starx
Aktif
Hız Çağında Aşk Ve Edebiyat
Hızlı Tren
Yeyişmekli Vagonda:
-Aşk ve edebiyat bir de hız yanına…
-Garson! Bunu biz istemedik, karnımız tok, sen bize iki az şekerli getir. O, köşede oturan terk edilmiş aşkın yalnızlığına da bizden bir orta şekerli; belki yerine gelir bilinci.
- Bizde aşk çok ağbi, meşhur aşkçı hacı tarif beyin tarifesiyle hazırlanmıştır. Hepsi bol acılı; ulaşılmaz aşk, karşılıksız aşk, bekleyen aşk, giden aşk, dönüp geri gelen aşk, terk eden aşk, terk edildiği için kendini yarım porsiyon gören aşk, terk edebildiği için kendini birbuçuk porsiyon gören aşk, …aşk; yani aklınıza gelen her şeyin sonuna konan aşk.
-Kalsın garson, sen aşk getirme, kahve getir!
-Al birinden ağbi, yalnızlık olmasın bir yerlerde, boşlukları doldurursun. Bizde tarihi aşklar da var; Leyla’nın aşkı, Mecnun’un aşkı, bol acılı ve ateşli, her yeri yakan, kendini bile yakan Kerem’in aşkı…
Hızlı Raylarda (hani şu bol ölümlü kazanın olduğu raylar) :
Hız Çağı denilen bu zaman diliminde de egemenlik yarışında olan kültürler tarafından, edebiyatta ve her alanda postmodern kültürün hızı hâkim kılınmaya çalışılmakta; anlamsızlık öne çıkartılmaktadır. Bu davranışları toplumlar tarafından kabul gördükçe; bu kabulleniş toplumsal bilince dönüşmektedir.
Tüketim bilincini benimseyen bir toplumun sürekli tüketimi gibi; anlamsızlığı benimseyen yazarlar/şairler de anlamsızlığı çoğaltmaktadır.
Ne var ki, anlamsızlığa sığınan kültür ve edebiyattan; duygu, duyarlılık, tepki, toplumsallık, aşk, sevda, sevgi gibi anlamlıların beklenmemesi gerekirken insanlar kendi iradeleriyle değilse de, kendi elleriyle büyütüp geliştirdikleri bu sonuçtan rahatsız olmaktadır. Kendi ördükleri anlamsızlık duvarlarının içinde, kendilerini yalnızlığa hükümlü kılmaktadır.
Yalnızlıktan kurtulmak için de birine veya birilerine sığınma, bir sürüye dâhil olma, bir gücün çarkına girme eğilimleri göstermekte; paranın aşk üzerindeki baskısını öne çıkartarak şöyle bir dudak büküp artık aşk mı kaldı diye söylenmektedir.
Bunları, günün gerçeğini yansıtmaktan çok, kişinin halden hoşnut olmayıp geçmişe özlemi olarak değerlendiriyorum. Ve “ah nerde o eski bayramlar” diyenler kadar tutarsız, bir o kadar da gerici buluyorum.
Ben o eski bayramları da bilirim; ayakta çarık, elde soğanlı dürüm, burnumuzu kolumuza sile sile, ahırın kalın merteğinden geçirilen urganın iki ucuna bağlanan kalasla yapılan salıncakta, bize sıra gelmesi için bekler dururduk…
“Ah o eski bayramlar.” Sahi kimler için?
Aşklar da öyleydi o günlerde, nerde şimdiki zamanın el ele gezen, caddelerde öpüşebilen gençliği? Arkadaşını eve yemeğe götürebilmek hayal bile edilemediği gibi; nişanlısıyla gizli gizli buluşan genç, kızın babasına yakalanırsa yemek değil, dayak yerdi.
Başkasınının aşkını alma alışkanlığı ise, günümüzde de var geçmişte de vardı.Sevgili dediğimiz gözlerini kapadığında, dudaklarında dudağımız, hayalinde eski aşkı yaşardı. Hasan Hüseyin de farkındaydı bunun; Karaca Oğlan dedem öpmüştü tüm öpülecek kadınları.
O zamanlar sevgiliye dokunabilmek ne mümkün, en büyük aşkın büyük annesi bile platonikti. O, başlık parasını artıranın elinde; aşkı ise, bir daha göremeyeceği kadar gerilerde kalmıştı. Zaten bundan gayrı ona bakmak bile haramdı. Başlığı ödenmiş nikâhı kıyılmıştı. Parayı veren düdüğü öttürmüş, başlığı veren aşkı götürmüştü. Bundan sonrası dertti, acıydı. Herifi ne zaman kapıdan girse başlar tacıydı. Hayat, pıtıraklı tarlada herifin altına yatmak, sarı sıcakta burçak yolmaktı. Eminim ki, yaşasaydı, -Şimdiyi beğenmeyenler, yaşanan cinselliği topyekûn eleştirenler, pıtıraklı tarlada sevişmeyenlerdir derdi. …“aşrı aşrı memlekete gız vermesinler…” dediği gibi. Şimdi başlık kaldırıldı. Acı ise yine var, var olmasına da hiç olmazsa baş tacı değil.
“Ah nerde o eski bayramlar…” veya “Ah nerde o eski aşklar…” bırakın şimdi eski hayranlığını, kendinizle baş başa kaldığınızda eskinin de pek iyi bir şey olmadığını tekrarlayıp duruyorsunuz zaten.
Tabii, sözüm varlıktan yokluğa düşen azınlığa değil. O yıllarda ülke nüfusunun %90’ını oluşturan çoğunluğu dikkate alarak böyle düşünüyorum. Yani, marabayı, köylüyü, ırgatı, ameleyi, işçiyi, başlık parasını denkleştirebilmek için inşaattan düşüp sakat kalanı, sılaya hasret gideni, dondurucu soğuklarda hastasını atların çektikleri kızaklarla doktora yetiştirmeye çalışanı, alnında töre kurşunuyla yatanı, töre kurşunun kendisine geleceği günün korkusunu yaşayanı. Feodal düzenin hantallığını bir kader gibi taşıyanları…
Bunlardan haberi olmayan entel denilen taklitçileri, tüm yaygaralarıyla birlikte bir yana bırakalım. Onca birikimlerini sadece ve sadece kendileri için kullanmayı amaç edinen, halkın mutluluğu için değil, sadece patent sahibi olabilmek için çalışan ve buluşunu kişisel çıkarları dışında kullanmayı düşünmeyen entelektüelleri de bir yana bırakmak zorundayız istemesek de. Ama aydınlar, sanatçılar, aydın sanatçılar, bilirsiniz ki, halden -şimdiden- hoşnut olmayanların geçmişe -geriye- özlem duyması, hayatı her alanda olduğu gibi, aşkta da, edebiyatta da geriye düşürür. Ve bunun kısa adı gericiliktir.
İstasyondan Çıkarken
Yalnızlık kavramına kör bakar aşk. Aşkın ufku dar gözü kördür. Bilinci yoktur aşkın, hesaplaşamaz yalnızılık kavramıyla. Ve ne kadar yüksekse debisi o kadar hızlı akar ayrılığa.
Aşkın bulanıklığında aranılan bir çoğalma da değildir yalnızlıktan kurtulmak. Aşk kendi iç kalesini geliştiremeyen; terk edenin yokluğunu acıya dönüştürendir.
Halden hoşnut olmanın en kısa yolu içinde bulunduğumuz koşulları değiştirip dönüştürmektir. Hem de hemen, şimdi.
Aşkın hızla gelişmesi, edebiyatın hızla gelişmesi, teknolojinin hızla gelişmesi ilerlemektir; daha iyi yaşama olanağına kavuşmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken, gelişimin yavaşlatılması değil, gelişimin insanın ve doğanın yararına kullanılır duruma getirilmesidir. Hız her çağda önemsenmiştir ve her çağ kendi hızını yaratmıştır. İnsanın düşü olmuştur hız. Hz.Ali’nin Düldül’ü, Köroğlu’nun Kır At’ı olmuştur. Genç kızlar sevgililerini beyaz atlar üstünde düşlemişlerdir. Görkemliliktir at, hızdır. Ve geçmişe dönüp baktğımızda görürüz ki, düşlerin dışındaki en büyük hız tekerleğin buluşuyla yaşanmıştır. Hızdan değil, aceleye getirmekten korkmak lazım. Hıza uyum sağlayamayan, hızlının gerisinde kalacaktır.
Evet, aşkın gelişmesi güzel ama aceleyle tüketilmesi değil; yaşanılanı kıvamında yaşamalı.
Aşkta da edebiyatta da kimse hızı bahane etmesin. Aşkı yaşamasını bilene günümüz dünden daha iyidir.
Ferhat dağları deldi -aptallığına doymasın- Şirin’i öpemedi; Mecnun Leyla’yı bırakıp çöllere düştü hele şu Kerem, Aslı’ya hep geç kaldı. Şimdi bunların yaptığı biraz da salaklık değilse nedir. Sen aşkını bırak çöllere düş, dağı del, kızı öpme, Keşiş kızını kaçırmakta daima senden hızlı davransın…
Oynamasını bilmeyen gelinin yerim dar diyerek bir kılıf bulduğu gibi, aşkı sevdaya dönüşteremeyen damat da hız çağını öne sürerek beceriksizliğine bir kılıf arama çabasına girmiş olmasın!
Aşk hızdır, sevda süreç, yaşanandan ufka yönelen süreç, ilerledikçe genişleyen ufuktan beslenen süreç. Sevdaya dönüşemeyen aşk uçmaya hazır ürkek bir kuştur; dar yatağında akan bir sudur. Debisinin yüksekliği, yatağının darlığındandır.
Oysa sonsuza yolculuktur sevda; her gün yeni bir umudu yeşertir bağrında. Duyguların ve bilincin köklerini salarken anılara, güvenle öpüşür uçurumlarda. Duyguların kanadındadır, bilincin aydınlığında.
Yatağı genişleyen aşktır sevda; hırçın akan suların yayılıp genişleyerek ağır ağır aktıkları ovadır, yavaşlatır aşkın hızını, sakinleştirir; hızla akan zamanın çarkında un gibi öğütüldüğünün bilincindedir. Nesneleştilmesine izin vermez, kör değildir gözü, aşk gibi.
Önce düşlerine gelin olur her kadın, sonra korkar düşlerinde, damat da öyle. Bir kâbustur gördükleri. Düşlenilen aşkla, yaşanan aşk, aynı aşk değildir. Akılsızlıktır aşk, bir kadının boynundaki bene tapmaktır. Hadi bana köylü deyin…
Hızla gelişen aşkın deryası olmak gerek. O hırçın suların birleşip durulduğu derya. İki nehrin birleştiği ve içinde hiçlendiği derya. İki aşkın birleştiği ve içinde hiçlendiği bir sevda…
Bilincin ışığıyla, kendimize güvenmemizi sağlayan iç ve dış bahçelerimizi yeşertmektir sevda. Bütünleşmektir, el ele yürümektir yolları, adım adım yaşayarak ve bu yaşanılanı ağır ağır uzatarak…
İtilen, kakılan, dayak yiyen, yeterli beslenemeyen, ilgiden, destekten, eğitimden yoksun, insanların aşklarındaki başarısızlığının sosyal/ tarihsel anlamda kaçınılmaz bir sonuç olarak görülmesi gerekirken çağın hızının sorumlu tutulması, sizce gerçekçi bir yaklaşım mıdır?
Karşıtların birliğinin sağlanması bir bilinç işidir. Bu bilince ulaşabilmek için öncelikle ve hızla, cinsler arasındaki uçurumun kaldırılması gerekmektedir. Geçmişten günümüze değin yaşanan –aslında yaşanamayan demek gerek- aşkların bilinci yoktur. Bu nedenle de çoğu hastalıklıdır. Sevdaya dönüşememiş, bilincin aydınlağına erişememiş ve ayrılığa akmıştır. Sağlıklı bir aşkın, yani sevdanın yaşanabilmesi, kadının ve erkeğin bedensel, ruhsal ve her alandaki özgürlüğüyle mümkün olacaktır.
Zaten hız çağından önce de vakitleri yoktu insanların ince şeylere,.. İnanmayan Gülten Akın’a sorsun.
Edebiyat bir usta-çırak ilişkisidir derken, çırak durumundaki edebiyatçının; ustasının paltosunu tutmak, şemsiyesini eline vermek, küfrünü sırıtarak dinlemek, birikimsizliğine rağmen, ustasıyla ilgili övücü konuşmalar yapmak, ustasını göklere çıkaran yazılar yazmak, aynı masada arkadaşça oturuyorum diyerek, masanın dünyalar kadar ucuna, dört büklüm sıkışıp, ustanın her sözüne evet anlamında ve heyacanla baş sallamak, ustanın hesabını ödemek…Yani, ustanın fiziksel/duygusal açlığını tatmin etmesi işlemlerinde iş bitirici olmak ve tüm bunların sonunda da biraz korkak, biraz pişkin ustanın eline şiir dosyasını tutuşturuvermek, çırağın ödül alacak düzeyde yetkinleşmesini hızlandırıyorsa, burada gerçekten hızı yavaşlatabilirsiniz. Bu ustanın da işine gelir sanırım. Hani sindire sindire yapar yapacağını. Bu tür bir hız yavaşlatılması ile ilgililer ilgilensin.
Edebiyatın bir endüstri olarak algılanıp yaşanmasında yatıyor sorun. Çarpık ilişkiler endüstrisi...
Endüstri toplumlarında aşk ilişkisinin zayıflatıldığı ve tüketilebilir nesneler haline getirildiğine vurgu yaparken feodal toplumda bu ilişkilerin daha düzeyli olmadığını da unutmamak gerek.
Hadi, kimse hastalıklı ilişkilerinin adını aşk koyarak, gelişime karşı çıkmasın. Gelişimi insanlığın ve doğanın yararına kullanmanın mücadelesini verelim, hızlı ama aceleye getirmeden.
Teknolojinin hızından her zaman korkan olmuştur. Treni ilk gören yerliler gibi. Ama kazananlar korkanlar değil, kullanmasını bilenlerdir.
Şimdi düşünenler var, yazanlar var. Paramız var pulumuz var, bir de kapı kulumuz var; peki neden mutlu değiliz? Neden aşkımız iyiye gitmiyor diye soranlar var. Cevabı basit: Hız Çağı… Tamam, suçlu bulundu, sorun çözüldü. Tüm kabahatler hız çağının.
Ekonomik ve sosyal eşitsizliği yok sayalım, kadının içinde bulunduğu sorunları bir tarafa itmeye devam edelim, içimizdeki güvensizlik boşluğunu örümceklere yuva yaptıralım ve hız çağını suçlayalım. Sanki sevişmesini bilen bir toplum muşuz gibi; vakitsizlikten, zamanın hızlı akışından söz edelim. Demezler mi hiç, siz hâlâ feodal dönemi tamamlayamamışken, kentlileriniz bir ekmek için saatlerce halk ekmek kuyruğunda beklerken hangi hızdan söz ediyorsunuz?
Kaplumbağa kağnıya binmiş, hızdan başı dönmüş… Bu atasözü değil, benim sözüm. Uydurdum, söyledim ama yakıştı.
Edebiyatçının baskıları sinir uçlarında hissetiğinde yükseltiği isyandır edebiyat. Edebiyatın/edebiyatçının gücü; insanlığın güncel ve tarihsel birikimlerini değerlendirirek geleceği şimdinin eşiğinde karşılayıp dönüştürebilmesiyle önem kazanır.
Kendimize Gelince (bu yolculuğun sonunda)
Ey insan! Hiçbir beyin ideolojisiz değildir. Postmodern kültürün geliştiği yer, ideolojisi olmayanların beynidir. Hızı yavaşlatabilmek için, hızlanmışların tekerleğinin önüne takoz gibi uzanmak çözüm değildir. Sen kendi ideolojine ivme kazandırmalısın. İnsandan, toplumdan, eşitlikten, özgürlükten, kardeşçe yaşamaktan yana.
Ali Rıza kars
Hızlı Tren
Yeyişmekli Vagonda:
-Aşk ve edebiyat bir de hız yanına…
-Garson! Bunu biz istemedik, karnımız tok, sen bize iki az şekerli getir. O, köşede oturan terk edilmiş aşkın yalnızlığına da bizden bir orta şekerli; belki yerine gelir bilinci.
- Bizde aşk çok ağbi, meşhur aşkçı hacı tarif beyin tarifesiyle hazırlanmıştır. Hepsi bol acılı; ulaşılmaz aşk, karşılıksız aşk, bekleyen aşk, giden aşk, dönüp geri gelen aşk, terk eden aşk, terk edildiği için kendini yarım porsiyon gören aşk, terk edebildiği için kendini birbuçuk porsiyon gören aşk, …aşk; yani aklınıza gelen her şeyin sonuna konan aşk.
-Kalsın garson, sen aşk getirme, kahve getir!
-Al birinden ağbi, yalnızlık olmasın bir yerlerde, boşlukları doldurursun. Bizde tarihi aşklar da var; Leyla’nın aşkı, Mecnun’un aşkı, bol acılı ve ateşli, her yeri yakan, kendini bile yakan Kerem’in aşkı…
Hızlı Raylarda (hani şu bol ölümlü kazanın olduğu raylar) :
Hız Çağı denilen bu zaman diliminde de egemenlik yarışında olan kültürler tarafından, edebiyatta ve her alanda postmodern kültürün hızı hâkim kılınmaya çalışılmakta; anlamsızlık öne çıkartılmaktadır. Bu davranışları toplumlar tarafından kabul gördükçe; bu kabulleniş toplumsal bilince dönüşmektedir.
Tüketim bilincini benimseyen bir toplumun sürekli tüketimi gibi; anlamsızlığı benimseyen yazarlar/şairler de anlamsızlığı çoğaltmaktadır.
Ne var ki, anlamsızlığa sığınan kültür ve edebiyattan; duygu, duyarlılık, tepki, toplumsallık, aşk, sevda, sevgi gibi anlamlıların beklenmemesi gerekirken insanlar kendi iradeleriyle değilse de, kendi elleriyle büyütüp geliştirdikleri bu sonuçtan rahatsız olmaktadır. Kendi ördükleri anlamsızlık duvarlarının içinde, kendilerini yalnızlığa hükümlü kılmaktadır.
Yalnızlıktan kurtulmak için de birine veya birilerine sığınma, bir sürüye dâhil olma, bir gücün çarkına girme eğilimleri göstermekte; paranın aşk üzerindeki baskısını öne çıkartarak şöyle bir dudak büküp artık aşk mı kaldı diye söylenmektedir.
Bunları, günün gerçeğini yansıtmaktan çok, kişinin halden hoşnut olmayıp geçmişe özlemi olarak değerlendiriyorum. Ve “ah nerde o eski bayramlar” diyenler kadar tutarsız, bir o kadar da gerici buluyorum.
Ben o eski bayramları da bilirim; ayakta çarık, elde soğanlı dürüm, burnumuzu kolumuza sile sile, ahırın kalın merteğinden geçirilen urganın iki ucuna bağlanan kalasla yapılan salıncakta, bize sıra gelmesi için bekler dururduk…
“Ah o eski bayramlar.” Sahi kimler için?
Aşklar da öyleydi o günlerde, nerde şimdiki zamanın el ele gezen, caddelerde öpüşebilen gençliği? Arkadaşını eve yemeğe götürebilmek hayal bile edilemediği gibi; nişanlısıyla gizli gizli buluşan genç, kızın babasına yakalanırsa yemek değil, dayak yerdi.
Başkasınının aşkını alma alışkanlığı ise, günümüzde de var geçmişte de vardı.Sevgili dediğimiz gözlerini kapadığında, dudaklarında dudağımız, hayalinde eski aşkı yaşardı. Hasan Hüseyin de farkındaydı bunun; Karaca Oğlan dedem öpmüştü tüm öpülecek kadınları.
O zamanlar sevgiliye dokunabilmek ne mümkün, en büyük aşkın büyük annesi bile platonikti. O, başlık parasını artıranın elinde; aşkı ise, bir daha göremeyeceği kadar gerilerde kalmıştı. Zaten bundan gayrı ona bakmak bile haramdı. Başlığı ödenmiş nikâhı kıyılmıştı. Parayı veren düdüğü öttürmüş, başlığı veren aşkı götürmüştü. Bundan sonrası dertti, acıydı. Herifi ne zaman kapıdan girse başlar tacıydı. Hayat, pıtıraklı tarlada herifin altına yatmak, sarı sıcakta burçak yolmaktı. Eminim ki, yaşasaydı, -Şimdiyi beğenmeyenler, yaşanan cinselliği topyekûn eleştirenler, pıtıraklı tarlada sevişmeyenlerdir derdi. …“aşrı aşrı memlekete gız vermesinler…” dediği gibi. Şimdi başlık kaldırıldı. Acı ise yine var, var olmasına da hiç olmazsa baş tacı değil.
“Ah nerde o eski bayramlar…” veya “Ah nerde o eski aşklar…” bırakın şimdi eski hayranlığını, kendinizle baş başa kaldığınızda eskinin de pek iyi bir şey olmadığını tekrarlayıp duruyorsunuz zaten.
Tabii, sözüm varlıktan yokluğa düşen azınlığa değil. O yıllarda ülke nüfusunun %90’ını oluşturan çoğunluğu dikkate alarak böyle düşünüyorum. Yani, marabayı, köylüyü, ırgatı, ameleyi, işçiyi, başlık parasını denkleştirebilmek için inşaattan düşüp sakat kalanı, sılaya hasret gideni, dondurucu soğuklarda hastasını atların çektikleri kızaklarla doktora yetiştirmeye çalışanı, alnında töre kurşunuyla yatanı, töre kurşunun kendisine geleceği günün korkusunu yaşayanı. Feodal düzenin hantallığını bir kader gibi taşıyanları…
Bunlardan haberi olmayan entel denilen taklitçileri, tüm yaygaralarıyla birlikte bir yana bırakalım. Onca birikimlerini sadece ve sadece kendileri için kullanmayı amaç edinen, halkın mutluluğu için değil, sadece patent sahibi olabilmek için çalışan ve buluşunu kişisel çıkarları dışında kullanmayı düşünmeyen entelektüelleri de bir yana bırakmak zorundayız istemesek de. Ama aydınlar, sanatçılar, aydın sanatçılar, bilirsiniz ki, halden -şimdiden- hoşnut olmayanların geçmişe -geriye- özlem duyması, hayatı her alanda olduğu gibi, aşkta da, edebiyatta da geriye düşürür. Ve bunun kısa adı gericiliktir.
İstasyondan Çıkarken
Yalnızlık kavramına kör bakar aşk. Aşkın ufku dar gözü kördür. Bilinci yoktur aşkın, hesaplaşamaz yalnızılık kavramıyla. Ve ne kadar yüksekse debisi o kadar hızlı akar ayrılığa.
Aşkın bulanıklığında aranılan bir çoğalma da değildir yalnızlıktan kurtulmak. Aşk kendi iç kalesini geliştiremeyen; terk edenin yokluğunu acıya dönüştürendir.
Halden hoşnut olmanın en kısa yolu içinde bulunduğumuz koşulları değiştirip dönüştürmektir. Hem de hemen, şimdi.
Aşkın hızla gelişmesi, edebiyatın hızla gelişmesi, teknolojinin hızla gelişmesi ilerlemektir; daha iyi yaşama olanağına kavuşmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken, gelişimin yavaşlatılması değil, gelişimin insanın ve doğanın yararına kullanılır duruma getirilmesidir. Hız her çağda önemsenmiştir ve her çağ kendi hızını yaratmıştır. İnsanın düşü olmuştur hız. Hz.Ali’nin Düldül’ü, Köroğlu’nun Kır At’ı olmuştur. Genç kızlar sevgililerini beyaz atlar üstünde düşlemişlerdir. Görkemliliktir at, hızdır. Ve geçmişe dönüp baktğımızda görürüz ki, düşlerin dışındaki en büyük hız tekerleğin buluşuyla yaşanmıştır. Hızdan değil, aceleye getirmekten korkmak lazım. Hıza uyum sağlayamayan, hızlının gerisinde kalacaktır.
Evet, aşkın gelişmesi güzel ama aceleyle tüketilmesi değil; yaşanılanı kıvamında yaşamalı.
Aşkta da edebiyatta da kimse hızı bahane etmesin. Aşkı yaşamasını bilene günümüz dünden daha iyidir.
Ferhat dağları deldi -aptallığına doymasın- Şirin’i öpemedi; Mecnun Leyla’yı bırakıp çöllere düştü hele şu Kerem, Aslı’ya hep geç kaldı. Şimdi bunların yaptığı biraz da salaklık değilse nedir. Sen aşkını bırak çöllere düş, dağı del, kızı öpme, Keşiş kızını kaçırmakta daima senden hızlı davransın…
Oynamasını bilmeyen gelinin yerim dar diyerek bir kılıf bulduğu gibi, aşkı sevdaya dönüşteremeyen damat da hız çağını öne sürerek beceriksizliğine bir kılıf arama çabasına girmiş olmasın!
Aşk hızdır, sevda süreç, yaşanandan ufka yönelen süreç, ilerledikçe genişleyen ufuktan beslenen süreç. Sevdaya dönüşemeyen aşk uçmaya hazır ürkek bir kuştur; dar yatağında akan bir sudur. Debisinin yüksekliği, yatağının darlığındandır.
Oysa sonsuza yolculuktur sevda; her gün yeni bir umudu yeşertir bağrında. Duyguların ve bilincin köklerini salarken anılara, güvenle öpüşür uçurumlarda. Duyguların kanadındadır, bilincin aydınlığında.
Yatağı genişleyen aşktır sevda; hırçın akan suların yayılıp genişleyerek ağır ağır aktıkları ovadır, yavaşlatır aşkın hızını, sakinleştirir; hızla akan zamanın çarkında un gibi öğütüldüğünün bilincindedir. Nesneleştilmesine izin vermez, kör değildir gözü, aşk gibi.
Önce düşlerine gelin olur her kadın, sonra korkar düşlerinde, damat da öyle. Bir kâbustur gördükleri. Düşlenilen aşkla, yaşanan aşk, aynı aşk değildir. Akılsızlıktır aşk, bir kadının boynundaki bene tapmaktır. Hadi bana köylü deyin…
Hızla gelişen aşkın deryası olmak gerek. O hırçın suların birleşip durulduğu derya. İki nehrin birleştiği ve içinde hiçlendiği derya. İki aşkın birleştiği ve içinde hiçlendiği bir sevda…
Bilincin ışığıyla, kendimize güvenmemizi sağlayan iç ve dış bahçelerimizi yeşertmektir sevda. Bütünleşmektir, el ele yürümektir yolları, adım adım yaşayarak ve bu yaşanılanı ağır ağır uzatarak…
İtilen, kakılan, dayak yiyen, yeterli beslenemeyen, ilgiden, destekten, eğitimden yoksun, insanların aşklarındaki başarısızlığının sosyal/ tarihsel anlamda kaçınılmaz bir sonuç olarak görülmesi gerekirken çağın hızının sorumlu tutulması, sizce gerçekçi bir yaklaşım mıdır?
Karşıtların birliğinin sağlanması bir bilinç işidir. Bu bilince ulaşabilmek için öncelikle ve hızla, cinsler arasındaki uçurumun kaldırılması gerekmektedir. Geçmişten günümüze değin yaşanan –aslında yaşanamayan demek gerek- aşkların bilinci yoktur. Bu nedenle de çoğu hastalıklıdır. Sevdaya dönüşememiş, bilincin aydınlağına erişememiş ve ayrılığa akmıştır. Sağlıklı bir aşkın, yani sevdanın yaşanabilmesi, kadının ve erkeğin bedensel, ruhsal ve her alandaki özgürlüğüyle mümkün olacaktır.
Zaten hız çağından önce de vakitleri yoktu insanların ince şeylere,.. İnanmayan Gülten Akın’a sorsun.
Edebiyat bir usta-çırak ilişkisidir derken, çırak durumundaki edebiyatçının; ustasının paltosunu tutmak, şemsiyesini eline vermek, küfrünü sırıtarak dinlemek, birikimsizliğine rağmen, ustasıyla ilgili övücü konuşmalar yapmak, ustasını göklere çıkaran yazılar yazmak, aynı masada arkadaşça oturuyorum diyerek, masanın dünyalar kadar ucuna, dört büklüm sıkışıp, ustanın her sözüne evet anlamında ve heyacanla baş sallamak, ustanın hesabını ödemek…Yani, ustanın fiziksel/duygusal açlığını tatmin etmesi işlemlerinde iş bitirici olmak ve tüm bunların sonunda da biraz korkak, biraz pişkin ustanın eline şiir dosyasını tutuşturuvermek, çırağın ödül alacak düzeyde yetkinleşmesini hızlandırıyorsa, burada gerçekten hızı yavaşlatabilirsiniz. Bu ustanın da işine gelir sanırım. Hani sindire sindire yapar yapacağını. Bu tür bir hız yavaşlatılması ile ilgililer ilgilensin.
Edebiyatın bir endüstri olarak algılanıp yaşanmasında yatıyor sorun. Çarpık ilişkiler endüstrisi...
Endüstri toplumlarında aşk ilişkisinin zayıflatıldığı ve tüketilebilir nesneler haline getirildiğine vurgu yaparken feodal toplumda bu ilişkilerin daha düzeyli olmadığını da unutmamak gerek.
Hadi, kimse hastalıklı ilişkilerinin adını aşk koyarak, gelişime karşı çıkmasın. Gelişimi insanlığın ve doğanın yararına kullanmanın mücadelesini verelim, hızlı ama aceleye getirmeden.
Teknolojinin hızından her zaman korkan olmuştur. Treni ilk gören yerliler gibi. Ama kazananlar korkanlar değil, kullanmasını bilenlerdir.
Şimdi düşünenler var, yazanlar var. Paramız var pulumuz var, bir de kapı kulumuz var; peki neden mutlu değiliz? Neden aşkımız iyiye gitmiyor diye soranlar var. Cevabı basit: Hız Çağı… Tamam, suçlu bulundu, sorun çözüldü. Tüm kabahatler hız çağının.
Ekonomik ve sosyal eşitsizliği yok sayalım, kadının içinde bulunduğu sorunları bir tarafa itmeye devam edelim, içimizdeki güvensizlik boşluğunu örümceklere yuva yaptıralım ve hız çağını suçlayalım. Sanki sevişmesini bilen bir toplum muşuz gibi; vakitsizlikten, zamanın hızlı akışından söz edelim. Demezler mi hiç, siz hâlâ feodal dönemi tamamlayamamışken, kentlileriniz bir ekmek için saatlerce halk ekmek kuyruğunda beklerken hangi hızdan söz ediyorsunuz?
Kaplumbağa kağnıya binmiş, hızdan başı dönmüş… Bu atasözü değil, benim sözüm. Uydurdum, söyledim ama yakıştı.
Edebiyatçının baskıları sinir uçlarında hissetiğinde yükseltiği isyandır edebiyat. Edebiyatın/edebiyatçının gücü; insanlığın güncel ve tarihsel birikimlerini değerlendirirek geleceği şimdinin eşiğinde karşılayıp dönüştürebilmesiyle önem kazanır.
Kendimize Gelince (bu yolculuğun sonunda)
Ey insan! Hiçbir beyin ideolojisiz değildir. Postmodern kültürün geliştiği yer, ideolojisi olmayanların beynidir. Hızı yavaşlatabilmek için, hızlanmışların tekerleğinin önüne takoz gibi uzanmak çözüm değildir. Sen kendi ideolojine ivme kazandırmalısın. İnsandan, toplumdan, eşitlikten, özgürlükten, kardeşçe yaşamaktan yana.
Ali Rıza kars