Hicret ve İradi Ümmiyet
‘Kültür; bir cemiyetin dil, terbiye, âdet ve san’at gibi değerlerinden doğmuş, sonra da işlene işlene o toplumun hayat tarzı hâline gelmiş, hemen her parçası çok ehemmiyetli bir kısım esasların bütünü’ şeklinde tarif edilir. Bir toplumda hayat tarzı hâline gelen esaslar, evrensel değerleri ihtiva ettiği gibi, o topluma has değerleri de içine alır. Çünkü üslûp; ahlâk, görgü kuralları, mimarî gibi evrensel hususiyet taşıyan kültür unsurlarına millîlik kazandırır. Kültür, bir milletin kendi tarihî tekâmülü hususunda sahip olduğu şuur şeklinde de tarif edilebilir. Bu tarif kültürün durağan olmadığını belirtmesi açısından mühimdir. Millet durağan bir içtimaî yapı olmadığından, ona ait kültür de durağan değildir; değişir, gelişebilir veya tahrip olabilir.
Günümüzde kitle iletişim vasıtalarındaki hızlı gelişme, fert ve toplumların münasebetlerini hızlandırmıştır. Her türlü bilgi, ekranlardan akmaya başlayınca kültür alışverişi insanlık tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Fertler, iletişim çağının getirdiği teknolojik imkânlar sayesinde kültürleri, toplumları ve içtimaî yapıları çok daha yakından tanıma imkânı buldular. İletişime paralel ulaşımın da gelişmesi toplumlar arası geçişi kolaylaştırdığı gibi kültür alışverişinin hızlanmasına da vesile olmuştur. Bütün bunlar asrımızdaki göç hâdiselerini farklı farklı şekillerde tetiklemiştir.
Lûgatte, ‘fertlerin veya toplumların çeşitli sebeplerle, bulunduğu coğrafî ve sosyokültürel ortamdan başka bir coğrafî ve sosyokültürel ortama geçmesi’ olarak tarif edilebilen göç, ilk toplumlardan bu yana içtimaî hayata yakından tesir eden mühim hâdiselerden biridir. Tarih boyunca yaşanan göçlerin medeniyet ve devletlerin kurulup yıkılmasında mühim tesirleri olmuştur.
Göç eden topluluk ve fertler, karşılaştıkları kültürlerin tesirinde kaldıkları gibi, aynı zamanda bu kültürlere kendi değerlerinden bir şeyler de katabilmektedir. Bu kültürel alışveriş neticeleri itibarıyla müspet ve menfî olarak incelenebilir.
Müspet tesir: Herkes tarafından olumlu bulunan değerlerin (misafirperverlik, ikram, paylaşma vb.) kazanılmasıdır. Göç neticesi başka bir kültür içinde yaşamakta olan fert, kendi kültür değerlerini şahsiyetine sağlam bir şekilde yerleştirememişse, herhangi bir olumsuz kültür unsurunun tesirinde kolaylıkla kalır.
Menfî tesir: Olumsuz unsurların, öz değerlerin yerini almasıyla gerçekleşir. Bütünü için geçerli olmasa da, yurt dışına yerleşmiş vatandaşlarımızın, bilhassa yeni neslin, yurda döndüğünde akrabalarıyla yaşadığı kültürel kopukluk bu duruma iyi bir örnektir. Kültürel altyapısı sağlam olmayan kişi, farklı bir kültürle karşılaştığında, kendi değerlerini koruyamaz. Bir kadınla erkeğin evlenmeden ortak bir hayatı paylaşması Batı’dan bizim kültürümüze taşınmış olumsuz bir tesirdir. Menfî tesir, kişinin kendi kültüründen olumsuz unsurları, başka bir kültüre taşımasıyla da ortaya çıkabilir.
Farklı kültür anlayışları, modern paradigmalar ve ümmî olma
Göç-kültür münasebetleri bütün hızıyla devam ederken, kendi değerlerimizi koruma ve yaşatma adına, yabancı kültürlerin menfî unsurlarına ‘ümmî’ kalabilmek son derece önemlidir. ‘Ümmî’liğin kelime mânâsı, ‘okuma-yazma bilmemek’tir. Bu yazıda kastedilen ümmîlik ise genel olarak farklı kültür anlayışlarının, günümüzde ise modern hayat tarzı ve farklı felsefî paradigmaların dayatmalarına karşı kişinin seçiciliğini iyi oluşturarak, değerlerine sımsıkı bağlanması durumudur; başka bir tâbirle, kişinin yaşayış ve düşünüş tarzı açısından kirlenmemiş ve saf olmasıdır. ‘İradî ümmîyet’ de denebilecek bu durumu sağlayabilmek için, fertlerin kendi kültür ve değer dünyalarını çok iyi özümsemeleri gerekmektedir.
Genel itibarıyla mânevîyata uzak duran modern çağ, maddeyi ele alır ve onunla ilgilenir. Çünkü güçlü olduğu ve gücünün devamı için gerekli gördüğü saha budur. Bu sebeple insana sadece daha iyi bir maddî hayat vaad ederek, bedenî hazları tatmin etmeye çalışır. Teknolojiyi, ilmi ve kültürü de bu düşünceyle ele alır. Hayatı bir mücadeleden ibaret görür, mücadeleyi kazanmanın yegane yolunun kuvvetten geçtiğini düşünür. Bu tarz modernleşme anlayışıyla, ben merkezli dünya görüşü öne çıkarılmış, tabiat kanunları aslî otorite hâline getirilmiş, insan mânevîyattan tamamen koparılmıştır.
Ümmîliğini koruyan kişi, başka kültürlerle veya onların herhangi bir unsuruyla karşılaştığında, aldıklarını enfüs süzgecinden geçirerek aldığından değerlerinden bir şey kaybetmeyecektir. Buna rağmen, günümüzde yoğun bir bilgi alışverişine mârûz kalındığından, kişinin ümmîliğini koruyabilmesi için sık sık ‘zihnini silkelemesi’ gerekmektedir. “Her nasılsa zihnimiz bir kısım muzahref bilgilerle kirlenmişse, o mevzudaki sâbit ve değişmeyen disiplinlerimizi esas ölçü kabul ederek, mâlûmâtımızı ölçüp tartmamız ve elenenleri kapı dışarı etmemiz, bir nevi zihnimizi silkeleyerek onu çer-çöpten temizlememiz gerekmektedir.” Modern paradigmalara karşı ümmîliğini koruyamayan ise, karşılaştığı her yeni kültürde kendini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Hakiki bir iradî ümmîyete sahip olanlar kendilerini daha kolay ifade ederler, hâl ve tavırlarıyla diğer insanlara daha fazla tesir ederler. Bunun en güzel örnekleri Saadet Asrı’nda yaşanmıştır. Peygamber Efendimiz (sas), ümmî bir Zât’tı. Zîrâ O’nun (sas) muallimi Allah’tı (cc). O (sas) en güzel nağmeler ve ilâhî beyanla donatılmıştı. Hâl böyle olunca, hayaline dahi başka anlayışlar girmemiş, değerlerini en saf şekilde temsil etmişti. Arkasından gelen, bütün âlimlere muallim olmuş, insanların gönüllerinde yüce bir yer edinmişti.
O’nun (sas) talebeleri olan Sahabiler de yaşadıkları coğrafyadan ötürü, Şark’ın ve Garb’ın o zamanki anlayışlarına, fikir akımlarına kapalıydı, yani yabancı kültürlerin tesirinde kalmama mânâsında ümmiydi. Yemen, Mısır, İran, Hindistan gibi yerlerde yaşayan insanlara nispetle kadîm kültürlerle, dinlerle münasebetleri yok denecek kadar azdı. Efendimiz’den (sas) öğrendikleri İslâmî değerlerin benliklerinde hasıl ettiği şuur, Müslümanlığı kabullerinden sonra onlarda bu defa iradî mânâda bir ümmiyet tavrına vesile olmuştu. Bu tavırları o kadar güçlüydü ki, değerlerini anlatma adına göç ettikleri yerlerde, çeşitli kültürlerin menfî tesirinde kalmak şöyle dursun, evvelâ hâl dilleriyle iz bırakmış, sonra da insanların düşünce yapılarının derinden değişmesine vesile olmuşlardı. Hz. Abdullah İbn Abbas, Afrika’daki Bizans genel valisi Georgios ve adamlarıyla ilmî müzakereler yaptığında, Georgios ve etrafındakiler onun akıl, zekâ, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek: ‘Bu insan Arapların en derin âlimidir.’ demişlerdir.
Günümüzde Müslümanlar, sebepler plânında, Sahabe efendilerimizin (ranhüm), hicretin bir meyvesi olarak dünya nüfusunun beşte birini oluşturmaktadır. İşte İslâm hakikatinin yüzyıllar boyunca bozulmadan taptaze mesajıyla günümüze ulaşmasının vesilesi, ilk Müslümanların ve onlardan sonra gelenlerin ümmîliğini yitirmemiş olmasıdır.
Sahabelerden sonra gelen Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn de, hayatlarında iradî ümmîliği uygulamış, diğer dünya görüşleriyle karşılaştıklarında kendi öz değerlerini bir filtre olarak kullanmış ve olumsuz tesir altında kalma bir yana, dev bir İslâm medeniyetinin oluşmasına zemin hazırlamışlardır. Bu medeniyet, birçok kültürle alışverişte bulunmuş, alacaklarını seçerek almış bunun yanında birçok kültüre de derinden tesir etmiştir. Nitekim Dr. Sigrid Hunke’nin belirttiği gibi, Batı medeniyetinin oluşumunda, İslâm medeniyetinin büyük tesiri vardır.
Bediüzzaman Hazretleri bütün anlayışları Kur’ân ve sünnet ile test eder, dolayısıyla ‘iradî ümmîyeti tercih eder.’ Meselâ, “Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak işarat ve numuneleri cami’ bir ene vermiştir.” der ve enenin, “ayna misâl vahid-i kıyasî fonksiyonu gördüğünü, ayrıca mânâ-yı harfî gibi olduğunu, yani kendinde vücudu olmadığını ve başkasının mânâsını gösterdiğini” ifade ederek; insanın enaniyetini öne çıkaran modern paradigmalar karşısındaki iradî ümmîyeti esas alan duruşunu ortaya koyar. Risale-i Nur, insana sürekli acziyetini hatırlatır; acz, fakr ve zaaftan doğan sıkıntıyı Rabb’inin mutlak varlığına imanın verdiği teslim ve tevekkül duygusuyla yatıştırır.
Asrımızın bütün kavram kargaşaları ve kaoslarına rağmen, yeni nesillerimiz de kendi inanç ve kültür dünyalarına olan sarsılmaz güvenleriyle ümmîliği tercih etmektedir. Kendi değerlerine sımsıkı bağlı ve zihinleri başka kültürler tarafından kirletilmeye kapalı, bu iradî ümmîyet temsilcileri Anadolu’dan dünyaya açılmakta. Bu yeni nesil, göç ettiği yerlerde, kadîm kültür ve anlayışlara rağmen ümmî kalmış, doğrunun, ahlâkın, evrensel güzelliklerin temsilcisi olmuş, bunu hâl dilleriyle anlatmış, yeni bir medeniyetin tohumlarını yeryüzüne saçmaya ve sulh adacıkları tesis etmeye başlamışlardır.
‘Kültür; bir cemiyetin dil, terbiye, âdet ve san’at gibi değerlerinden doğmuş, sonra da işlene işlene o toplumun hayat tarzı hâline gelmiş, hemen her parçası çok ehemmiyetli bir kısım esasların bütünü’ şeklinde tarif edilir. Bir toplumda hayat tarzı hâline gelen esaslar, evrensel değerleri ihtiva ettiği gibi, o topluma has değerleri de içine alır. Çünkü üslûp; ahlâk, görgü kuralları, mimarî gibi evrensel hususiyet taşıyan kültür unsurlarına millîlik kazandırır. Kültür, bir milletin kendi tarihî tekâmülü hususunda sahip olduğu şuur şeklinde de tarif edilebilir. Bu tarif kültürün durağan olmadığını belirtmesi açısından mühimdir. Millet durağan bir içtimaî yapı olmadığından, ona ait kültür de durağan değildir; değişir, gelişebilir veya tahrip olabilir.
Günümüzde kitle iletişim vasıtalarındaki hızlı gelişme, fert ve toplumların münasebetlerini hızlandırmıştır. Her türlü bilgi, ekranlardan akmaya başlayınca kültür alışverişi insanlık tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Fertler, iletişim çağının getirdiği teknolojik imkânlar sayesinde kültürleri, toplumları ve içtimaî yapıları çok daha yakından tanıma imkânı buldular. İletişime paralel ulaşımın da gelişmesi toplumlar arası geçişi kolaylaştırdığı gibi kültür alışverişinin hızlanmasına da vesile olmuştur. Bütün bunlar asrımızdaki göç hâdiselerini farklı farklı şekillerde tetiklemiştir.
Lûgatte, ‘fertlerin veya toplumların çeşitli sebeplerle, bulunduğu coğrafî ve sosyokültürel ortamdan başka bir coğrafî ve sosyokültürel ortama geçmesi’ olarak tarif edilebilen göç, ilk toplumlardan bu yana içtimaî hayata yakından tesir eden mühim hâdiselerden biridir. Tarih boyunca yaşanan göçlerin medeniyet ve devletlerin kurulup yıkılmasında mühim tesirleri olmuştur.
Göç eden topluluk ve fertler, karşılaştıkları kültürlerin tesirinde kaldıkları gibi, aynı zamanda bu kültürlere kendi değerlerinden bir şeyler de katabilmektedir. Bu kültürel alışveriş neticeleri itibarıyla müspet ve menfî olarak incelenebilir.
Müspet tesir: Herkes tarafından olumlu bulunan değerlerin (misafirperverlik, ikram, paylaşma vb.) kazanılmasıdır. Göç neticesi başka bir kültür içinde yaşamakta olan fert, kendi kültür değerlerini şahsiyetine sağlam bir şekilde yerleştirememişse, herhangi bir olumsuz kültür unsurunun tesirinde kolaylıkla kalır.
Menfî tesir: Olumsuz unsurların, öz değerlerin yerini almasıyla gerçekleşir. Bütünü için geçerli olmasa da, yurt dışına yerleşmiş vatandaşlarımızın, bilhassa yeni neslin, yurda döndüğünde akrabalarıyla yaşadığı kültürel kopukluk bu duruma iyi bir örnektir. Kültürel altyapısı sağlam olmayan kişi, farklı bir kültürle karşılaştığında, kendi değerlerini koruyamaz. Bir kadınla erkeğin evlenmeden ortak bir hayatı paylaşması Batı’dan bizim kültürümüze taşınmış olumsuz bir tesirdir. Menfî tesir, kişinin kendi kültüründen olumsuz unsurları, başka bir kültüre taşımasıyla da ortaya çıkabilir.
Farklı kültür anlayışları, modern paradigmalar ve ümmî olma
Göç-kültür münasebetleri bütün hızıyla devam ederken, kendi değerlerimizi koruma ve yaşatma adına, yabancı kültürlerin menfî unsurlarına ‘ümmî’ kalabilmek son derece önemlidir. ‘Ümmî’liğin kelime mânâsı, ‘okuma-yazma bilmemek’tir. Bu yazıda kastedilen ümmîlik ise genel olarak farklı kültür anlayışlarının, günümüzde ise modern hayat tarzı ve farklı felsefî paradigmaların dayatmalarına karşı kişinin seçiciliğini iyi oluşturarak, değerlerine sımsıkı bağlanması durumudur; başka bir tâbirle, kişinin yaşayış ve düşünüş tarzı açısından kirlenmemiş ve saf olmasıdır. ‘İradî ümmîyet’ de denebilecek bu durumu sağlayabilmek için, fertlerin kendi kültür ve değer dünyalarını çok iyi özümsemeleri gerekmektedir.
Genel itibarıyla mânevîyata uzak duran modern çağ, maddeyi ele alır ve onunla ilgilenir. Çünkü güçlü olduğu ve gücünün devamı için gerekli gördüğü saha budur. Bu sebeple insana sadece daha iyi bir maddî hayat vaad ederek, bedenî hazları tatmin etmeye çalışır. Teknolojiyi, ilmi ve kültürü de bu düşünceyle ele alır. Hayatı bir mücadeleden ibaret görür, mücadeleyi kazanmanın yegane yolunun kuvvetten geçtiğini düşünür. Bu tarz modernleşme anlayışıyla, ben merkezli dünya görüşü öne çıkarılmış, tabiat kanunları aslî otorite hâline getirilmiş, insan mânevîyattan tamamen koparılmıştır.
Ümmîliğini koruyan kişi, başka kültürlerle veya onların herhangi bir unsuruyla karşılaştığında, aldıklarını enfüs süzgecinden geçirerek aldığından değerlerinden bir şey kaybetmeyecektir. Buna rağmen, günümüzde yoğun bir bilgi alışverişine mârûz kalındığından, kişinin ümmîliğini koruyabilmesi için sık sık ‘zihnini silkelemesi’ gerekmektedir. “Her nasılsa zihnimiz bir kısım muzahref bilgilerle kirlenmişse, o mevzudaki sâbit ve değişmeyen disiplinlerimizi esas ölçü kabul ederek, mâlûmâtımızı ölçüp tartmamız ve elenenleri kapı dışarı etmemiz, bir nevi zihnimizi silkeleyerek onu çer-çöpten temizlememiz gerekmektedir.” Modern paradigmalara karşı ümmîliğini koruyamayan ise, karşılaştığı her yeni kültürde kendini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Hakiki bir iradî ümmîyete sahip olanlar kendilerini daha kolay ifade ederler, hâl ve tavırlarıyla diğer insanlara daha fazla tesir ederler. Bunun en güzel örnekleri Saadet Asrı’nda yaşanmıştır. Peygamber Efendimiz (sas), ümmî bir Zât’tı. Zîrâ O’nun (sas) muallimi Allah’tı (cc). O (sas) en güzel nağmeler ve ilâhî beyanla donatılmıştı. Hâl böyle olunca, hayaline dahi başka anlayışlar girmemiş, değerlerini en saf şekilde temsil etmişti. Arkasından gelen, bütün âlimlere muallim olmuş, insanların gönüllerinde yüce bir yer edinmişti.
O’nun (sas) talebeleri olan Sahabiler de yaşadıkları coğrafyadan ötürü, Şark’ın ve Garb’ın o zamanki anlayışlarına, fikir akımlarına kapalıydı, yani yabancı kültürlerin tesirinde kalmama mânâsında ümmiydi. Yemen, Mısır, İran, Hindistan gibi yerlerde yaşayan insanlara nispetle kadîm kültürlerle, dinlerle münasebetleri yok denecek kadar azdı. Efendimiz’den (sas) öğrendikleri İslâmî değerlerin benliklerinde hasıl ettiği şuur, Müslümanlığı kabullerinden sonra onlarda bu defa iradî mânâda bir ümmiyet tavrına vesile olmuştu. Bu tavırları o kadar güçlüydü ki, değerlerini anlatma adına göç ettikleri yerlerde, çeşitli kültürlerin menfî tesirinde kalmak şöyle dursun, evvelâ hâl dilleriyle iz bırakmış, sonra da insanların düşünce yapılarının derinden değişmesine vesile olmuşlardı. Hz. Abdullah İbn Abbas, Afrika’daki Bizans genel valisi Georgios ve adamlarıyla ilmî müzakereler yaptığında, Georgios ve etrafındakiler onun akıl, zekâ, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek: ‘Bu insan Arapların en derin âlimidir.’ demişlerdir.
Günümüzde Müslümanlar, sebepler plânında, Sahabe efendilerimizin (ranhüm), hicretin bir meyvesi olarak dünya nüfusunun beşte birini oluşturmaktadır. İşte İslâm hakikatinin yüzyıllar boyunca bozulmadan taptaze mesajıyla günümüze ulaşmasının vesilesi, ilk Müslümanların ve onlardan sonra gelenlerin ümmîliğini yitirmemiş olmasıdır.
Sahabelerden sonra gelen Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn de, hayatlarında iradî ümmîliği uygulamış, diğer dünya görüşleriyle karşılaştıklarında kendi öz değerlerini bir filtre olarak kullanmış ve olumsuz tesir altında kalma bir yana, dev bir İslâm medeniyetinin oluşmasına zemin hazırlamışlardır. Bu medeniyet, birçok kültürle alışverişte bulunmuş, alacaklarını seçerek almış bunun yanında birçok kültüre de derinden tesir etmiştir. Nitekim Dr. Sigrid Hunke’nin belirttiği gibi, Batı medeniyetinin oluşumunda, İslâm medeniyetinin büyük tesiri vardır.
Bediüzzaman Hazretleri bütün anlayışları Kur’ân ve sünnet ile test eder, dolayısıyla ‘iradî ümmîyeti tercih eder.’ Meselâ, “Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak işarat ve numuneleri cami’ bir ene vermiştir.” der ve enenin, “ayna misâl vahid-i kıyasî fonksiyonu gördüğünü, ayrıca mânâ-yı harfî gibi olduğunu, yani kendinde vücudu olmadığını ve başkasının mânâsını gösterdiğini” ifade ederek; insanın enaniyetini öne çıkaran modern paradigmalar karşısındaki iradî ümmîyeti esas alan duruşunu ortaya koyar. Risale-i Nur, insana sürekli acziyetini hatırlatır; acz, fakr ve zaaftan doğan sıkıntıyı Rabb’inin mutlak varlığına imanın verdiği teslim ve tevekkül duygusuyla yatıştırır.
Asrımızın bütün kavram kargaşaları ve kaoslarına rağmen, yeni nesillerimiz de kendi inanç ve kültür dünyalarına olan sarsılmaz güvenleriyle ümmîliği tercih etmektedir. Kendi değerlerine sımsıkı bağlı ve zihinleri başka kültürler tarafından kirletilmeye kapalı, bu iradî ümmîyet temsilcileri Anadolu’dan dünyaya açılmakta. Bu yeni nesil, göç ettiği yerlerde, kadîm kültür ve anlayışlara rağmen ümmî kalmış, doğrunun, ahlâkın, evrensel güzelliklerin temsilcisi olmuş, bunu hâl dilleriyle anlatmış, yeni bir medeniyetin tohumlarını yeryüzüne saçmaya ve sulh adacıkları tesis etmeye başlamışlardır.