”Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir.”
- Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi üçü… Büyük Millet Meclisi’ni geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük kıymeti var; ve bu tarih, mazi-i millîmizin (ulusal geçmişimizin) en kıymetli bir hatırası olacak, bu münasebetle bazı sualler sormama müsaade buyurulur mu!
”- Ne sormak istiyorsunuz?”
- Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk yevm-i küşadına (açılış gününe) ait hatırat ve ihtisasatınızı (duygularınızı) sormak istiyorum, Paşa hazretleri. Bu hatırat ve ihtisasat tarih-i millîmiz için çok kıymetlidir.
”- Peki izah edeyim.”
Mustafa Kemal Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç dakika düşündü, sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet gözleriyle sakitane (sessizce) takip etti ve hatıratını ağır ağır şöyle anlattı:
”- 16 Mart vak’a-i feciası (yürekler acısı olay) üzerine artık İstanbul’a büsbütün kement” vurulmuş, millet ve memleket başsız kalmıştı. Onun istiklâlini düşünmek ve kurtarmak için Ankara’da millî bir Meclis toplamak lâzım geldi. Bu kanaat üzerine lâzım gelen çarelere tevessül ettik (giriştik). Böylece geçen Nisan evasıtında (ortalarında) milletvekilleri Ankara’da toplanmağa başladı. Ancak memleket vâsi (geniş) ve vesait-i münakalesi mahduttu (ulaşım araçları sınırlıydı). Bunun için vekillerin muvasalatı daima teahhura (gecikmeye) uğruyor ve bu teahhur beni tâzip ediyordu (üzüyordu).
Bu azap içinde bütün rüfekay-ı mesaim (çalışma arkadaşlarım) ile gece gündüz bilâ ârâm (dinlenmeksizin) çalışarak vaziyete ait çareleri düşünüp tatbik ile meşgul oluyordum. O esnada dahilde halkın efkârını tesmim etmek (zehirlemek) ve hariçte efkâr-ı umumiye-i cihanı (cihanın kamu oyunu) teşviş eylemek (karıştırmak) maksadiyla çalışanların kulandıkları vasıtalardan birisi de doğrudan doğruya benim şahsiyetim idi. Memleketimizdeki millî heyecanı, hakkı ve istiklâli müdafaa uğrunda gösterdiği kaabiliyet-i hayatiyeti (yaşama gücünü) inkâr için bu kimseler, bütün hücumlarını bana tevcih ediyorlardı (yöneltiyorlardı). Gerek millete ve gerek İstanbul’daki hükümete resmen diyorlardı ki: ”Mustafa Kemal’i tanımayınız; Mustafa Kemal’e emniyet ve itimat etmeyiniz. İtilâf devletlerinin Türkiye’ye karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.” Onlar böyle söylüyorlar.
Ve ben bertaraf edildiğim takdirde, millet ve memleketin hariçten her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, efkârı bu suretle iğfale (yanıltmaya) çalışıyorlardı. Ben, bu teşebbüste ne kadar zehirli, fakat mâhirane bir kasıt olduğunu bütün vüzuhiyle (açıklığı ile) görüyordum. Ancak milletimin üstüne konan tazyik ve esaret yükünün benim yüzümden ileri geldiğini düşünebilecekleri tevehhümden (kuruntudan) kurtarmak için, o güne kadar ihdas edilen (meydana getirilen) vaziyet-i tarihiyenin ve bu vaziyetin o günden sonraki safahatına (safhalarına) ait mesuliyeti diğer bir arkadaşa tevdi ederek (yükleyerek) köşe-i nisyan (unutulma köşesi) ve inzivaya (yalnızlığa) çekilmenin muvafık olacağını düşündüm ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan rüfekay-ı mesaimin kâffesine açık ve kat’î bir lisanla bildirdim. Fakat rüfekam, böyle bir hareketin düşmanın niyat (niyetleri) ve arzusunu terviçten (kabul etmekten) başka semere vermeyeceği iddiasında bulundular.
Dahilî isyan ateşi Ankara kapılarına kadar takarrüp etmekte (yaklaşmakta) idi. Vaziyetin vehameti (kötülüğü) mes’uliyetin azameti tedhiş edici (dehşet verici) bir mahiyette idi. Bu vaziyet karşısında şöyle düşündüm: Hâdis olan (meydana gelen) vaziyetten her ne mülâhaza (düşünceye) mebni olursa olsun (dayanırsa dayansın) çekilmek iki suretle tefsir olunabilirdi. Birincisi tutulan işde nevmîdiye (umutsuzluğa) düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin sıklet-i mes’uliyetine (sorumluluk yüküne) tahammül edememek. Filhakika bu gibi yanlış zehaplar (sanmalar) hem maksad-ı mukaddesi rahnedar edebilir (gedik açabilir), hem de bu maksat etrafında toplanan kuvvetleri inhilâle (dağılmaya) uğratırdı. Binaenaleyh arkadaşlarımın samimiyetine, milletimin azim ve imanına ve düşmanlarımızı evvel ve âhir itiraf-ı acze mecbur edeceği hakkındaki kat’î kanaatime ve Allah’ın tevkifine istinaden kemafissabık (geçmişte olduğu gibi) sonuna kadar mücahede-i millîyemizin şahsıma tahmil ettiği (yüklediği), vazife-i namus ve vicdanı ifade devahıma karar verdim. Ve artık harekât-ı umumiyenin bir şekl-i kanunide tedvirine (idaresine) başlamak gününün daha ziyade teahhura (gecikmeye) da müsaadesi kalmadığından 336 (1920) senesinin Nisan 23′üncü günü Meclisin kürşadı (açılışı) münasip görüldü.
İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra takriben saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün mevcudiyetimi işgal eden bu efkâr ve ihtilis salonunu dolduran milletvekillerinin emniyet ve itimad-ı nazarla (güvenli bakışlarla) bana mütevecih (yönelmiş) olduklarını gördüğüm zaman teşebbüsatımızın milletin âmaline (emellerine) tamamen tevafukunu (uygunluğunu) bir kere daha idrâk ettim (anladım). Ve artık benimle fikir ve emelde müşterek milletin fikir ve emelini tamamen temsil eden bu kadar arkadaşla beraber çalışacağımdan mütevellit (doğan), büyük bir bahtiyarlık hisseyledim.”
- Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün âleme gösterdiği bu necip ve asîl mukavemet fikri, zât-ı devletlerine nasıl layih oldu (belirdi, parıldadı?) Mukavemete ait ilk düşüncelerinizi sormama müsaade buyurulur mu?
”- Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetlî mefrûsatından (miraslarından) olan aşk-ı istiklâl ile meftur (dolu) bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî ve hususî ve resmî hayatımın her safhasına yakından vâkıf olanlarca bu aşkım malûmdur. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım evsafa çok ehemmiyet veririm ve bu evsafın kendimde mevcudiyetini iddia edebilmek için milletin de aynı evsaf ile muttasıf (nitelenmiş) olmasını şart-ı esas (esas şart) bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menafil (menfaatleri) icap ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet mukteziyatından (icaplarından, gereğince) olan dostluk, siyaset münasebatını büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye kadar bîaman (amansız) düşmanıyım.
Meselâ: Harb-ı Umumî küre-i arz (dünya) üzerinde infilâk ettiği zaman vaziyet-i coğrafiye, vekayi-i tarihiye ve muvazenet-i siyasiyenin icbarları (zorlamaları) karşısında muhafaza-i bîtarafîye (tarafsızlığı korumaya) adem-i imkân (imkân olmaması) yüzünden Almanların bulunduğu zümreye dahil olduk. Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükûmetimize kadar girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat Almanlardan bazıları haysiyet ve istiklâlimizi muhil (bozucu) vaz’u tavır almağa başladıkları dakikada en evvel ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhan ve hattâ fiilen isyan ettim. Bu isyanım yüzünden idi ki Harb-i Umumînin cereyanı içinde bir seneye yakın bir zaman bu hareketimin mürevvici olmayanlarla muhalif ve muhasım vaziyette kaldım. Bilâhare hasbelicap (gerektiği için) tekrar Suriye’de kabul ettiğim kumanda, harbin son günlerine tesadüf etti. Harbin idamesine taraftar olmadığım gibi harbin her fırsattan bilistifade hitama (sona) erdirilmesi lüzumuna da kani bulunuyordum ve bu kanaatimi hususî ve resmî beyandan hâli (uzak) kalmamıştım. Netice-i harbin bizim için elemli olacağını tahmin ediyordum. Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için elemli olabilecek olan bu neticeyi, memleketimizi parçalamak ve milletimizi terzil ve tahkir ederek (hakarette bulanarak) hayvanat-ı vahşiye sürüsü haline sokmaya çalışacak kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde mağlûp olursak cezasız ve zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat insaniyet, medeniyet ve adalet düsturlarının (kurallarının) müdafii olmakla tanınan bu milletlerin hükûmet adamları, ne zihniyet ve fıtratta (yaradılışta) olurlarsa olsunlar her halde Türkiye’nin ve Türkiye halkının tarihini, haysiyet ve mevcudiyetini istiklâlini yıkmak gibi vâhi (boş) bir teşebbüse girişmeyeceklerini zannediyordum. Mütareke münasebetiyle Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak bulunduğum Adana’dan ayrılıp İstanbul’a geldiğim zaman mütarekenamenin tatbikatına ve onu takip edecek sulhün şeraitine müteallik mülâhazatımda (düşüncelerimde) âmil ve müessir olan fikir ve kanaatler böyle idi. İstanbul’da İngiliz, Fransız ve İtalyan rical-i siyasiye ve askeriyesinden bazılarıyla vukubulan münasebet ve mülâkatlarımda da daima samimiyetle bu fikirleri söylüyor ve diyordum ki: ”Harbe girmek ve harbe girdikten sonra müttefikin (müttefikler) zümresine dahil olmak bizim için zarurî idi. Çünkü bitaraf bırakmazdınız. Çar Rusyası sizin tarafta idi. Mağlûbeyiten tabii olan icabatı elbette mevzuubahs olur. Fakat milleti istiklâlinden mahrum ederek imha etmek, hiç bir vakit bu icabattan addolunamaz.”
Bütün bu temaslar, bende hayret ve istiğrap (tuhaf bulma) ile bir hakikati inkişaf ettiriyordu. Dinlediğim samimiyetsiz sözlerde gizlenen bu hakikat, düşmanların bizi behemehal imhaya karar vermiş olmaları idi. İtilâf memurlarının, zabitlerinin, askerlerinin İstanbul’da en büyük müesesat (kurum) ve mahafilden sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve hareketleri, tecavüzleri, tahkirleri dahi keşfettiğim bu hakikati teyit eden (kuvvetlendiren) bir delil oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde cereyan eden bu tecavüzat ve tahkirata karşı koca İstanbul içinde Padişahından, rical-i hükûmetten, kumandanlarından, zabitlerinden en son neferine ve ferdine kadar bir buçuk milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması müşkül ve kalın zincirlerle sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, mebhut (hayret içinde) ve mütevekkil duruyordu. Ben de bu zincirlerle muhat (çevrili) ve kendime hemdert (dert ortağı) aramakla meşgul idim. O mebhut ve mütevekkil kütleler içinde zaman zaman müteşebbis görünen insanlar farkediyordum. Bunlar fenalığı aleıtlak (genel olarak) hissediyorlar ve ona çaresaz olmak (çare bulmak) istiyorlardı. Fakat nokta-i istinatlarını (dayanma noktalarını) yine İstanbul kavafil-i surunun (sur kafilesinin) içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Lâyuad (sayısız) programlar ve bu programların etrafında zincirbend-i esaret (esaret zincirine bağlanmış) olduklarının fâriki bulunmayan (farkında olmayan) yine o insanlar, zümreler, fırkalar, cemiyetler, gruplar…
Bütün bu teşekküllerin istikameti benim ruhumdaki tecelli ile tamamen tezat teşkil ediyordu. Çünkü bu teşekküllerin hiçbirinde mevzuubahs olan davanın hakikî mahiyetini idrâk etmiş olmak isabetini göremiyordum. En münevver sayılan insanların manda meclûbiyeti (tutkunluğu) ile milletin ruh-ı istiklâlini (bağımsızlık ruhunu) yıkmak için gafilâne bir sa’y-i gûşiş-i mütemadî (sürekli çalışma ve çaba) içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. ben artık şu noktalarını gayet vâzıh (açık) mütalâa edebiliyordum: Düşmanlar istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz tamamıyla keşfetmemiştir. Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman tazyiki (baskısı) diğer taraftan bilvasıta (aracılık ile), düşman iğfaliyle (aldatmasıyla) bunalmış ve bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu muhit içinde, vaziyet-i hakikiyeye göre doğru hedef göstermeğe muvaffak olamaz ve hedef-i milleti sevk için kuvvetli bir zemin-i istinat (dayanma zemini) bulamazdı. Her halde nokta-i hareket İstanbul’un haricinde idi. Bu noktayı bulmak ve oradan bütün milleti hakikî hedefe sevketmek lâzım geliyordu. Bunun üzerine günlerce düşündüm, mahdut bazı arkadaşlarımda müdavele-i efkâr ettim (fikir danıştım). Onlar da benimle hemfikir oldu. Ben evvelâ herhangi bir suretle Anadolu’ya geçmek ve orada milletin efkâr ve hissiyatını bir defa daha yoklamak ve menabi-i memleketi (ülkenin kaynaklarını) takip etmek istiyordum. İstanbul’dan infikâkim (ayrılışım) bir mesele idi. Bunun suret-i hallini düşündüğüm bir sırada Anadolu’da salâhiyeti oldukça vâsi ordu müfettişliğini kabul edip etmeyeceğim istimzaç olundu (fikrim yoklandı). Bilâ tereddüt (tereddütsüz) kabul ettim. Ve Anadolu’ya bu şerait tahtında geçtiğim takdirde fazla hiçbir tetkik ve tetebbua (araştırmaya) lüzum kalmaksızın düşüncelerimin en müsait bir saha-i tatbikat (uygulama alanı) bulabileceğine emin idim. Hemen hareket günü idi ki İzmir’i haydutcasına işgal etmek suretiyle millete büyük bir suikast misali vermiş oldular. Artık gayr-ı kabil-i tezelzül (sarsılmaz) bir suretle kararımı vermiştim: Anadolu’ya gideceğim; derhal bütün salâhiyet ve vesaitimle milleti hakikat-i halden (durumun hakikatinden) haberdar edeceğim. Ve istiklâl-i milletimize (ulusumuzun bağımsızlığına) vurulmak istenen darbeye karşı eshab-ı mukavemet (dayanma sebepleri) ve müdafaayı ihzara (hazırlamaya) çalışacağım.
Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin olduğum rüesaya (reislere) maksadımı anlattım ve icraatımın suubete (zorluğa) uğratılmaması için mümkün olan muavenetlerini (yardımlarını) rica etim. Vapura binmeden evvel Bâb-ı âliye uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün gaflet içinde haber alan Heyet-i Vükelâ hâl-i içtimada (toplandı durumunda) bulunuyordu. Benim vürudumdan (gelişimden) haberdar oldukları zaman müzakerelerini tatil ederek bir kısmı yanıma geldi:
”Ne yapalım?” dediler.
”Celâdet (yiğitlik) gösteriniz!” dedim.
”Bunu burada nasıl yapabiliriz?” diyenlerine:
”Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan sonra devam edebilmek için benim yanıma gelirsiniz.” cevabını vererek ayrıldım.
Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım, gördüm ki memleketin ve milletin temayülâtı, istiklâl müdafaasında tereddüt edenleri hacil (utandıracak) mevkide bırakabilecek bir mahiyet-i âliyededir (yüce niteliktedir). Filhakika iki senedenberi bütün dünyanın şahit olduğu vekayi ve hâdisat düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında hakikî selâbet (sağlamlık) olduğunu isbat etti. Bundan dolayı elden müftehirim.”
(Hâkimiyet-i Milliye’den: 24 Nisan 1921)
- Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi üçü… Büyük Millet Meclisi’ni geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük kıymeti var; ve bu tarih, mazi-i millîmizin (ulusal geçmişimizin) en kıymetli bir hatırası olacak, bu münasebetle bazı sualler sormama müsaade buyurulur mu!
”- Ne sormak istiyorsunuz?”
- Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk yevm-i küşadına (açılış gününe) ait hatırat ve ihtisasatınızı (duygularınızı) sormak istiyorum, Paşa hazretleri. Bu hatırat ve ihtisasat tarih-i millîmiz için çok kıymetlidir.
”- Peki izah edeyim.”
Mustafa Kemal Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç dakika düşündü, sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet gözleriyle sakitane (sessizce) takip etti ve hatıratını ağır ağır şöyle anlattı:
”- 16 Mart vak’a-i feciası (yürekler acısı olay) üzerine artık İstanbul’a büsbütün kement” vurulmuş, millet ve memleket başsız kalmıştı. Onun istiklâlini düşünmek ve kurtarmak için Ankara’da millî bir Meclis toplamak lâzım geldi. Bu kanaat üzerine lâzım gelen çarelere tevessül ettik (giriştik). Böylece geçen Nisan evasıtında (ortalarında) milletvekilleri Ankara’da toplanmağa başladı. Ancak memleket vâsi (geniş) ve vesait-i münakalesi mahduttu (ulaşım araçları sınırlıydı). Bunun için vekillerin muvasalatı daima teahhura (gecikmeye) uğruyor ve bu teahhur beni tâzip ediyordu (üzüyordu).
Bu azap içinde bütün rüfekay-ı mesaim (çalışma arkadaşlarım) ile gece gündüz bilâ ârâm (dinlenmeksizin) çalışarak vaziyete ait çareleri düşünüp tatbik ile meşgul oluyordum. O esnada dahilde halkın efkârını tesmim etmek (zehirlemek) ve hariçte efkâr-ı umumiye-i cihanı (cihanın kamu oyunu) teşviş eylemek (karıştırmak) maksadiyla çalışanların kulandıkları vasıtalardan birisi de doğrudan doğruya benim şahsiyetim idi. Memleketimizdeki millî heyecanı, hakkı ve istiklâli müdafaa uğrunda gösterdiği kaabiliyet-i hayatiyeti (yaşama gücünü) inkâr için bu kimseler, bütün hücumlarını bana tevcih ediyorlardı (yöneltiyorlardı). Gerek millete ve gerek İstanbul’daki hükümete resmen diyorlardı ki: ”Mustafa Kemal’i tanımayınız; Mustafa Kemal’e emniyet ve itimat etmeyiniz. İtilâf devletlerinin Türkiye’ye karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.” Onlar böyle söylüyorlar.
Ve ben bertaraf edildiğim takdirde, millet ve memleketin hariçten her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, efkârı bu suretle iğfale (yanıltmaya) çalışıyorlardı. Ben, bu teşebbüste ne kadar zehirli, fakat mâhirane bir kasıt olduğunu bütün vüzuhiyle (açıklığı ile) görüyordum. Ancak milletimin üstüne konan tazyik ve esaret yükünün benim yüzümden ileri geldiğini düşünebilecekleri tevehhümden (kuruntudan) kurtarmak için, o güne kadar ihdas edilen (meydana getirilen) vaziyet-i tarihiyenin ve bu vaziyetin o günden sonraki safahatına (safhalarına) ait mesuliyeti diğer bir arkadaşa tevdi ederek (yükleyerek) köşe-i nisyan (unutulma köşesi) ve inzivaya (yalnızlığa) çekilmenin muvafık olacağını düşündüm ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan rüfekay-ı mesaimin kâffesine açık ve kat’î bir lisanla bildirdim. Fakat rüfekam, böyle bir hareketin düşmanın niyat (niyetleri) ve arzusunu terviçten (kabul etmekten) başka semere vermeyeceği iddiasında bulundular.
Dahilî isyan ateşi Ankara kapılarına kadar takarrüp etmekte (yaklaşmakta) idi. Vaziyetin vehameti (kötülüğü) mes’uliyetin azameti tedhiş edici (dehşet verici) bir mahiyette idi. Bu vaziyet karşısında şöyle düşündüm: Hâdis olan (meydana gelen) vaziyetten her ne mülâhaza (düşünceye) mebni olursa olsun (dayanırsa dayansın) çekilmek iki suretle tefsir olunabilirdi. Birincisi tutulan işde nevmîdiye (umutsuzluğa) düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin sıklet-i mes’uliyetine (sorumluluk yüküne) tahammül edememek. Filhakika bu gibi yanlış zehaplar (sanmalar) hem maksad-ı mukaddesi rahnedar edebilir (gedik açabilir), hem de bu maksat etrafında toplanan kuvvetleri inhilâle (dağılmaya) uğratırdı. Binaenaleyh arkadaşlarımın samimiyetine, milletimin azim ve imanına ve düşmanlarımızı evvel ve âhir itiraf-ı acze mecbur edeceği hakkındaki kat’î kanaatime ve Allah’ın tevkifine istinaden kemafissabık (geçmişte olduğu gibi) sonuna kadar mücahede-i millîyemizin şahsıma tahmil ettiği (yüklediği), vazife-i namus ve vicdanı ifade devahıma karar verdim. Ve artık harekât-ı umumiyenin bir şekl-i kanunide tedvirine (idaresine) başlamak gününün daha ziyade teahhura (gecikmeye) da müsaadesi kalmadığından 336 (1920) senesinin Nisan 23′üncü günü Meclisin kürşadı (açılışı) münasip görüldü.
İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra takriben saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün mevcudiyetimi işgal eden bu efkâr ve ihtilis salonunu dolduran milletvekillerinin emniyet ve itimad-ı nazarla (güvenli bakışlarla) bana mütevecih (yönelmiş) olduklarını gördüğüm zaman teşebbüsatımızın milletin âmaline (emellerine) tamamen tevafukunu (uygunluğunu) bir kere daha idrâk ettim (anladım). Ve artık benimle fikir ve emelde müşterek milletin fikir ve emelini tamamen temsil eden bu kadar arkadaşla beraber çalışacağımdan mütevellit (doğan), büyük bir bahtiyarlık hisseyledim.”
- Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün âleme gösterdiği bu necip ve asîl mukavemet fikri, zât-ı devletlerine nasıl layih oldu (belirdi, parıldadı?) Mukavemete ait ilk düşüncelerinizi sormama müsaade buyurulur mu?
”- Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetlî mefrûsatından (miraslarından) olan aşk-ı istiklâl ile meftur (dolu) bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî ve hususî ve resmî hayatımın her safhasına yakından vâkıf olanlarca bu aşkım malûmdur. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım evsafa çok ehemmiyet veririm ve bu evsafın kendimde mevcudiyetini iddia edebilmek için milletin de aynı evsaf ile muttasıf (nitelenmiş) olmasını şart-ı esas (esas şart) bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menafil (menfaatleri) icap ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet mukteziyatından (icaplarından, gereğince) olan dostluk, siyaset münasebatını büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye kadar bîaman (amansız) düşmanıyım.
Meselâ: Harb-ı Umumî küre-i arz (dünya) üzerinde infilâk ettiği zaman vaziyet-i coğrafiye, vekayi-i tarihiye ve muvazenet-i siyasiyenin icbarları (zorlamaları) karşısında muhafaza-i bîtarafîye (tarafsızlığı korumaya) adem-i imkân (imkân olmaması) yüzünden Almanların bulunduğu zümreye dahil olduk. Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükûmetimize kadar girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat Almanlardan bazıları haysiyet ve istiklâlimizi muhil (bozucu) vaz’u tavır almağa başladıkları dakikada en evvel ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhan ve hattâ fiilen isyan ettim. Bu isyanım yüzünden idi ki Harb-i Umumînin cereyanı içinde bir seneye yakın bir zaman bu hareketimin mürevvici olmayanlarla muhalif ve muhasım vaziyette kaldım. Bilâhare hasbelicap (gerektiği için) tekrar Suriye’de kabul ettiğim kumanda, harbin son günlerine tesadüf etti. Harbin idamesine taraftar olmadığım gibi harbin her fırsattan bilistifade hitama (sona) erdirilmesi lüzumuna da kani bulunuyordum ve bu kanaatimi hususî ve resmî beyandan hâli (uzak) kalmamıştım. Netice-i harbin bizim için elemli olacağını tahmin ediyordum. Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için elemli olabilecek olan bu neticeyi, memleketimizi parçalamak ve milletimizi terzil ve tahkir ederek (hakarette bulanarak) hayvanat-ı vahşiye sürüsü haline sokmaya çalışacak kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde mağlûp olursak cezasız ve zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat insaniyet, medeniyet ve adalet düsturlarının (kurallarının) müdafii olmakla tanınan bu milletlerin hükûmet adamları, ne zihniyet ve fıtratta (yaradılışta) olurlarsa olsunlar her halde Türkiye’nin ve Türkiye halkının tarihini, haysiyet ve mevcudiyetini istiklâlini yıkmak gibi vâhi (boş) bir teşebbüse girişmeyeceklerini zannediyordum. Mütareke münasebetiyle Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak bulunduğum Adana’dan ayrılıp İstanbul’a geldiğim zaman mütarekenamenin tatbikatına ve onu takip edecek sulhün şeraitine müteallik mülâhazatımda (düşüncelerimde) âmil ve müessir olan fikir ve kanaatler böyle idi. İstanbul’da İngiliz, Fransız ve İtalyan rical-i siyasiye ve askeriyesinden bazılarıyla vukubulan münasebet ve mülâkatlarımda da daima samimiyetle bu fikirleri söylüyor ve diyordum ki: ”Harbe girmek ve harbe girdikten sonra müttefikin (müttefikler) zümresine dahil olmak bizim için zarurî idi. Çünkü bitaraf bırakmazdınız. Çar Rusyası sizin tarafta idi. Mağlûbeyiten tabii olan icabatı elbette mevzuubahs olur. Fakat milleti istiklâlinden mahrum ederek imha etmek, hiç bir vakit bu icabattan addolunamaz.”
Bütün bu temaslar, bende hayret ve istiğrap (tuhaf bulma) ile bir hakikati inkişaf ettiriyordu. Dinlediğim samimiyetsiz sözlerde gizlenen bu hakikat, düşmanların bizi behemehal imhaya karar vermiş olmaları idi. İtilâf memurlarının, zabitlerinin, askerlerinin İstanbul’da en büyük müesesat (kurum) ve mahafilden sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve hareketleri, tecavüzleri, tahkirleri dahi keşfettiğim bu hakikati teyit eden (kuvvetlendiren) bir delil oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde cereyan eden bu tecavüzat ve tahkirata karşı koca İstanbul içinde Padişahından, rical-i hükûmetten, kumandanlarından, zabitlerinden en son neferine ve ferdine kadar bir buçuk milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması müşkül ve kalın zincirlerle sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, mebhut (hayret içinde) ve mütevekkil duruyordu. Ben de bu zincirlerle muhat (çevrili) ve kendime hemdert (dert ortağı) aramakla meşgul idim. O mebhut ve mütevekkil kütleler içinde zaman zaman müteşebbis görünen insanlar farkediyordum. Bunlar fenalığı aleıtlak (genel olarak) hissediyorlar ve ona çaresaz olmak (çare bulmak) istiyorlardı. Fakat nokta-i istinatlarını (dayanma noktalarını) yine İstanbul kavafil-i surunun (sur kafilesinin) içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Lâyuad (sayısız) programlar ve bu programların etrafında zincirbend-i esaret (esaret zincirine bağlanmış) olduklarının fâriki bulunmayan (farkında olmayan) yine o insanlar, zümreler, fırkalar, cemiyetler, gruplar…
Bütün bu teşekküllerin istikameti benim ruhumdaki tecelli ile tamamen tezat teşkil ediyordu. Çünkü bu teşekküllerin hiçbirinde mevzuubahs olan davanın hakikî mahiyetini idrâk etmiş olmak isabetini göremiyordum. En münevver sayılan insanların manda meclûbiyeti (tutkunluğu) ile milletin ruh-ı istiklâlini (bağımsızlık ruhunu) yıkmak için gafilâne bir sa’y-i gûşiş-i mütemadî (sürekli çalışma ve çaba) içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. ben artık şu noktalarını gayet vâzıh (açık) mütalâa edebiliyordum: Düşmanlar istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz tamamıyla keşfetmemiştir. Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman tazyiki (baskısı) diğer taraftan bilvasıta (aracılık ile), düşman iğfaliyle (aldatmasıyla) bunalmış ve bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu muhit içinde, vaziyet-i hakikiyeye göre doğru hedef göstermeğe muvaffak olamaz ve hedef-i milleti sevk için kuvvetli bir zemin-i istinat (dayanma zemini) bulamazdı. Her halde nokta-i hareket İstanbul’un haricinde idi. Bu noktayı bulmak ve oradan bütün milleti hakikî hedefe sevketmek lâzım geliyordu. Bunun üzerine günlerce düşündüm, mahdut bazı arkadaşlarımda müdavele-i efkâr ettim (fikir danıştım). Onlar da benimle hemfikir oldu. Ben evvelâ herhangi bir suretle Anadolu’ya geçmek ve orada milletin efkâr ve hissiyatını bir defa daha yoklamak ve menabi-i memleketi (ülkenin kaynaklarını) takip etmek istiyordum. İstanbul’dan infikâkim (ayrılışım) bir mesele idi. Bunun suret-i hallini düşündüğüm bir sırada Anadolu’da salâhiyeti oldukça vâsi ordu müfettişliğini kabul edip etmeyeceğim istimzaç olundu (fikrim yoklandı). Bilâ tereddüt (tereddütsüz) kabul ettim. Ve Anadolu’ya bu şerait tahtında geçtiğim takdirde fazla hiçbir tetkik ve tetebbua (araştırmaya) lüzum kalmaksızın düşüncelerimin en müsait bir saha-i tatbikat (uygulama alanı) bulabileceğine emin idim. Hemen hareket günü idi ki İzmir’i haydutcasına işgal etmek suretiyle millete büyük bir suikast misali vermiş oldular. Artık gayr-ı kabil-i tezelzül (sarsılmaz) bir suretle kararımı vermiştim: Anadolu’ya gideceğim; derhal bütün salâhiyet ve vesaitimle milleti hakikat-i halden (durumun hakikatinden) haberdar edeceğim. Ve istiklâl-i milletimize (ulusumuzun bağımsızlığına) vurulmak istenen darbeye karşı eshab-ı mukavemet (dayanma sebepleri) ve müdafaayı ihzara (hazırlamaya) çalışacağım.
Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin olduğum rüesaya (reislere) maksadımı anlattım ve icraatımın suubete (zorluğa) uğratılmaması için mümkün olan muavenetlerini (yardımlarını) rica etim. Vapura binmeden evvel Bâb-ı âliye uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün gaflet içinde haber alan Heyet-i Vükelâ hâl-i içtimada (toplandı durumunda) bulunuyordu. Benim vürudumdan (gelişimden) haberdar oldukları zaman müzakerelerini tatil ederek bir kısmı yanıma geldi:
”Ne yapalım?” dediler.
”Celâdet (yiğitlik) gösteriniz!” dedim.
”Bunu burada nasıl yapabiliriz?” diyenlerine:
”Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan sonra devam edebilmek için benim yanıma gelirsiniz.” cevabını vererek ayrıldım.
Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım, gördüm ki memleketin ve milletin temayülâtı, istiklâl müdafaasında tereddüt edenleri hacil (utandıracak) mevkide bırakabilecek bir mahiyet-i âliyededir (yüce niteliktedir). Filhakika iki senedenberi bütün dünyanın şahit olduğu vekayi ve hâdisat düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında hakikî selâbet (sağlamlık) olduğunu isbat etti. Bundan dolayı elden müftehirim.”
(Hâkimiyet-i Milliye’den: 24 Nisan 1921)