muhsin iyi
Katılımcı
İhlâs, İhlas Nedir
Tasavvufi hayat, bir Müslüman’ın ideali olmalıdır. O, karınca kararınca bu hayatın bir köşesini tutmalıdır. Ona dâhil olmaya çalışmalıdır. Zira tasavvufi hayat, İslam’ın özüdür.
Dinin üç temel ayağı vardır: İlim, amel ve ihlâs.
Tasavvufi hayat ihlâsı karşılamaktadır.
Bir Müslüman ihlâsına göre tasavvufi hayatın bir yerinde bulunur. İsterse bu kişi tasavvufi hayatın zahirdeki gereklerini yerine getirmiyor, hatta bir mürşid-i kâmile intisap etmemiş bile olsa durum böyledir.
İhlâs kalple alakalı bir durumdur. Allah rızası için dini ilimleri öğrenmek ve ibadetleri yapmaktır. İhlâsın zıddı olan kavram riyadır. Riya, hadis-i şerifin ifadesiyle ‘gizli şirk’tir. Gösteriş ve dünya menfaati için dini ilimleri öğrenmek ve amelleri yapmaktır.
İhlâsta kalp Allah’a yaklaşır. O’nunla samimi bir dostluk kurar. Çünkü ihlâsın temeli imandır. Riyada kalp Allah’tan uzaklaşır. Allah’ın düşmanı olur.
Tasavvufi hayatın temeli ihlâs üzerine kurulmuştur. İhlâs dinde altın gibi kıymetlidir. Ele geçtiği taktirde tasavvufi hayat başlar, gelişir.
İhlâs kitaplardan veya okullardan öğrenilmez. İhlâsın kaynağı ihlâslı kişilerdir. İhlâs bir okul veya kitap gibi olan ihlâslı kişilerden öğrenilir. Aslında buna öğrenme demek de yanlıştır. İhlâs, ihlâslı kişilerden bir anda başkalarına geçer. Aşk gibi.
İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) sahabelerin diğer Müslümanlardan üstünlüğünü ihlâslarına bağlamaktadır. Ona göre peygamberimizin (s.a.s) öz amcasının katili Hz. Vahşi (r.a), Veysel Karani’den (k.s) üstündür. Veysel Karani (k.s), peygamberimizin (s.a.s) devrinde yaşadığı ve gıyabında peygamberimizin çok hoş iltifatlarına mazhar bir veli olduğu halde peygamberimizi bir an da olsa görme bahtiyarlığına erememiştir. Oysa Hz. Vahşi (r.a) çok kısa bir süre de olsa peygamberimizi görme saadedine kavuşmuştur. İşte bu kısa an peygamberimizden Hz. Vahşi’ye ihlâsı taşımaya yetmiş, Hz. Vahşi’nin imanını tahkiki düzeye ulaştırmıştır.
Bugün sahabeler ölçüsünde olmasa da yine onlara yakın bir şekilde ihlâsı öğrenmemiz için bazı imkânlar vardır. Bunların en başında gerçek Allah dostlarını bulup onlara bağlanmak gelir.
Gerçek Allah dostları ile peygamber (s.a.s) arasında büyük bir bağ vardır. Silsile bu bağın varlığına bir işaretidir.
Gerçek Allah dostlarının silsileleri sağlamdır. Ta peygambere kadar zincir kesintiye uğramaksızın ulaşır. Zincirin halkaları sadat-ı kiramlardır. Kıymetli velilerdir. Onlar adeta el ele verip yaşayan mürşide değin ihlâs elektriğinin geçmesi için bir altın zincir meydana getirmişlerdir.
Bu zincirin ucuna dokunma demek, yaşayan mürşide bağlanmaktır. Elini tutup günahlara tövbe ve biat etmektir. Ayrıca rabıta ile ondan feyz almaktır.
Feyz, manevi enerji olarak da tarif edilmektedir. Bu, ruha ihlâs kazandırmaktadır.
İhlâs ruhtan ruha geçen bir elektrik gibidir.
‘Ey peygamber, müminleri savaşa teşvik et! Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Şayet içinizde sabırlı yüz kişi olursa inkâr edenlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir. (Enfal suresi, 65)’
Bu iş nasıl oluyor? Yirmi kişi, iki yüz kişinin, yüz kişi bin kişinin yani bir kişi on kişinin gücüne nasıl ulaşabiliyor? Elbette bu ihlâsla oluyor. Yüce Allah (c.c.), ayetin sonunda bunu anlayamayacak bir kavme imada bulunuyor. Elbette bu kavim her şeyi maddi güçlere göre düşünen, zafer yenilgi gibi kavramları maddi güçlere ve imkânlara göre ölçen insanlardan oluşmaktadır.
İhlâs bir mümine diğer insanlardan on kat daha fazla güç vermektedir. O ihlâsıyla on kişinin gücüne ermektedir. Onunla ancak on kişi mücadele ederse onu belki yenebilir. Yoksa ihlâslı kişiyi yenmek o kadar kolay bir şey değildir.
‘Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri pek şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki onların kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır. (Haşr suresi, 14)’
Kâfirler ve münafıklar ihlâstan mahrumdurlar. Bu yüzden aralarındaki bağ pek gevşektir. Her biri nefsiyle yüz yüze olduğundan, enaniyetlerini ilah edindiklerinden bu böyledir. Birbirlerine dünyevi çıkarlarla bağlıdırlar. O yüzden onlar her ne kadar zahirde birlik içinde görünseler de kalpleri böyle değildir. Darmadağınıktır. Ufacık bir çıkar anlaşmazlığı ile aralarındaki bağlar kopar ve birbirlerinin aleyhlerinde olurlar.
Müminler ise birbirlerine yüreklerinden bağlıdırlar. Onların birlikteleri ihlâsa dayanır. Allah rızası için birbirlerine yaslanırlar ve bağlanırlar. Birbirlerini severler. Birbirleri ile adeta kardeş olurlar. Nefis ve şeytanların bu konudaki aleyhte propagandalarına pek kulak asmazlar ve iltifat etmezler. Gönülleri ihlâsla birbirlerine adeta perçinlenmiş gibidirler. Onun için onlardan bir kişi on kişiye bedel bir güce sahiptir. Ayette bildirildiği üzere, Allah’ın izni ile, müminlerden ihlâslı yirmi kişi, iki yüz kâfirin hakkından gelir. Yine, Allah’ın izni ile, müminlerden ihlâslı yüz kişi ise onlardan bin kişiyi yener. Bu durum ihlâsın gücünü gözümüzün önünde somutlaştırmaktadır. Onun maddi güçleri aşan bir tarafının olduğunu göstermektedir.
İslam dininin hedefi, bütün Müslümanları dünyada kardeş yapmaktır. Onları nefislerinin şerlerinden koruyup bir araya getirmek, bu sayede bütün dünya insanlığının da onların vesilesi ile bu dine girmesi için imkân sağlamaktır. İslam dini koyduğu hükümlerle yeryüzünü cennet gibi huzurlu kılmak için Allah tarafından indirilmiştir. Bu dinin yayılması için insanın hem nefsiyle hem de insanlarla değişik şekillerde cihat yapması gerekmektedir. Bütün bunların temeli ise ihlâsa dayanmaktadır.
Mümin her işini ihlâsla yapmalıdır. Bunun için niyet etmeli ve niyetini Allah rızası için düzenlemelidir. Çünkü niyet her işin temelidir.
Bir ev hanımı niyetini Allah rızası için yaptığında evdeki her işi ibadet hükmü kazanır. Pişirdiği yemekler şifa kaynağı olur. Bunun için ihlâsla dua etmesi yeterlidir: ‘Yarabbim Senin rızan için bu işleri yapıyorum ki ibadetlerde güç ve dirlik kazanalım…’
Rahmetli babam istemeye istemeye, gönülsüz olarak yapılan yemekleri katiyen yemezdi. Bunlardan insanda hastalık peyda olur, derdi. Bu tasavvuf yoluna girince onun ne kadar hakikati söylediğini derinden kavradım.
İhlâs olmadan pişirilen yemek, adeta Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvana benzemektedir. Böyle bir hayvan mundardır. İnsana maddi ve manevi hastalıklar taşır. Onun için ev hanımları her işinde mutlaka Allah’ın adını anmalı, özellikle yemeklerde buna riayet ederek yemeği ihlâsla hazırlamalıdırlar.
Bir insan işine giderken, çalışmaya başlarken, iş sırasında daima Allah rızasını gözetmelidir. Amacı Allah rızası için insanlara hizmet olmalıdır. Böyle olursa o iş ihlâslı olur ve gerçekten insanlara büyük yararlar sağlar. Ayrıca ibadet hükmünü kazanır. Dünya ve ahrette Allah’ın rızasını kazanmanın yolu budur.
Atalarımız bunun için meslek kuruluşları dayanışması teşkilatı kurmuşlardır. Bunlara ahilik adı verilmiştir. İbn-i Batuta bu teşkilatların yardımı ile tüm İslam coğrafyasını dolaşmış, beş kuruş para harcamadan onların sağladığı imkânlarla yeme içme, yatma gibi ihtiyaçlarını karşıladığını iftiharla seyahatnamesinde anlatmaktadır.
Ahilik teşkilatı ihlâsı meslek hayatına katmayı öğreten kurumlardı. Oralarda mal ve hizmet ancak Allah rızası için üretilirdi. Elbette bu insanlar bu yolla dünyevi ihtiyaçlarını da karşılıyorlardı. Ama asıl amaç uhrevi olduğu için bundan büyük bir sevap da kazanıyorlardı. Onlar ihlâsı büyüklerinden, özellikle ahi pirlerinden öğreniyorlardı.
İhlâs bir insanın hayatına girdiği zaman her şey Allah rızası için yapılmaya başlanır. Öyle ki bunun için artık niyete bile gerek duyulmaz. Kişi ister istemez her işte Allah rızasını kazanmak için harekete geçer.
Bir zamanlar evimi değiştirmem icap etti. Eşyaların kamyona yüklenmesi için mahalle kahvesinin önünde her zaman eski, yamalı elbiseleri ile dikkatimi çeken bir kimse vardı. Ondan bu işi yapmasını istedim. Pazarlık da yapmadım ki haline acıdığım için ne isterse verecektim. İşini bitirdikten sonra, sana ne kadar vermemiz gerekiyor, dedim. O, eşya çok az ben para istemiyorum, dedi. Eşya kamyonu dolduracak kadar vardı. Az değildi. Yarım veya bir saat kadar da bu işle uğraşmıştı. Hâlbuki beni tanımadığı gibi daha önce aramızda hiçbir münasebet de olmamıştı. Ben o kadar buna şaşırdım ki… Yine de cebimden çıkardığım bir miktar parayı ona vermek istedim. Ama o almamakta direttiği gibi yanımdan da hemen uzaklaşıp gitti.
Bu hadise beni o kadar etkiledi ki muhtaç olduğu halde bu parayı niçin benden almadı diye senelerce düşündüm. Nefis her insanda aynıdır. Değişmez. Bu insanın bu parayı almaması nefsin kanunlarına aykırı düşmekteydi. Bir elmanın durduk yerde yerçekimi kanunlarına aykırı olarak kendi kendine yukarıya doğru yükselmesi gibi bir şeydi bu. Kaldı ki ben muhtaç bir insan da değildim. Halim de bunu gösteriyordu. Benden para alması gerekiyordu. Çünkü üzerindeki elbiselere göre bu paraya benden daha çok o muhtaç durumda idi.
İnanın on beş sene kadar hep bu mesele üzerinde düşündüm. Sonra merakım uygun düşen bazı rastlantılarla ve tevafuklarla çözüldü, anlaşılır biçime dönüştü. Bu zat her ne kadar zahiren yoksul bir insansa da batın yönüyle öyle değildi. Çok zengindi. Bir insanda bazı faziletler varsa bu onlara mutlaka tasavvuf ve tarikat yolu ile gelmekteydi. Bunu bu kimsenin şahsında bir kez daha anladım. Kimse bu dünyada bu yola girmeden nefsini güzelliklerle ve iyiliklerle süsleyememektedir. Bu kişinin tasavvuf ve tarikat yolunda bir kişi olduğunu öğrenince içimdeki merak duygusu tatmin oldu. Halini anladım ve ihlâsına verdim. Kendince benim eşyalarımı kamyona yükleme işini ihlâsla yapmış, bundan bir çıkar gözetmek istememişti.
İhlâsla yapılan her iş insanların kafasında bir iz bırakır. Çok büyük tesirlerde bulunur. Öyle ki ihlâsla yapılan bir iş başkalarına da böylece ihlâsı öğretmiş olur. Benim o şahıstan ihlâsı öğrenmem gibi.
Bir de ihlâsla ilgili olarak kafama takılan hadiselerden biri de şudur: Fatih Sultan Mehmed ara sıra kılık değiştirerek halkın içerisine karışır, onların durumu hakkında bizzat fikir edinirmiş. Böyle bir gün sabahleyin esnafı geziyormuş. Bir dükkândan bir şeyler almak istemiş. Dükkân sahibi sabah siftahını ettiğini, yandaki dükkânın ise henüz etmediğini söyleyerek padişahı oraya sevk etmiş. O zaman padişah şu kararı almış ki böyle faziletlere sahip bir millet İstanbul’u elbette fetheder. Çünkü sultan bununla orduları yenecek olan ihlâsı halkında gözlemiş, bizzat müşahede etmiş bulunmaktadır. Ne kadar doğru ve isabetli bir tespit!..
Bir insan ihlâsla maddi menfaatlerinin üstüne çıkar. Allah rızası için iş görmenin sırrına erer. Onun o durumunu gören kişiler ona belki deli bile diyeceklerdir. Onu anlayamayacaklardır. Şimdi size soruyorum: Bugün hangi esnaf, Fatih’in Sultan Mehmed’in durumuna tanık olduğu esnaf gibi davranmaktadır? Her biri kendi derdine düşmüştür, kazancının artmasına çalışmaktadır. Yanındaki komşusunu düşünen bir esnaf varsa demek ki ona ihlâs bir taraftan bulaşmıştır. Bu da ancak tasavvuf ve tarikat kültürü ile mümkündür. Zira insanın kendi nefsini düşman bilerek onunla büyük cihat yapması ancak onlara has bir durumdur. Yoksa faziletler doğuştan gelmezler. İnsan bu dünyaya nefsiyle beraber gelmektedir. İmtihan sırrı gereği nefis ise son derece cimri, bencil yaratılmıştır. Durup durduğu yerde bir insanın başka bir insana karşılıksız iyilik yapması mümkün değildir. Nefsin Allah rızası için iyilikte bulunabilmesi için belli bir süreliğine bir Allah dostunun gölgesinde terbiye olması gerekmektedir.
Padişahın durumuna tanık olduğu bu esnaf, tasavvuf ve tarikat kültürünün içerisinde yer aldığı ahi teşkilatına bağlı idi.
Bugün de insanlara, esnafa, halka bu kültürü ulaştıracak teşkilatlara ihtiyaç vardır. İşi, çalışma hayatını ihlâsla ibadete dönüştüren bu teşkilatlar sosyal hayatımızda büyük bir boşluk olarak görülmektedirler. Oysa tarihi ve kültürel hayatımız devamlılık ister. Geçmiş medeniyetimiz sadece maddeye dayanmıyordu, ayrıca faziletlerden de güç alıyordu. Bu sayede hem dünya hem ahret yurdu kazanılıyordu. İnsanlar dünyaya maddi bağlardan ziyade manevi bağlarla bağlı olduğu için huzur içerisindeydiler.
Allah dostları kendilerini ziyarete gelenlere onlardan bir karşılık beklemeksizin sofralarını açarlar. En az günde iki kere çorba ikram ederler. Bu ihlâsla yaptıkları bir şeydir. O yüzden bu ikram edilenlerde şifalar vardır. Ayrıca insanlar bu ikramla ihlâsı da öğrenmiş olurlar.
İhlâs, ihlâslı kişilerden bir bakışla başlayan aşklar gibi geçer. Böyle aşkların nasıl evlendikten sonra sevgi ile geliştirilmesi gerekiyorsa ihlâsta da durum böyledir. İhlâs, ancak yüce Allah’ı (c.c.) tanıdıkça, bu konudaki marifet arttıkça ve O’nu tenzih ettikçe büyür ve gelişir.
Kuran-ı Kerim yüce Allah’ın kitabıdır ve surelerinin en başlıca konusu O’nu tanıtmaktır. Bunun yanında Allah’ın sıfatları ve güzel isimleri de yüce Allah’ı bizlere tanıtan en büyük kaynaklardır.
İnsanlar yüce Allah’ı (c.c.) yeterince tanımadıkları için farkında olmadan O’nu inkâr etmektedirler. Bu inkâr ediş genellikle O’nun sıfatlarında ve güzel isimlerinde olmaktadır. İnsanlar genellikle Allah’a Deist, Teist türü inançlarla inanmaktadırlar. Bu inanç biçimi farkında olmaksızın Müslümanlar arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır.
İhlâsımızın artması, gelişmesi için dikkat etmemiz gereken bir diğer husus da sürekli tövbe ve istiğfar halinde bulunmadır. Ayrıca Allah’ı eksik ve kusurlardan, O’nunla ilgili akla gelen her şeyden tenzih etme anlamına gelen ‘subhanallah’ tespihini çekmeye çok önem vermemiz gerekmektedir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s), benim tarikatım Rabbimi tenzihtir, sözü bizler için bu yolda ışık olabilir. Bunun yanında tenzih makamında olan İhlâs suresini de okumaya ayrı bir değer vermeliyiz. Bu sureye ihlâs adının verilmesi de gayet manidardır. Surenin konusu yüce Allah’ı tanıtmak ve tenzih etmektir. Demek ki bu sure okunduğunda insanların ihlâsı artırılmaktadır ki ona bu isim layık görülmüştür. Bu özelliğinden olacak ki hadis-i şerifin ifadesiyle, üç İhlâs-ı şerife Kuran-ı Kerim’i bir kere hatmetme sevabına layık görülmüştür.
Yüce Allah (c.c.), bizi ihlâslı kullarından eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
Tasavvufi hayat, bir Müslüman’ın ideali olmalıdır. O, karınca kararınca bu hayatın bir köşesini tutmalıdır. Ona dâhil olmaya çalışmalıdır. Zira tasavvufi hayat, İslam’ın özüdür.
Dinin üç temel ayağı vardır: İlim, amel ve ihlâs.
Tasavvufi hayat ihlâsı karşılamaktadır.
Bir Müslüman ihlâsına göre tasavvufi hayatın bir yerinde bulunur. İsterse bu kişi tasavvufi hayatın zahirdeki gereklerini yerine getirmiyor, hatta bir mürşid-i kâmile intisap etmemiş bile olsa durum böyledir.
İhlâs kalple alakalı bir durumdur. Allah rızası için dini ilimleri öğrenmek ve ibadetleri yapmaktır. İhlâsın zıddı olan kavram riyadır. Riya, hadis-i şerifin ifadesiyle ‘gizli şirk’tir. Gösteriş ve dünya menfaati için dini ilimleri öğrenmek ve amelleri yapmaktır.
İhlâsta kalp Allah’a yaklaşır. O’nunla samimi bir dostluk kurar. Çünkü ihlâsın temeli imandır. Riyada kalp Allah’tan uzaklaşır. Allah’ın düşmanı olur.
Tasavvufi hayatın temeli ihlâs üzerine kurulmuştur. İhlâs dinde altın gibi kıymetlidir. Ele geçtiği taktirde tasavvufi hayat başlar, gelişir.
İhlâs kitaplardan veya okullardan öğrenilmez. İhlâsın kaynağı ihlâslı kişilerdir. İhlâs bir okul veya kitap gibi olan ihlâslı kişilerden öğrenilir. Aslında buna öğrenme demek de yanlıştır. İhlâs, ihlâslı kişilerden bir anda başkalarına geçer. Aşk gibi.
İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) sahabelerin diğer Müslümanlardan üstünlüğünü ihlâslarına bağlamaktadır. Ona göre peygamberimizin (s.a.s) öz amcasının katili Hz. Vahşi (r.a), Veysel Karani’den (k.s) üstündür. Veysel Karani (k.s), peygamberimizin (s.a.s) devrinde yaşadığı ve gıyabında peygamberimizin çok hoş iltifatlarına mazhar bir veli olduğu halde peygamberimizi bir an da olsa görme bahtiyarlığına erememiştir. Oysa Hz. Vahşi (r.a) çok kısa bir süre de olsa peygamberimizi görme saadedine kavuşmuştur. İşte bu kısa an peygamberimizden Hz. Vahşi’ye ihlâsı taşımaya yetmiş, Hz. Vahşi’nin imanını tahkiki düzeye ulaştırmıştır.
Bugün sahabeler ölçüsünde olmasa da yine onlara yakın bir şekilde ihlâsı öğrenmemiz için bazı imkânlar vardır. Bunların en başında gerçek Allah dostlarını bulup onlara bağlanmak gelir.
Gerçek Allah dostları ile peygamber (s.a.s) arasında büyük bir bağ vardır. Silsile bu bağın varlığına bir işaretidir.
Gerçek Allah dostlarının silsileleri sağlamdır. Ta peygambere kadar zincir kesintiye uğramaksızın ulaşır. Zincirin halkaları sadat-ı kiramlardır. Kıymetli velilerdir. Onlar adeta el ele verip yaşayan mürşide değin ihlâs elektriğinin geçmesi için bir altın zincir meydana getirmişlerdir.
Bu zincirin ucuna dokunma demek, yaşayan mürşide bağlanmaktır. Elini tutup günahlara tövbe ve biat etmektir. Ayrıca rabıta ile ondan feyz almaktır.
Feyz, manevi enerji olarak da tarif edilmektedir. Bu, ruha ihlâs kazandırmaktadır.
İhlâs ruhtan ruha geçen bir elektrik gibidir.
‘Ey peygamber, müminleri savaşa teşvik et! Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Şayet içinizde sabırlı yüz kişi olursa inkâr edenlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir. (Enfal suresi, 65)’
Bu iş nasıl oluyor? Yirmi kişi, iki yüz kişinin, yüz kişi bin kişinin yani bir kişi on kişinin gücüne nasıl ulaşabiliyor? Elbette bu ihlâsla oluyor. Yüce Allah (c.c.), ayetin sonunda bunu anlayamayacak bir kavme imada bulunuyor. Elbette bu kavim her şeyi maddi güçlere göre düşünen, zafer yenilgi gibi kavramları maddi güçlere ve imkânlara göre ölçen insanlardan oluşmaktadır.
İhlâs bir mümine diğer insanlardan on kat daha fazla güç vermektedir. O ihlâsıyla on kişinin gücüne ermektedir. Onunla ancak on kişi mücadele ederse onu belki yenebilir. Yoksa ihlâslı kişiyi yenmek o kadar kolay bir şey değildir.
‘Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri pek şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki onların kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır. (Haşr suresi, 14)’
Kâfirler ve münafıklar ihlâstan mahrumdurlar. Bu yüzden aralarındaki bağ pek gevşektir. Her biri nefsiyle yüz yüze olduğundan, enaniyetlerini ilah edindiklerinden bu böyledir. Birbirlerine dünyevi çıkarlarla bağlıdırlar. O yüzden onlar her ne kadar zahirde birlik içinde görünseler de kalpleri böyle değildir. Darmadağınıktır. Ufacık bir çıkar anlaşmazlığı ile aralarındaki bağlar kopar ve birbirlerinin aleyhlerinde olurlar.
Müminler ise birbirlerine yüreklerinden bağlıdırlar. Onların birlikteleri ihlâsa dayanır. Allah rızası için birbirlerine yaslanırlar ve bağlanırlar. Birbirlerini severler. Birbirleri ile adeta kardeş olurlar. Nefis ve şeytanların bu konudaki aleyhte propagandalarına pek kulak asmazlar ve iltifat etmezler. Gönülleri ihlâsla birbirlerine adeta perçinlenmiş gibidirler. Onun için onlardan bir kişi on kişiye bedel bir güce sahiptir. Ayette bildirildiği üzere, Allah’ın izni ile, müminlerden ihlâslı yirmi kişi, iki yüz kâfirin hakkından gelir. Yine, Allah’ın izni ile, müminlerden ihlâslı yüz kişi ise onlardan bin kişiyi yener. Bu durum ihlâsın gücünü gözümüzün önünde somutlaştırmaktadır. Onun maddi güçleri aşan bir tarafının olduğunu göstermektedir.
İslam dininin hedefi, bütün Müslümanları dünyada kardeş yapmaktır. Onları nefislerinin şerlerinden koruyup bir araya getirmek, bu sayede bütün dünya insanlığının da onların vesilesi ile bu dine girmesi için imkân sağlamaktır. İslam dini koyduğu hükümlerle yeryüzünü cennet gibi huzurlu kılmak için Allah tarafından indirilmiştir. Bu dinin yayılması için insanın hem nefsiyle hem de insanlarla değişik şekillerde cihat yapması gerekmektedir. Bütün bunların temeli ise ihlâsa dayanmaktadır.
Mümin her işini ihlâsla yapmalıdır. Bunun için niyet etmeli ve niyetini Allah rızası için düzenlemelidir. Çünkü niyet her işin temelidir.
Bir ev hanımı niyetini Allah rızası için yaptığında evdeki her işi ibadet hükmü kazanır. Pişirdiği yemekler şifa kaynağı olur. Bunun için ihlâsla dua etmesi yeterlidir: ‘Yarabbim Senin rızan için bu işleri yapıyorum ki ibadetlerde güç ve dirlik kazanalım…’
Rahmetli babam istemeye istemeye, gönülsüz olarak yapılan yemekleri katiyen yemezdi. Bunlardan insanda hastalık peyda olur, derdi. Bu tasavvuf yoluna girince onun ne kadar hakikati söylediğini derinden kavradım.
İhlâs olmadan pişirilen yemek, adeta Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvana benzemektedir. Böyle bir hayvan mundardır. İnsana maddi ve manevi hastalıklar taşır. Onun için ev hanımları her işinde mutlaka Allah’ın adını anmalı, özellikle yemeklerde buna riayet ederek yemeği ihlâsla hazırlamalıdırlar.
Bir insan işine giderken, çalışmaya başlarken, iş sırasında daima Allah rızasını gözetmelidir. Amacı Allah rızası için insanlara hizmet olmalıdır. Böyle olursa o iş ihlâslı olur ve gerçekten insanlara büyük yararlar sağlar. Ayrıca ibadet hükmünü kazanır. Dünya ve ahrette Allah’ın rızasını kazanmanın yolu budur.
Atalarımız bunun için meslek kuruluşları dayanışması teşkilatı kurmuşlardır. Bunlara ahilik adı verilmiştir. İbn-i Batuta bu teşkilatların yardımı ile tüm İslam coğrafyasını dolaşmış, beş kuruş para harcamadan onların sağladığı imkânlarla yeme içme, yatma gibi ihtiyaçlarını karşıladığını iftiharla seyahatnamesinde anlatmaktadır.
Ahilik teşkilatı ihlâsı meslek hayatına katmayı öğreten kurumlardı. Oralarda mal ve hizmet ancak Allah rızası için üretilirdi. Elbette bu insanlar bu yolla dünyevi ihtiyaçlarını da karşılıyorlardı. Ama asıl amaç uhrevi olduğu için bundan büyük bir sevap da kazanıyorlardı. Onlar ihlâsı büyüklerinden, özellikle ahi pirlerinden öğreniyorlardı.
İhlâs bir insanın hayatına girdiği zaman her şey Allah rızası için yapılmaya başlanır. Öyle ki bunun için artık niyete bile gerek duyulmaz. Kişi ister istemez her işte Allah rızasını kazanmak için harekete geçer.
Bir zamanlar evimi değiştirmem icap etti. Eşyaların kamyona yüklenmesi için mahalle kahvesinin önünde her zaman eski, yamalı elbiseleri ile dikkatimi çeken bir kimse vardı. Ondan bu işi yapmasını istedim. Pazarlık da yapmadım ki haline acıdığım için ne isterse verecektim. İşini bitirdikten sonra, sana ne kadar vermemiz gerekiyor, dedim. O, eşya çok az ben para istemiyorum, dedi. Eşya kamyonu dolduracak kadar vardı. Az değildi. Yarım veya bir saat kadar da bu işle uğraşmıştı. Hâlbuki beni tanımadığı gibi daha önce aramızda hiçbir münasebet de olmamıştı. Ben o kadar buna şaşırdım ki… Yine de cebimden çıkardığım bir miktar parayı ona vermek istedim. Ama o almamakta direttiği gibi yanımdan da hemen uzaklaşıp gitti.
Bu hadise beni o kadar etkiledi ki muhtaç olduğu halde bu parayı niçin benden almadı diye senelerce düşündüm. Nefis her insanda aynıdır. Değişmez. Bu insanın bu parayı almaması nefsin kanunlarına aykırı düşmekteydi. Bir elmanın durduk yerde yerçekimi kanunlarına aykırı olarak kendi kendine yukarıya doğru yükselmesi gibi bir şeydi bu. Kaldı ki ben muhtaç bir insan da değildim. Halim de bunu gösteriyordu. Benden para alması gerekiyordu. Çünkü üzerindeki elbiselere göre bu paraya benden daha çok o muhtaç durumda idi.
İnanın on beş sene kadar hep bu mesele üzerinde düşündüm. Sonra merakım uygun düşen bazı rastlantılarla ve tevafuklarla çözüldü, anlaşılır biçime dönüştü. Bu zat her ne kadar zahiren yoksul bir insansa da batın yönüyle öyle değildi. Çok zengindi. Bir insanda bazı faziletler varsa bu onlara mutlaka tasavvuf ve tarikat yolu ile gelmekteydi. Bunu bu kimsenin şahsında bir kez daha anladım. Kimse bu dünyada bu yola girmeden nefsini güzelliklerle ve iyiliklerle süsleyememektedir. Bu kişinin tasavvuf ve tarikat yolunda bir kişi olduğunu öğrenince içimdeki merak duygusu tatmin oldu. Halini anladım ve ihlâsına verdim. Kendince benim eşyalarımı kamyona yükleme işini ihlâsla yapmış, bundan bir çıkar gözetmek istememişti.
İhlâsla yapılan her iş insanların kafasında bir iz bırakır. Çok büyük tesirlerde bulunur. Öyle ki ihlâsla yapılan bir iş başkalarına da böylece ihlâsı öğretmiş olur. Benim o şahıstan ihlâsı öğrenmem gibi.
Bir de ihlâsla ilgili olarak kafama takılan hadiselerden biri de şudur: Fatih Sultan Mehmed ara sıra kılık değiştirerek halkın içerisine karışır, onların durumu hakkında bizzat fikir edinirmiş. Böyle bir gün sabahleyin esnafı geziyormuş. Bir dükkândan bir şeyler almak istemiş. Dükkân sahibi sabah siftahını ettiğini, yandaki dükkânın ise henüz etmediğini söyleyerek padişahı oraya sevk etmiş. O zaman padişah şu kararı almış ki böyle faziletlere sahip bir millet İstanbul’u elbette fetheder. Çünkü sultan bununla orduları yenecek olan ihlâsı halkında gözlemiş, bizzat müşahede etmiş bulunmaktadır. Ne kadar doğru ve isabetli bir tespit!..
Bir insan ihlâsla maddi menfaatlerinin üstüne çıkar. Allah rızası için iş görmenin sırrına erer. Onun o durumunu gören kişiler ona belki deli bile diyeceklerdir. Onu anlayamayacaklardır. Şimdi size soruyorum: Bugün hangi esnaf, Fatih’in Sultan Mehmed’in durumuna tanık olduğu esnaf gibi davranmaktadır? Her biri kendi derdine düşmüştür, kazancının artmasına çalışmaktadır. Yanındaki komşusunu düşünen bir esnaf varsa demek ki ona ihlâs bir taraftan bulaşmıştır. Bu da ancak tasavvuf ve tarikat kültürü ile mümkündür. Zira insanın kendi nefsini düşman bilerek onunla büyük cihat yapması ancak onlara has bir durumdur. Yoksa faziletler doğuştan gelmezler. İnsan bu dünyaya nefsiyle beraber gelmektedir. İmtihan sırrı gereği nefis ise son derece cimri, bencil yaratılmıştır. Durup durduğu yerde bir insanın başka bir insana karşılıksız iyilik yapması mümkün değildir. Nefsin Allah rızası için iyilikte bulunabilmesi için belli bir süreliğine bir Allah dostunun gölgesinde terbiye olması gerekmektedir.
Padişahın durumuna tanık olduğu bu esnaf, tasavvuf ve tarikat kültürünün içerisinde yer aldığı ahi teşkilatına bağlı idi.
Bugün de insanlara, esnafa, halka bu kültürü ulaştıracak teşkilatlara ihtiyaç vardır. İşi, çalışma hayatını ihlâsla ibadete dönüştüren bu teşkilatlar sosyal hayatımızda büyük bir boşluk olarak görülmektedirler. Oysa tarihi ve kültürel hayatımız devamlılık ister. Geçmiş medeniyetimiz sadece maddeye dayanmıyordu, ayrıca faziletlerden de güç alıyordu. Bu sayede hem dünya hem ahret yurdu kazanılıyordu. İnsanlar dünyaya maddi bağlardan ziyade manevi bağlarla bağlı olduğu için huzur içerisindeydiler.
Allah dostları kendilerini ziyarete gelenlere onlardan bir karşılık beklemeksizin sofralarını açarlar. En az günde iki kere çorba ikram ederler. Bu ihlâsla yaptıkları bir şeydir. O yüzden bu ikram edilenlerde şifalar vardır. Ayrıca insanlar bu ikramla ihlâsı da öğrenmiş olurlar.
İhlâs, ihlâslı kişilerden bir bakışla başlayan aşklar gibi geçer. Böyle aşkların nasıl evlendikten sonra sevgi ile geliştirilmesi gerekiyorsa ihlâsta da durum böyledir. İhlâs, ancak yüce Allah’ı (c.c.) tanıdıkça, bu konudaki marifet arttıkça ve O’nu tenzih ettikçe büyür ve gelişir.
Kuran-ı Kerim yüce Allah’ın kitabıdır ve surelerinin en başlıca konusu O’nu tanıtmaktır. Bunun yanında Allah’ın sıfatları ve güzel isimleri de yüce Allah’ı bizlere tanıtan en büyük kaynaklardır.
İnsanlar yüce Allah’ı (c.c.) yeterince tanımadıkları için farkında olmadan O’nu inkâr etmektedirler. Bu inkâr ediş genellikle O’nun sıfatlarında ve güzel isimlerinde olmaktadır. İnsanlar genellikle Allah’a Deist, Teist türü inançlarla inanmaktadırlar. Bu inanç biçimi farkında olmaksızın Müslümanlar arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır.
İhlâsımızın artması, gelişmesi için dikkat etmemiz gereken bir diğer husus da sürekli tövbe ve istiğfar halinde bulunmadır. Ayrıca Allah’ı eksik ve kusurlardan, O’nunla ilgili akla gelen her şeyden tenzih etme anlamına gelen ‘subhanallah’ tespihini çekmeye çok önem vermemiz gerekmektedir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s), benim tarikatım Rabbimi tenzihtir, sözü bizler için bu yolda ışık olabilir. Bunun yanında tenzih makamında olan İhlâs suresini de okumaya ayrı bir değer vermeliyiz. Bu sureye ihlâs adının verilmesi de gayet manidardır. Surenin konusu yüce Allah’ı tanıtmak ve tenzih etmektir. Demek ki bu sure okunduğunda insanların ihlâsı artırılmaktadır ki ona bu isim layık görülmüştür. Bu özelliğinden olacak ki hadis-i şerifin ifadesiyle, üç İhlâs-ı şerife Kuran-ı Kerim’i bir kere hatmetme sevabına layık görülmüştür.
Yüce Allah (c.c.), bizi ihlâslı kullarından eylesin. Âmin.
Muhsin İyi