M.KEMAL’İN GAZETESİ HAKİMİYETİ MİLLİYE…
O zamanlar Ankara’da iki gazete çıkıyordu. Biri Atatürk'ün gazetesi olan «Hâkimiyeti Milliye», ötekisi Yunus Nadi'nin yayınladığı «Yeni Gün». Her ikisi de çok fakir, çok zavallı, birer vilâyet gazetesi hâlinde çıkıyor, derme çatma matbaalarda, gelişi güzel basılıyorlardı. Fakat Millî Kurtuluş Savaşı boyunca büyük hizmetleri olmuştu. Bugünkü durumlarıyla okuyucuyu çekecek niteliklerden yoksundular. Onun için satışları az, halk arasındaki etkileri sınırlıydı. Gerçek anlamıyla basın, hâlâ İstanbul'daydı ve genellikle Ankara'ya karşı cephe -almış durumdaydı.Matbuat Umum Müdürlüğüne geldikten bir iki vay sonra, bir gün İsmet Paşa bana telefonla bir yere ayrılmamaklığımı, işler bittikten sonra Çankaya'ya, Atatürk'ün yanına gideceğimizi söyledi.
Matbuat Umum Müdürlüğü bir taraftan Dışişleri Bakanlığına bağlıydı. İsmet Paşa benim âmirim sayılırdı. Çankaya'ya gitme haberi beni çok sevindirdi. «Çankaya'ya gideceğiz» demek, «Atatürk'e gideceğiz» demekti. İsmet Paşa bu görüşmenin nedenini söylememişti. Beni neden Atatürk'e tanıtmak istiyordu? Kendi kendime nedenini araştırdım, bulamadım. Fakat hangi nedenle olursa ol-,sun, hayalimde büyüttüğüm Mustafa Kemal'i ilk kez yakından görüp tanıyacaktım. Amerika'dayken basına onun hakkında hayli yazılar yazmış ve yaptıklarını övmüştüm.
Şimdi memleketin kurtarıcısıyla karşılaşacaktım.
Akşamüzeri bütün memurlar işlerini bitirip evlerine gittiler. Ben yalnız kaldım. İsmet Paşa'dan telefon bekliyordum. Bir koltuğa oturdum ve hayale daldım. Mustafa Kemal davasının askerî aşamasını büyük başarıyla bitirmiş, vatanın bağımsızlığını sağlamıştı. Şimdi yeni bir savaşa, siyasal ve ekonomik bir savaşa başlamak üzereydi. Halifeliği ve padişahlığı ortadan kaldırarak, yerine modern ve lâik bir devlet kurmak, savaştan yorgun ve perişan çıkan memleketi kalkındırmak, bin bir fedakârlıkla Kurtuluş Savaşını yapmış olan bu fakir milleti çağımız uyarlığına kavuşturmak gibi önemli işler onu bekliyordu. Bunu yalnız o yapabilirdi ve o yapacaktı.
Fakat, o vakit Ankara’da gördüğüm manzara cesaret verici değildi.
Büyük Millet Meclisinde yobazlar ve gericiler kuvvetliydiler. Meclisin içinde ve dışında halife ve padişahtan yana olanlar seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Atatürk'ün etrafında bulunan Karabekir'ler, Ali Fuat Paşa'lar, Kâzım Özalp'lar ve başkaları, Kurtuluş Savaşı'nda onunla beraberdiler. Fakat memleketin siyasal, sosyal ve ekonomik kalkınmasında onlara güvenilemezdi. Bunlar Atatürk'ün o günlerdeki plânlarını paylaşacak seviyede değillerdi. Atatürk, Osmanlı imparatorluğunu tasfiye ettikten sonra yepyeni bir anlayışla yepyeni bir millet ve yepyeni bir devlet kuracaktı. Yanımdakilerin: çoğu bunu anlayamazlardı. Fakat ortada bu iş için hazırlanmış ve yetişmiş bir kadro da yoktu. O halde Atatürk yeni savaşını kimlerle yapacaktı?
Ben bu hayal ile yuvarlanıp giderken telefonu çaldı, ismet Paşa beni Dışişleri Bakanlığına çağırıyordu. Genel Müdürlükle bakanlığın arası beş dakikalık bir yerdi.
Bakanlıkta ismet Paşa’yı beni bekler buldum. Kapıda savaştan kalmış hantal bir otomobil bekliyordu. Ben âmirim olarak Paşa'yı birkaç kez daha görmüştüm. En çok dikkatimi çeken şey, o vakit ki abullabut giyinişiydi. Bir türlü sivil kıyafete kendisini alıştıramıyordu. Pantolonu ütüsüz, üstü-başı itinasızdı. Kalpağı kulaklarına iniyordu. Fakat babacan bir hâli vardı, insanda derhâl güven uyandırıyordu.
ismet Paşa yolda uzun süre ağzını açmadı. Şehirden çıktıktan biraz sonra, bana dönerek,
— «Hâkimiyeti Milliye» gazetesini nasıl buluyorsunuz? dedi.
Çankaya'ya niçin gittiğimizi o zaman anladım. «Hâkimiyeti Milliye» gazetesi, Millî Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk tarafından kurulmuş bir taşra gazetesiydi. Bütün savaş boyunca Atatürk'ün fikirlerini yansıtmıştı. Fakat günün koşullarına göre, çok ilkel ve çok sabit bir biçimde çıkıyordu. Okurları hemen hemen mebuslardan ibaretti. Ankara'nın dışında okuru yok gibiydi. Asıl Türk basını İstanbul’da toplanmıştı. Ankara'da bile İstanbul gazeteleri «Hâkimiyeti Milliye»den çok satılıyordu. Mustafa Kemal'in başlamaya hazırlandığı yeni savaşı yürütebilmek için kuvvetli bir gazeteye ihtiyaç vardı. Demek, Çankaya'ya bunun için gidiyorduk.
ismet Paşa'nın sorusuna şu karşılığı verdim:
— «Hâkimiyeti Milliye» adında bir gazete tanımıyorum, Paşam.
Amacım, «Hâkimiyeti Milliye»nin iyi çıkmadığını anlatmaktı. Fakat, galiba bu cevap çok sert düştü ve Paşa'nın hoşuna gitmedi. Zira, ismet Paşa yolda bir daha ağzını açmadı.
Köşke yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Yollar karanlıktı. Otomobilin içinde de ışık yoktu. Biz, karanlıkta, bilinmeyen sihirli bir ülkeye gidiyor gibiydik. Şehirden hayli uzaklaşmış, bağları geçmiştik. Hayli de yükselmiştik. Nihayet otomobil büyükçe bir kapının önünde durdu. Kapıda süngülü nöbetçiler bekliyordu. Paşa ' yı selâmladılar, içeri girdik. Ben, köşk deyince, gerçekten büyük ve ağaçlık bir bahçe içinde büyük bir köşk göreceğimi sanıyordum. Halbuki küçük bir bahçe içinde kârgir, iki katlı, zevksiz bir bina ile karşılaştık. Eskiden Ankara eşrafından birinin evi olmalıydı. Mustafa Kemal, savaş sırasında kendisine: bu köşkü seçmişti. Bir devlet başkanına, hele Mustafa Kemal gibi bir kumandan ve kahraman devlet ad¤¤¤¤¤ yakışır bir şey değildi. Fakat o vakitlerin koşulları içinde Ankara'da bundan daha iyisini de bulmak mümkün değildi. Atatürk, bu köşkü bulana kadar uzun bir süre istasyonda vagonlar içinde yatmıştı.
Atatürk gri yeni bir elbise giymişti, gayet vakur, ağırbaşlı bir görünüşü vardı. Konuşmaları; dikkatle yönetiyordu. Bir «Yeni Anayasa» konusu görüşülüyordu. Özellikle devlet başkanının hak ve ödevleri üzerinde duruluyordu. Konuşulanları merakla uzaktan uzağa izlemeye çalışıyordum. En çok konuşan Seyit Beydi. Amerika’dan yeni gelmiş olduğum için, bir iki kez Amerikan Cumhurbaşkanının hak ve ödevlerini anlatmak hevesine kapıldım. Fakat bir türlü cesaret edemedim. Zaten Lâtife Hanım beni lâfa tutuyor, konuşmaları, iyi izlememe, fırsat vermiyordu.
O "vakitler ortalıkta hilâfetin kaldırılacağı. Cumhuriyet ilân edileceği yolunda bir takım söylentiler dolaşıyordu. Fakat hiç kimse işin gerçeğini, Mustafa Kemal'in ne düşündüğünü açıkça bilmiyordu. Anayasa görüşmeleri gizli yapılıyordu. Dışarıda söylenenler bir tahminden ibaretti. Fakat İstanbul basını yapılacak değişikliğin kokusunu almış, Ankara'ya hücuma başlamıştı. Özellikle Hüseyin Cahit, hilâfetin kaldırılarak diktatörlüğe gidileceğini iddia ediyordu. Eski Hamidiye zırhlısı kahramanı Rauf Bey de hilafetçiler tarafına geçmisti. Böylece Millî Kurtuluş Savaşını yapanlar arasında da ikilik başlamıştı. Hazırlanmakta olan Anayasa, Cumhuriyet esasına dayanacaktı.
Bu konuşma bir saat kadar sürdü. Sonra beni yanlarına çağırdılar, ismet Paşa «Yeni Matbuat Umum Müdürümüz» diye beni tanıtırken «Hâkimiyeti Milliye» adında bir gazete tanımadığımı da eklemekten geri kalmadı. Mustafa Kemal hiç duymamış gibi kayıtsız göründü. Bu konuyu görüşmek üzere ertesi akşam için belli başlı aydınların da katılacağı bir toplantı tertiplenmesini emretti, bize de izin verdi.
Anlaşılan Mustafa Kemal'i kızdırmıştım. Çünkü biz Lâtife Hanımla konuşurken o bizi yan gözle izliyordu. Benim elimde bir teşbih vardı. Mustafa Kemal'in gözü ikide bir bu teşbihe takılıyordu. Demek benim laubalice sayılabilecek olan bu hareketim onu rahatsız etmişti.
Ertesi akşam köşke geldiğimiz zaman, memleketin belli başlı bütün gazeteci, yazar ve ediplerim orada bulduk. Bütün bu aydınlar savaş boyunca Mustafa Kemal'in yanında çalışmış kimselerdi. Yalnız Halide Edip aralarında yoktu. Bu aydınlar zamanla Mustafa Kemal'in huyunu, âdetlerini, çalışma yöntemlerini öğrenmişlerdi. Nasıl davranacaklarım biliyorlardı. Ben ise, bir şey bilmiyordum. Atatürk'ün meclisinde ilk kez hazır bulunuyordum.
Salonda toplandık. Mustafa Kemal toplantıya başkanlık ediyordu. Toplantıyı açmasıyla kapaması bir oldu. «Hâkimiyeti Milliye» gazetesinin iyileştirilmesi bahis konusuydu. Fakat yararlı bir biçimde konuşabilmek için küçük bir proje hazırlanmasını istedi ve bu projeyi hemen hazırlamak üzere üç kişilik bir komisyonun kurulmasını önerdi. Falih Rıfkı Atay, Hakkı Tank Us ve ben bu komisyona seçildik. (Falih Rıfkı Atay daha savaşın başlangıcında Ankara'ya geçmiş, Mustafa Kemal'in yanında ve meclislerinde bulunmuş, onun güvenini ve sevgisini kazanmış bir yazardı. Uzun bir süre «Hâkimiyeti Milliye» gazetesinin ve sonra da Halk Partisi organı olan «Ulus» gazetesinin başyazarlığını yapmıştır. Şimdi İstanbul’da «Dünya» gazetesinin başyazarıdır. Türkiye’nin en zeki, en kabiliyetli edip ve yazarlarından biridir. Hakkı Tarık Us ise Türk basınının tanınmış ve sevilmiş bir simasıdır, birkaç yıl önce ölmüştür.)
Bunun üzerine toplantıya ara verildi. Misafirler dışarıdaki aralıkta hazırlanan büfeye davet edildiler. Onlar büfede yiyip içerken biz de bir köşeye çekilip «Hâkimiyeti Milliye» gazetesine verilmesi gereken biçim üzerinde bir proje taslağı hazırladık. Ayaküstü yapılan bu iş, pek ciddi sayılamazdı. Projeyi basit bir kâğıt üzerine kurşunkalemle yazmıştık. Bu projede şunları öneriyorduk :
«Hâkimiyeti Milliye»yi bir taşra gazetesi olmaktan çıkarıp bir milli gazete hâline getirmek gerektir. Gazete memleketin her tarafında satılmalı ve aranıp okunmalıdır. Bunun için de gazetenin başına bu işten anlar, değerli biri getirilmeli, ayrıca kuvvetli bir yazı kurulu kurulmalıdır. Gazete İstanbul gazeteleriyle rekabet edebilmeli, yapılan, haberleri ona göre hazırlanmalıdır. Ayni zamanda en modern araçlarla donanmış bir basımevi kurmalıdır. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için binasından başlayarak her şeyi yeniden yapmalı ve ortaya canlı, hareketli bir gazete çıkarılmalıdır.
Bir saat sonra tekrar toplanıldı ve Falih Rıfkı, hazırladığımız projeyi Mustafa Kemal'e verdi. Ansızın Mustafa Kemal'in yüzü değişti, kaşları çatıldı, kendisine sunulan kâğıdı parça parça yırtıp attı ve sonra Falih'e dönerek,
— Sizler galiba nerede bulunduğunuzu ve kime hitap ettiğinizi unuttunuz, dedi.
Herkes şaşırmıştı. Toplantı normal başlamıyordu. Mustafa Kemal sözüne devam etti:
— Zaten ben «Hâkimiyeti Milliye »nin ıslahı için yapılacak şeyi düşündüm ve buldum. Bu işi Recep Beyefendiye vereceğim.
Recep Bey (Peker) Atatürk'ün askerlik arkadaşı, eski bir komutandı.
Mustafa Kemal kararını bildirir bildirmez derhal, güya oy alıyormuş gibi, birer birer sormaya başladı:
— Siz ne buyurursunuz Yakup Kadri Beyefendi?
— Pek münasip Paşam...
— Ne buyurulur, Ahmet Beyefendi?
— Çok doğru düşünmüşsünüz Paşam...
— Fikri âliniz Ruşen Eşref Beyefendi? -isabet buyurmuşsunuz Paşam...
Karşımda oturanlar, memleketin kalburüstü edipleri, fikir adanılan ve aydınlarıydı. Mustafa Kemal'in üstün kişiliği karşısında hepsinin dili tutulmuştu. Düşünemez olmuşlardı. Yada fikirlerine uysa da uymasa da böyle cevap vermeyi daha uygun buluyorlardı. Fakat düşünüyordum ki, bunlar gerçek aydın kimselerse, fikirlerini açıkça söylemekten çekinmemeleri gerekirdi. Aydının en ayırıcı niteliği, fikre, fakat herkesten önce kendi fikrine saygı göstermesiydi.
Herkes birbiri ardından «Evet Paşam, doğru Paşam» dedikçe ben şaşırıyor ve sinirleniyordum. Hatta bir dereceye kadar iğreniyordum. Kendi kendime, «işte diktatör böyle yetişir» diyordum. Zaten bütün diktatörleri etrafındaki dalkavukları yetiştirmiş değil midir?
Kafam bu duygu ve düşüncelerle çalkalanırken sıra bana geldi. Kulaklarımda Mustafa Kemal'in sesi çınladı:
— Ne buyurulur Matbuat Umum Müdürü Beyefendi?
Birden bire ayıldım,
— Olamaz Paşam, diye cevap verince gözler hayretle önce bana, sonra Mustafa Kemal'e çevrildi. Bu, beklenmeyen bir cevaptı.
Mustafa Kemal böyle bir cevaba alışmamıştı. Sert bakışlarını bana dikti ve,
— Neden? dedi.
— Recep Beyefendiyi tanımıyorum Paşam, dedim. Çok değerli bir asker olduğunu duyuyorum. O kadar. Fakat gazetecilik, ayrı bilgi isteyen bir uzmanlık işidir. Ben nasıl iyi bir komutan olmazsam, Recep Beyefendi de bu işi başaramaz sanırım.
Bu cevap ortalığı büsbütün karıştırdı. Mustafa Kemal'in nasıl bir tavır takınacağını herkes merak ediyor, ona bakıyordu. Mustafa Kemal bir şey söylemedi, sadece konuşmayı burada kesti ve oturuma son verdi. Dağıldık. Köşkten Tevfik Rüştü ile birlikte çıktık. Otomobilde bana hayretini söylemekten kendini alamadı:
— Ne yaptın Zekeriya?
— Ne yaptım, dedim.
— Canım, Mustafa Kemal'e böyle cevap verilebilir mi?
— Ya ne yapmalıydım?
— Efendim, sen daha yenisin. Burasını bilmiyorsun. Mustafa Kemal'i tanımıyorsun. O bizleri bu akşam fikirlerimizi almak için toplamış değildir. O, kararını önceden vermiştir. Bizi toplaması bir şekilden ibarettir.
Bu defa da ben şaştım. Madem ki başkalarının fikrine ihtiyacı yoktu, o halde bu toplantıya ne lüzum vardı? Fakat sonradan öğrendim ki, bu, Mustafa Kemal'in çalışma usulüdür. Her hangi bir konuda o işin uzmanlarını akşam sofrasında topluyor, onları dinliyor, ama kararı kendisi veriyordu.
Ertesi gün o oturumda bulunanların hemen hepsi Matbuat Müdürlüğüne uğrayarak benim hata ettiğimi hatırlattılar. Demek ki, Ankara'nın geleneklerine uyamamıştım. Fakat benim aklım bunu bir türlü almıyordu.
KAYNAK;ZEKERİYA SERTEL-HATIRLADIKLARIM