İKİ KARDEŞ
Bir zamanlar iki oğlu olan bir adam varmış. Ama o kadar yoksulmuş ki, artık oğullarına bakamıyormuş. Bir gün oğullarına:
“Çocuklarım artık büyüdünüz. Size nasıl bakacağımı bilmiyorum. Varın kendi yolunuza gidip kendi rızkınızı kazanın” demiş.
İki oğluna da on iki ekmek ve iki parça et vermiş. Çocuklar babalarına teşekkür edip yola çıkmış. Bir süre gittikten sonra büyük olan küçüğüne, “İyice acıktık biraz durup dinlenelim. Önce babamın sana verdiklerini yiyelim sonra da benimkileri yeriz. Sen daha küçük ve zayıf olduğun için bu kadar yük taşımak sana ağır gelir” demiş.
Küçük kardeş kabul etmiş. Onun azığından yemeye başlamışlar. Birkaç gün sonra ekmek de et de bitmiş. Küçük kardeş acıktığı zaman, “Ağabey, bana biraz yemek verir misin” diye sormuş, “benimkinin hepsi bitti.”
“Kesinlikle olmaz, sana hiçbir şey vermem ben” demiş ağabey.
“Ama benimkiler bitince seninkileri paylaşacağımıza söz vermiştin” demiş küçük kardeş şaşkınlıkla. “İyi o zaman sözümü tutmuyorum” demiş büyük olan, “sana yemek veririm, ama bana bir gözünü vermen lazım.” Küçük kardeş korkmuş, ağlayıp yakarmış, ama boşuna. Sonunda, “peki al gözümü” demiş. Büyük bıçağını çıkarmış ve sanki dünyanın en normal işiymiş gibi kardeşinin gözünü oymuş. Sonradan ona bir parça ekmek vermiş. Yollarına devam etmişler. Yol boyunca inlemiş durmuş küçük kardeş. Yarası acıyormuş, ayrıca çok acıkmış. Gözüne karşılık verilen ekmekten karnı doymamış. Dinlenmek için durduklarında büyük, yemeğini çıkarmış ve yemiş. Kardeşine bir şey vermemiş.
“Ağabey, lütfen yiyecek ver bana. Gözüme karşılık verdiğin bir lokmayla hiç doymadım.”
“Sana yiyecek veririm” demiş acımasız ağabey, “ama önce bana diğer gözünü de vermelisin.”
Zavallı delikanlı ne yapsın. Son gözünü de kurtarmak için ağlayıp yalvarmış, ama boşuna. Ağabeyin yüreği taş gibi katıymış. Sonunda açlıktan ölmektense kör olarak yaşamanın daha iyi olduğuna karar vermiş. “Peki diğer gözümü de al” demiş. Hiç zaman kaybetmeden bıçağını çıkarıp diğer gözü de almış. Küçük olan, can acısıyla yerlerde yuvarlanmış ama taş kalpli ağabeyin hiç merhameti yokmuş. Söz verdiği halde yiyecek vermemiş ve eşyalarını toplayıp çekip gitmiş.
Onu ormanda böyle kör haliyle bırakıp gitmemesini, yoksa açlıktan öleceğini, vahşi hayvanlara yem olacağını bağırıp durmuş boşu boşuna küçük kardeş, ama ağabeyi onu duymamış bile. O sırada yoldan geçmekte olan iki kadın duymuş kör delikanlının feryatlarını. Yanına gelip neden ağladığını sormuşlar.
“Ah, belki de ağlamamalıyım. Kendi öz kardeşim beni gün ışığından mahrum bıraktı. Sonra da yiyecek vermemek için beni ormanda kendi kaderime terk edip gitti.”
“Topla kendini” demiş kadınlar, “sana tekrar görmeni sağlayacak bir ilaç yaparız.”
Orman kenarına gidip bir çeşit ot toplamışlar, suyunu sıkıp çıkarmışlar ve delikanlının göz yuvalarına sürmüşler. O anda oğlan korkunç bir acı hissedip bayılmış. Bir süre sonra kendine gelmiş. Acısı kalmamış ve görebiliyormuş, sanki ağabeyi gözünü hiç çıkarmamış. Göz yaşları içinde teşekkür etmiş yardım eden kadınlara. Yola çıkmadan önce kadınlar, “Bu yoldan devam et. Sonunda bir köye geleceksin. Orada çok güçlü ve zengin bir kıral yaşar. O da kördür. Ona git ve bu otun suyu ile görmesini sağla. Seni ödüllendirecektir” demişler. Tekrar teşekkür etmiş genç ve yola koyulmuş. Kıralın evine geldiğinde nöbetçilerin yanına gidip, “evin efendisini görmek istiyorum” demiş.
“İyi yukarı gel” demiş nöbetçiler.
Genç, daha ilk adımını atmış ki, nöbetçiler onu yakaladıkları gibi dövmeye, yerlerde sürüklemeye başlamışlar. O sırada oradan geçmekte olan kıraliçe görmüş onları. Öfkeyle delikanlıyı neden dövdüklerini sormuş. Daha nöbetçiler ağızlarını açmadan delikanlı atılmış.
“Kıralı görmek istiyorum, Körlüğüne iyi gelecek bir ilacım var.”
“Onu kırala götürün!” diye emretmiş kıraliçe.
Nöbetçiler oğlanı kırala götürmüş. Şaşkınlıkla dinlemiş kıral anlattıklarını. Otuz senedir kör olduğu ve artık görebileceğinden umudunu kaybettiği halde gencin ilacını denemeye karar vermiş. Genç adam, nöbetçilere yere hasırlar sermelerini ve kıralı yatırmalarını söylemiş. Harikalar yaratan bitkiden birkaç yaprak alıp ezmiş ve suyunu çıkartıp kıralın gözüne damlatmış. Acıyla çığlık atmış kıral. Nöbetçiler hemen gencin üzerine atlayıp dövmeye başlamış.
Ama kıral gözünü açıp da etrafını görmeye başlayınca, nöbetçilerin genci dövdüklerini fark etmiş. Hiddetle bağırmış:
“Derhal durun! Kim bu genç adama dokunursa kafasını kestiririm!”
Genç sonra ilaçtan kıralın diğer gözüne de damlatmış. Yeniden acıyla çığlık atmış kıral ve yeniden çullanmış nöbetçiler delikanlının üzerine. Eğer kıral gözlerini açıp da olanları görmeseymiş herhalde döve döve öldüreceklermiş onu. Öfkeyle bağırmış kıral:
“Bana gün ışığını geri veren bu delikanlıyı nasıl döversiniz! Ona dokunmamanızı emretmedim mi ben size?”
“Yüce kıralım” diye kekelemiş nöbetçiler, “sizi öldüreceğini zannettik.”
“Ah, beni körlükten kurtarmaya çalıştığını gayet iyi biliyordunuz, ama tabii ki yaptıklarınızı göremeyecek kadar kör bir kıral daha çok işinize geliyordu. Bunu başınızla ödeyeceksiniz!”
Nöbetçiler götürüldükten sonra teşekkür etmiş kıral küçük kardeşe. Ödül olarak ona iki büyük tekne, iki dayalı döşeli ev, otuz dolap dolusu elbise ve dört at vermiş. Ayrıca servetinin yarısını ona bağışlamış ve kızıyla evlendirmiş. Muhteşem bir düğün töreninden sonra genç ve mutlu çift bir deniz yolculuğu için teknelerden birine binmiş. Denize açılırken son bir kez dönüp limana bakan kıralın damadı, paçavralar içinde sırtında ağır bir küfe taşıyan bir hamal görmüş. Kıskançlıkla bakmış hamal bu kibar topluluğa, ama küçük kardeşini tanımamış.
Bir zamanlar iki oğlu olan bir adam varmış. Ama o kadar yoksulmuş ki, artık oğullarına bakamıyormuş. Bir gün oğullarına:
“Çocuklarım artık büyüdünüz. Size nasıl bakacağımı bilmiyorum. Varın kendi yolunuza gidip kendi rızkınızı kazanın” demiş.
İki oğluna da on iki ekmek ve iki parça et vermiş. Çocuklar babalarına teşekkür edip yola çıkmış. Bir süre gittikten sonra büyük olan küçüğüne, “İyice acıktık biraz durup dinlenelim. Önce babamın sana verdiklerini yiyelim sonra da benimkileri yeriz. Sen daha küçük ve zayıf olduğun için bu kadar yük taşımak sana ağır gelir” demiş.
Küçük kardeş kabul etmiş. Onun azığından yemeye başlamışlar. Birkaç gün sonra ekmek de et de bitmiş. Küçük kardeş acıktığı zaman, “Ağabey, bana biraz yemek verir misin” diye sormuş, “benimkinin hepsi bitti.”
“Kesinlikle olmaz, sana hiçbir şey vermem ben” demiş ağabey.
“Ama benimkiler bitince seninkileri paylaşacağımıza söz vermiştin” demiş küçük kardeş şaşkınlıkla. “İyi o zaman sözümü tutmuyorum” demiş büyük olan, “sana yemek veririm, ama bana bir gözünü vermen lazım.” Küçük kardeş korkmuş, ağlayıp yakarmış, ama boşuna. Sonunda, “peki al gözümü” demiş. Büyük bıçağını çıkarmış ve sanki dünyanın en normal işiymiş gibi kardeşinin gözünü oymuş. Sonradan ona bir parça ekmek vermiş. Yollarına devam etmişler. Yol boyunca inlemiş durmuş küçük kardeş. Yarası acıyormuş, ayrıca çok acıkmış. Gözüne karşılık verilen ekmekten karnı doymamış. Dinlenmek için durduklarında büyük, yemeğini çıkarmış ve yemiş. Kardeşine bir şey vermemiş.
“Ağabey, lütfen yiyecek ver bana. Gözüme karşılık verdiğin bir lokmayla hiç doymadım.”
“Sana yiyecek veririm” demiş acımasız ağabey, “ama önce bana diğer gözünü de vermelisin.”
Zavallı delikanlı ne yapsın. Son gözünü de kurtarmak için ağlayıp yalvarmış, ama boşuna. Ağabeyin yüreği taş gibi katıymış. Sonunda açlıktan ölmektense kör olarak yaşamanın daha iyi olduğuna karar vermiş. “Peki diğer gözümü de al” demiş. Hiç zaman kaybetmeden bıçağını çıkarıp diğer gözü de almış. Küçük olan, can acısıyla yerlerde yuvarlanmış ama taş kalpli ağabeyin hiç merhameti yokmuş. Söz verdiği halde yiyecek vermemiş ve eşyalarını toplayıp çekip gitmiş.
Onu ormanda böyle kör haliyle bırakıp gitmemesini, yoksa açlıktan öleceğini, vahşi hayvanlara yem olacağını bağırıp durmuş boşu boşuna küçük kardeş, ama ağabeyi onu duymamış bile. O sırada yoldan geçmekte olan iki kadın duymuş kör delikanlının feryatlarını. Yanına gelip neden ağladığını sormuşlar.
“Ah, belki de ağlamamalıyım. Kendi öz kardeşim beni gün ışığından mahrum bıraktı. Sonra da yiyecek vermemek için beni ormanda kendi kaderime terk edip gitti.”
“Topla kendini” demiş kadınlar, “sana tekrar görmeni sağlayacak bir ilaç yaparız.”
Orman kenarına gidip bir çeşit ot toplamışlar, suyunu sıkıp çıkarmışlar ve delikanlının göz yuvalarına sürmüşler. O anda oğlan korkunç bir acı hissedip bayılmış. Bir süre sonra kendine gelmiş. Acısı kalmamış ve görebiliyormuş, sanki ağabeyi gözünü hiç çıkarmamış. Göz yaşları içinde teşekkür etmiş yardım eden kadınlara. Yola çıkmadan önce kadınlar, “Bu yoldan devam et. Sonunda bir köye geleceksin. Orada çok güçlü ve zengin bir kıral yaşar. O da kördür. Ona git ve bu otun suyu ile görmesini sağla. Seni ödüllendirecektir” demişler. Tekrar teşekkür etmiş genç ve yola koyulmuş. Kıralın evine geldiğinde nöbetçilerin yanına gidip, “evin efendisini görmek istiyorum” demiş.
“İyi yukarı gel” demiş nöbetçiler.
Genç, daha ilk adımını atmış ki, nöbetçiler onu yakaladıkları gibi dövmeye, yerlerde sürüklemeye başlamışlar. O sırada oradan geçmekte olan kıraliçe görmüş onları. Öfkeyle delikanlıyı neden dövdüklerini sormuş. Daha nöbetçiler ağızlarını açmadan delikanlı atılmış.
“Kıralı görmek istiyorum, Körlüğüne iyi gelecek bir ilacım var.”
“Onu kırala götürün!” diye emretmiş kıraliçe.
Nöbetçiler oğlanı kırala götürmüş. Şaşkınlıkla dinlemiş kıral anlattıklarını. Otuz senedir kör olduğu ve artık görebileceğinden umudunu kaybettiği halde gencin ilacını denemeye karar vermiş. Genç adam, nöbetçilere yere hasırlar sermelerini ve kıralı yatırmalarını söylemiş. Harikalar yaratan bitkiden birkaç yaprak alıp ezmiş ve suyunu çıkartıp kıralın gözüne damlatmış. Acıyla çığlık atmış kıral. Nöbetçiler hemen gencin üzerine atlayıp dövmeye başlamış.
Ama kıral gözünü açıp da etrafını görmeye başlayınca, nöbetçilerin genci dövdüklerini fark etmiş. Hiddetle bağırmış:
“Derhal durun! Kim bu genç adama dokunursa kafasını kestiririm!”
Genç sonra ilaçtan kıralın diğer gözüne de damlatmış. Yeniden acıyla çığlık atmış kıral ve yeniden çullanmış nöbetçiler delikanlının üzerine. Eğer kıral gözlerini açıp da olanları görmeseymiş herhalde döve döve öldüreceklermiş onu. Öfkeyle bağırmış kıral:
“Bana gün ışığını geri veren bu delikanlıyı nasıl döversiniz! Ona dokunmamanızı emretmedim mi ben size?”
“Yüce kıralım” diye kekelemiş nöbetçiler, “sizi öldüreceğini zannettik.”
“Ah, beni körlükten kurtarmaya çalıştığını gayet iyi biliyordunuz, ama tabii ki yaptıklarınızı göremeyecek kadar kör bir kıral daha çok işinize geliyordu. Bunu başınızla ödeyeceksiniz!”
Nöbetçiler götürüldükten sonra teşekkür etmiş kıral küçük kardeşe. Ödül olarak ona iki büyük tekne, iki dayalı döşeli ev, otuz dolap dolusu elbise ve dört at vermiş. Ayrıca servetinin yarısını ona bağışlamış ve kızıyla evlendirmiş. Muhteşem bir düğün töreninden sonra genç ve mutlu çift bir deniz yolculuğu için teknelerden birine binmiş. Denize açılırken son bir kez dönüp limana bakan kıralın damadı, paçavralar içinde sırtında ağır bir küfe taşıyan bir hamal görmüş. Kıskançlıkla bakmış hamal bu kibar topluluğa, ama küçük kardeşini tanımamış.