslere tıkadığım kulaklarımda tek bir melodi; Hızını arttıran yağmurun çaldığı hüzünlü bir şarkı…
Yolculuk saati çalıyor benim için. Dolaşmam gerek sevdiğim yerleri. Hasretin eli yakamı bırakmıyor. Özledim seni İstanbul’um. Her şey seni hatırlatıyor bana. Yakamı bırakmayan umarsız bir hastalık gibisin. Albümü karıştırıyorum saat sabaha karşı bilmem kaç? Tüm resimler beni içine çekiyor. Bir afacan çocuk çağırıyor beni, arsızca tepinerek.
‘’Gel haydi!’’
Buldum sonunda beni çağıranı.
Tuttum minicik ellerinden,
''Haydi, gezdir beni''diye.
Bir tünelden aktık zamana karşı. Işıklar çakıyor gözlerimde. Vardığımız yer kucakladı bizi. Gece bitti sonunda. İşte güneş bana merhaba diyor. İçimde tarifsiz bir huzur…
Minik ellerinden tuttuğum çocuğun yüzünde güller açtı. Bin bir sevinçle anlatmaya başladı.
''Buranın adı ne biliyor musun?''
’’Biliyorum, şimdi söyleyeceğim. Kelimelerin dudaklarıma gelmesini bekliyorum. Buldum, kelimelerimi saklandıkları yerden çıkarttım;
İstanbul burası... Evet İstanbul...’’
Güldü çocuk bana.’’Bildin’’diye.
Tüm kalabalık insanların arasında dolaşmaya başladık. Başımda uçan martıların çığlıklarına karışıyor insan sesleri. İnsanlar değişmiş sanki? Martılarda. Yüzlerdeki tebessüm gitmiş acı oturmuş. Bir sahile götürdü beni çocuk.
’’Bak!’’, dedi.
Denizi göstererek, sesinde tarifsiz bir heyecanla,
’’Ne kadar mavi? Sen hiç böyle mavi gördün mü? Bak! Balıklar nasıl atlıyor?’’
Göremedim o maviyi, balıkları da. Ses çıkartamadım. Hayallerini bozmak istemiyorum, gördüğüm balçık rengini söyleyerek!...( Nerede benim neşeli mavim?)
‘’Bak, dedi. Burası Salacak. Buradan denize girebiliriz ama biliyorum hava soğuk. Hava ısınınca yine gel. Beraber yüzelim senle’’
Gülümsedim,
‘’Olur’’ dedim. Çarşaf giymiş insanlara ve trafiğin son sürat akışına bakarak.
‘’Peki, sahilim nerde?’’ Soramadığım sorular yüreğimde.
Göğü göstererek elime bir ip tuttururdu, ucunda devasal bir uçurtma.
‘’Çek, ipi çek. Bak sana selam verecek.’’
Tanıdık bir cümle
Geçmişten hayal…
Çocuk ben, ben çocuk
İç içe geçmiş zamanlarda
Çaylarımızı içtik küçük taburelerde
Elimiz de
Mis gibi kokan simitle…
Ayrılık vakti geldiğinde
Küçük bir öpücük
Yanağıma/yüreğime…
Bu kaçıncı sigaram? Saat gece yarısını çeyrek geçmiş…
Beklemelerin içinde neyi beklediğimi bilmeden durmuşum çiseleyen yağmura karşı. Her bir damla üstüme yağıyor ve ben üşümüyorum hasretim yakmışken bedenimi. Neye hasret bilemediğim karmaşamda, uyumak istiyorum çok uykum var. Biliyorum ki sabahı da beklemekten korkuyorum. Aynaya takılan gözüm, yeni bir çizgi daha gördü. Ömrümün beklentilerinde yaşlılık da almış sırayı. Kaç yıldır sürüyor bu sabır? Sabrın sınırları ne kadardır? İşte bir sigara daha yaktım ciğerlerime inat. Kalbim ağrıyor biliyorum, yasaklarımın içinde ki dumana selam…
Biri çağırıyor beni ‘’Gel’’ diye. Kim, olduğunu bilemediğim. Seslere tıkadığım kulaklarımda tek bir melodi; Hızını arttıran yağmurun çaldığı hüzünlü bir şarkı…
Yolculuk saati çalıyor benim için. Dolaşmam gerek sevdiğim yerleri. Hasretin eli yakamı bırakmıyor. Özledim seni İstanbul’um. Her şey seni hatırlatıyor bana. Yakamı bırakmayan umarsız bir hastalık gibisin. Albümü karıştırıyorum saat sabaha karşı bilmem kaç? Tüm resimler beni içine çekiyor. Bir afacan çocuk çağırıyor beni, arsızca tepinerek.
‘’Gel haydi!’’
Buldum sonunda beni çağıranı.
Tuttum minicik ellerinden,
''Haydi, gezdir beni''diye.
Bir tünelden aktık zamana karşı. Işıklar çakıyor gözlerimde. Vardığımız yer kucakladı bizi. Gece bitti sonunda. İşte güneş bana merhaba diyor. İçimde tarifsiz bir huzur…
Minik ellerinden tuttuğum çocuğun yüzünde güller açtı. Bin bir sevinçle anlatmaya başladı.
''Buranın adı ne biliyor musun?''
’’Biliyorum, şimdi söyleyeceğim. Kelimelerin dudaklarıma gelmesini bekliyorum. Buldum, kelimelerimi saklandıkları yerden çıkarttım;
İstanbul burası... Evet İstanbul...’’
Güldü çocuk bana.’’Bildin’’diye.
Tüm kalabalık insanların arasında dolaşmaya başladık. Başımda uçan martıların çığlıklarına karışıyor insan sesleri. İnsanlar değişmiş sanki? Martılarda. Yüzlerdeki tebessüm gitmiş acı oturmuş. Bir sahile götürdü beni çocuk.
’’Bak!’’, dedi.
Denizi göstererek, sesinde tarifsiz bir heyecanla,
’’Ne kadar mavi? Sen hiç böyle mavi gördün mü? Bak! Balıklar nasıl atlıyor?’’
Göremedim o maviyi, balıkları da. Ses çıkartamadım. Hayallerini bozmak istemiyorum, gördüğüm balçık rengini söyleyerek!...( Nerede benim neşeli mavim?)
‘’Bak, dedi. Burası Salacak. Buradan denize girebiliriz ama biliyorum hava soğuk. Hava ısınınca yine gel. Beraber yüzelim senle’’
Gülümsedim,
‘’Olur’’ dedim. Çarşaf giymiş insanlara ve trafiğin son sürat akışına bakarak.
‘’Peki, sahilim nerde?’’ Soramadığım sorular yüreğimde.
Göğü göstererek elime bir ip tuttururdu, ucunda devasal bir uçurtma.
‘’Çek, ipi çek. Bak sana selam verecek.’’
Tanıdık bir cümle
Geçmişten hayal…
Çocuk ben, ben çocuk
İç içe geçmiş zamanlarda
Çaylarımızı içtik küçük taburelerde
Elimiz de
Mis gibi kokan simitle…
Ayrılık vakti geldiğinde
Küçük bir öpücük
Yanağıma/yüreğime…