Charles Dickens'ın "İki Şehrin Hikayesi" adlı romanını anlattığım bu yazıda, dönemin ressamları Jacques-Louis David ve Eugene Delacroix'nin tablolarıyla birlikte, bir devrimin izlerini süreceksiniz...
Fransız İhtilali döneminde krallık ve ruhbanlığın kaldırılması için farklı sosyo ekonomik grupların tamamı birlik olmuşlardı. Kral devrildikten sonra tüm bu gruplar birlik, beraberlik ve neşe içinde ülke yönetimini sürdürmediler; aksine şapka düşünce kel görünmüş, bu grupları birbirine bağlayan hiçbir şey kalmamış ve herkesin birbirine daha da düşman kesildiği terör dönemi başlamıştı. Kırkbin kişinin giyotinde can verdiği bu korku dolu yılları Charles Dickens "İki Şehrin Hikayesi" adlı romanında gerilim kaynağı olarak kullanır. Bu terör döneminin tam ortasına bir aşk hikayesi koyan yazar, sevgilileri, her yolun giyotine çıktığı Paris sokaklarından Londra'ya kaçırmaya çalışarak soluksuz bir gerilim yaratıyor ve terör döneminin korkusunu somutlaştırıyor.
Paris’te yaşayan soylu bir ailenin mensubu olan Charles Darnay, soyluluktan elde edilen kazancın haksızlık ve zorbalık üzerine kurulu olduğuna inandığı için, bu haklarından vazgeçerek soyadını değiştirmiştir. Niyeti Londra’da yaşayan sevgilisinin yanına yerleşmek ve orda bir iş tutturmaktır. Fakat Darnay'ın soylu ailesinin kötü geçmişi yakasını bırakmaz ve kendini Paris’te bir zindanda giyotini beklerken bulur. Bunu haber alan sevgilisi, babası Doktor Manette ile birlikte derhal Londra’dan Paris’e yola çıkarlar Onların Paris’e vardıkları gün, Bastil Hapishanesinin basıldığı gündür. Dünya geri dönüşü olmayan bir sürece girmiştir artık. İnsan hakları ve özgürlük fikirlerinin kanla yıkandığı terör yıllarında bir soyluyu öfkeli halkın elinden kurtarmak mümkün değildir. Özgürlüğün büyük bir bedeli vardır; bir kurban almadan Paris’ten çıkmayacaktır.
Özgürlük için verilen kurbanlardan biri gazeteci Marat'dır. Ressam David, banyosunda hançerlenen Marat'ı bu tablosuyla ölümsüzleştiriyor. Marat ve Robespierre çıkardıkları gazetelerde Fransız Devriminin ilerici yönlerini savunurken halkın memnuniyetsizliğinide yazdılar ve halk tarafından çok sevildiler. Marat eğer hançerlenmeseydi, o da Robespierre gibi giyotinde can verecekti.
Bastil baskınından iki ay önce soylular, din adamları ve halk meclislerinden oluşan üçlü meclis, kralın başkanlığında toplanmışlardı. Bu durum İhtilal tarihinin önemli olaylarından biridir, çünkü Fransa’da yüz elli yıldır hiç toplanmamış olan meclis, bu toplantıda kralın başkanlığını kabul etmeyerek yeni bir meclis kurmaya ve bir anayasa çıkarmadan dağılmamaya and içiyordu. Bu yeni kurucu meclis, krala karşı koyma gücünü halkın öfkesinden alıyordu. Bastil baskını bu desteğin somut bir ifadesi oldu ve kurucu meclis insan ve yurttaş hakları bildirgesini yayınladı. İnsanların özgür ve eşit doğduğunu belirten ilk anayasa doğmuştu.
İnsanların özgür ve eşit olduklarını söyleyen anayasa Darnay için sevindirici bir haber olmalı, çünkü soylu geçmişi onun özgürlüğü için en büyük engel... Sevgilisine kavuşmak ve bir iş bulmaktan başka bir isteği olmayan Darnay Londra’ya kaçmayı boşuna düşünmemişti, çünkü Fransa’da aristokratların çalışma hakları yoktu. Yalnızca toprak sahibi ve imtiyazlı idiler. Üçlü meclisi yüz elli yıl aradan sonra tekrar toplayan kralın amacı, aristokrat soyluların imtiyazlarını kaldırıp onlardan vergi alabilmekti.
İngilizlerle ezeli düşmanlığından dolayı Amerika kolonilerine bağımsızlık için mali destek veren kralın kaynakları yetmiyordu. Aristokratlar ise vergi verebilmek bir yana, topraklarının eskisi kadar para getirmediklerinden şikayetçiydiler. Çünkü coğrafi keşiflerin ticareti kalkındırması zengin bir burjuva sınıfı yaratırken kendileri bu zenginlikten hiç pay alamıyorlardı. Bir aristokrat soylusu olan Darnay’ın tüm isteğide buydu: Çalışabilmek. Kurucu meclisin çıkardığı İnsan Hakları Bildirgesinin ilk maddesindeki özgürlük kavramı “çalışabilme özgürlüğünü” ifade eder.
Charles Darnay’ı soylu geçmişinden dolayı giyotine göndermek isteyen öfkeli kalabalığın önünde Bayan Defarge bulunmaktadır. İki Şehrin Hikayesinde Bayan Defarge’nin elinden düşürmediği bir örgüsü var. Yazar için Bayan Defarge, giyotine gönderilecek herkesi ilmik ilmik beynine ören bir intikam meleği gibidir. Onun tek amacı ailesini öldüren soylulardan intikam almaktır. Burda romantik edebiyatın karakteristik bir özelliği göze çarpıyor: Kadınların melek ya da şeytan olarak iki kutuplu tasviri… Ki bu durum, Cumhuriyet döneminde Türkçe’ye çevrilen ilk eserler Fransızca eserler olduğu için siyah beyaz Türk filmlerindeki iyi-kötü kadın karakterlerinede kaynaklık edeceklerdir.
Kadınların 1949 yılına kadar Avrupa’da haklardan mahrum olduklarını hatırlarsak Kurucu Meclisin 1789’da yayınladığı İnsan Hakları Bildirgesindeki eşitlik kavramının kadınları kapsamadığını tahmin etmek zor değil; yazar Dickens için de böyledir bu. Fransız İhtilali sonrasında ortaya konan İnsan Hakları beyannamesindeki eşitlik kavramı “fırsat eşitliğini” ifade eder. Herkes para kazanma konusunda eşit fırsatlara sahiptir. Hiç kimse dil, din, ırk gibi ayrımlarla çalışmaktan men edilemez; cinsiyet istisna… Eric Hobswam “Devrim Çağı” adlı kitabında Fransız İhtilali'ndeki burjuvazi temelini anlatırken eşitlik kavramında altını çizdiği güzel bir nokta var: “İnsanlar yasa önünde eşitti, meslekler yetenekli olan herkese eşit ölçüde açıktı; ancak yarışın başında herkesin eşit olması kadar, yarışmacıların yarışı birlikte bitiremeyebilecekleri de aynı biçimde önceden kabul edilmişti.”
Çalışma özgürlüğü ve fırsat eşitliği uzun vadeli bir çözümdü, Bastil Hapishanesini basan öfkeli halkın açlığına derman değildiler. İnsan hakları bildirgesini yayınlayan kurucu meclis bu sebepten dolayı dört yıl sonra giyotinde buldu kendini. Halk tüm zenginliğin herkese pay edilmesinden bahsediyor ve devrimi yağmaya dönüştürüyordu. Öfkeli halkın sesine kulak veren Jakobenler işbaşındaydı ve aristokrat soylusu Charles Darnay soyadını değiştirip Londra'ya kaçarak Jakobenlerin katliamlarından kurtulmayı planlıyordu. Fransız devrimi amacından uzaklaşıyor, Fransa, Avrupa iç savaşlarında kazandığı başarılarla mecliste adını duyurmaya başlayan topçu Napolyon’un diktatörlüğüne doğru yol alıyordu.
Öfkeli halk sadece politika ve siyaset sahnesini değil; resim ve edebiyatı da çiğnedi. Botticelli'nin 1482 tarihli bu meşhur tablosu, tanrıça Venüs’ün güzelliğini, bir istiridyenin içindeki inci kadar nadir ve de göksel yaratıklar tarafından kutsanmış bir şekilde resmeder. Fransız İhtilali ile açılan yeniçağda, tanrısal güzellikler ve şövalyelere mahsus elit aşk hikayeleri, öfkeli ve yalınayak binlerce insanın tecavüzüne uğrayacaktır. Eugene Delacroix’nin 1830 tarihli aşağıdaki resmi bunu hissettirmişti. Tanrıça Venüs'e mahsus bir güzelliğin, yeryüzünde çirkin bir kavganın ortasına konması herkese tecavüz gibi görünmüş ve resim çoğu sergiye bile alınmayıp sanatçıya geri gönderilmişti.
Eugene Delacroix, Fransız İhtilali’nin sembolü haline gelen “halka önderlik eden özgürlük” adlı tablosunda, kahramanlar ve nesneleri belirli bir fikir vermek için özel bir düzenle yerleştirerek alegori yaratıyor. Durmuş Akbulut "Resim Neyi Anlatır" adlı kitabında, gökyüzünün renklerinin bayrak renklerine tamamlandığını yazar. “Gökyüzünün yeşilimsi mavisi, kırmızımsı turuncusu ve beyazı tüm bayrağın tamamlayanıdır. Ressamın bu bayrağı ve renkleri tesadüfen kullanmadığı çok açık; Delacroix özgürlük temasını genel sahnenin doruk noktasında kullandığı bayrak figüründe baskın bir şekilde işlemiştir".Ressamın kafasındaki alegori, Venüs'ün eline bir bayrak tutuşturmaktı...
İki Şehrin Hikayesi bunu edebiyata taşıyor. Aristokrat şövalyelerin kahramanlık hikayeleri ortaçağda kalmış, yeniçağda sıradan insanın hayat mücadelesi başlamıştır. Umberto Eco "Güzelliğin tarihi" adlı ciltlli kitabında, Venüs'ün erişilmez güzelliğini feodaliteye olan itaatle bütünleştiriyor: "Şövalyelerin senyörün karısına duydukları erişilmez aşk hikayelerinde, feodaliteye olan itaat senyörün karısıyla yer değiştirmiştir. Bu güzelliğe duyulan ölçülü saygının ızdırabı şövalyeyi erdemli kılar." Yeniçağ kahramanı Darnay ulaşılmaz bir aşkın ızdırabı içinde erdemli olmayı değil; ulaşabileceği basit bir aşkın tadını çıkarmayı hedefler. Ve romantik eserlerin karakteristik özelliği gereği, ömrünün sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşar.
Ders kitaplarında 2007 yılından bu yana Delacroix'nin resminin yerine Zeki Faik İzer'in resmi kullanılıyor.İzer’in “İnkılap Yolunda” adlı tablosu, ressamın ölümünün yüzüncü yılında tartışma konusu olmuştu; resimdeki kavramın kopyalandığını öne sürenler İzer’in tablosunun cumhuriyet devrimimizin tablosu sayılamayacağını söylüyorlar.
Napolyon'a ne mi oldu? Elbe Adasına sürgüne gönderildi. Monte Kristo Kontu olarak ün salmış Edmon Dantes onu bir gemiyle almaya gidene kadar... Bir başka romanda Devrimin izlerini sürmeye devam edeceğiz.
Fransız İhtilali döneminde krallık ve ruhbanlığın kaldırılması için farklı sosyo ekonomik grupların tamamı birlik olmuşlardı. Kral devrildikten sonra tüm bu gruplar birlik, beraberlik ve neşe içinde ülke yönetimini sürdürmediler; aksine şapka düşünce kel görünmüş, bu grupları birbirine bağlayan hiçbir şey kalmamış ve herkesin birbirine daha da düşman kesildiği terör dönemi başlamıştı. Kırkbin kişinin giyotinde can verdiği bu korku dolu yılları Charles Dickens "İki Şehrin Hikayesi" adlı romanında gerilim kaynağı olarak kullanır. Bu terör döneminin tam ortasına bir aşk hikayesi koyan yazar, sevgilileri, her yolun giyotine çıktığı Paris sokaklarından Londra'ya kaçırmaya çalışarak soluksuz bir gerilim yaratıyor ve terör döneminin korkusunu somutlaştırıyor.
Paris’te yaşayan soylu bir ailenin mensubu olan Charles Darnay, soyluluktan elde edilen kazancın haksızlık ve zorbalık üzerine kurulu olduğuna inandığı için, bu haklarından vazgeçerek soyadını değiştirmiştir. Niyeti Londra’da yaşayan sevgilisinin yanına yerleşmek ve orda bir iş tutturmaktır. Fakat Darnay'ın soylu ailesinin kötü geçmişi yakasını bırakmaz ve kendini Paris’te bir zindanda giyotini beklerken bulur. Bunu haber alan sevgilisi, babası Doktor Manette ile birlikte derhal Londra’dan Paris’e yola çıkarlar Onların Paris’e vardıkları gün, Bastil Hapishanesinin basıldığı gündür. Dünya geri dönüşü olmayan bir sürece girmiştir artık. İnsan hakları ve özgürlük fikirlerinin kanla yıkandığı terör yıllarında bir soyluyu öfkeli halkın elinden kurtarmak mümkün değildir. Özgürlüğün büyük bir bedeli vardır; bir kurban almadan Paris’ten çıkmayacaktır.
Özgürlük için verilen kurbanlardan biri gazeteci Marat'dır. Ressam David, banyosunda hançerlenen Marat'ı bu tablosuyla ölümsüzleştiriyor. Marat ve Robespierre çıkardıkları gazetelerde Fransız Devriminin ilerici yönlerini savunurken halkın memnuniyetsizliğinide yazdılar ve halk tarafından çok sevildiler. Marat eğer hançerlenmeseydi, o da Robespierre gibi giyotinde can verecekti.
Bastil baskınından iki ay önce soylular, din adamları ve halk meclislerinden oluşan üçlü meclis, kralın başkanlığında toplanmışlardı. Bu durum İhtilal tarihinin önemli olaylarından biridir, çünkü Fransa’da yüz elli yıldır hiç toplanmamış olan meclis, bu toplantıda kralın başkanlığını kabul etmeyerek yeni bir meclis kurmaya ve bir anayasa çıkarmadan dağılmamaya and içiyordu. Bu yeni kurucu meclis, krala karşı koyma gücünü halkın öfkesinden alıyordu. Bastil baskını bu desteğin somut bir ifadesi oldu ve kurucu meclis insan ve yurttaş hakları bildirgesini yayınladı. İnsanların özgür ve eşit doğduğunu belirten ilk anayasa doğmuştu.
İnsanların özgür ve eşit olduklarını söyleyen anayasa Darnay için sevindirici bir haber olmalı, çünkü soylu geçmişi onun özgürlüğü için en büyük engel... Sevgilisine kavuşmak ve bir iş bulmaktan başka bir isteği olmayan Darnay Londra’ya kaçmayı boşuna düşünmemişti, çünkü Fransa’da aristokratların çalışma hakları yoktu. Yalnızca toprak sahibi ve imtiyazlı idiler. Üçlü meclisi yüz elli yıl aradan sonra tekrar toplayan kralın amacı, aristokrat soyluların imtiyazlarını kaldırıp onlardan vergi alabilmekti.
İngilizlerle ezeli düşmanlığından dolayı Amerika kolonilerine bağımsızlık için mali destek veren kralın kaynakları yetmiyordu. Aristokratlar ise vergi verebilmek bir yana, topraklarının eskisi kadar para getirmediklerinden şikayetçiydiler. Çünkü coğrafi keşiflerin ticareti kalkındırması zengin bir burjuva sınıfı yaratırken kendileri bu zenginlikten hiç pay alamıyorlardı. Bir aristokrat soylusu olan Darnay’ın tüm isteğide buydu: Çalışabilmek. Kurucu meclisin çıkardığı İnsan Hakları Bildirgesinin ilk maddesindeki özgürlük kavramı “çalışabilme özgürlüğünü” ifade eder.
Charles Darnay’ı soylu geçmişinden dolayı giyotine göndermek isteyen öfkeli kalabalığın önünde Bayan Defarge bulunmaktadır. İki Şehrin Hikayesinde Bayan Defarge’nin elinden düşürmediği bir örgüsü var. Yazar için Bayan Defarge, giyotine gönderilecek herkesi ilmik ilmik beynine ören bir intikam meleği gibidir. Onun tek amacı ailesini öldüren soylulardan intikam almaktır. Burda romantik edebiyatın karakteristik bir özelliği göze çarpıyor: Kadınların melek ya da şeytan olarak iki kutuplu tasviri… Ki bu durum, Cumhuriyet döneminde Türkçe’ye çevrilen ilk eserler Fransızca eserler olduğu için siyah beyaz Türk filmlerindeki iyi-kötü kadın karakterlerinede kaynaklık edeceklerdir.
Kadınların 1949 yılına kadar Avrupa’da haklardan mahrum olduklarını hatırlarsak Kurucu Meclisin 1789’da yayınladığı İnsan Hakları Bildirgesindeki eşitlik kavramının kadınları kapsamadığını tahmin etmek zor değil; yazar Dickens için de böyledir bu. Fransız İhtilali sonrasında ortaya konan İnsan Hakları beyannamesindeki eşitlik kavramı “fırsat eşitliğini” ifade eder. Herkes para kazanma konusunda eşit fırsatlara sahiptir. Hiç kimse dil, din, ırk gibi ayrımlarla çalışmaktan men edilemez; cinsiyet istisna… Eric Hobswam “Devrim Çağı” adlı kitabında Fransız İhtilali'ndeki burjuvazi temelini anlatırken eşitlik kavramında altını çizdiği güzel bir nokta var: “İnsanlar yasa önünde eşitti, meslekler yetenekli olan herkese eşit ölçüde açıktı; ancak yarışın başında herkesin eşit olması kadar, yarışmacıların yarışı birlikte bitiremeyebilecekleri de aynı biçimde önceden kabul edilmişti.”
Çalışma özgürlüğü ve fırsat eşitliği uzun vadeli bir çözümdü, Bastil Hapishanesini basan öfkeli halkın açlığına derman değildiler. İnsan hakları bildirgesini yayınlayan kurucu meclis bu sebepten dolayı dört yıl sonra giyotinde buldu kendini. Halk tüm zenginliğin herkese pay edilmesinden bahsediyor ve devrimi yağmaya dönüştürüyordu. Öfkeli halkın sesine kulak veren Jakobenler işbaşındaydı ve aristokrat soylusu Charles Darnay soyadını değiştirip Londra'ya kaçarak Jakobenlerin katliamlarından kurtulmayı planlıyordu. Fransız devrimi amacından uzaklaşıyor, Fransa, Avrupa iç savaşlarında kazandığı başarılarla mecliste adını duyurmaya başlayan topçu Napolyon’un diktatörlüğüne doğru yol alıyordu.
Öfkeli halk sadece politika ve siyaset sahnesini değil; resim ve edebiyatı da çiğnedi. Botticelli'nin 1482 tarihli bu meşhur tablosu, tanrıça Venüs’ün güzelliğini, bir istiridyenin içindeki inci kadar nadir ve de göksel yaratıklar tarafından kutsanmış bir şekilde resmeder. Fransız İhtilali ile açılan yeniçağda, tanrısal güzellikler ve şövalyelere mahsus elit aşk hikayeleri, öfkeli ve yalınayak binlerce insanın tecavüzüne uğrayacaktır. Eugene Delacroix’nin 1830 tarihli aşağıdaki resmi bunu hissettirmişti. Tanrıça Venüs'e mahsus bir güzelliğin, yeryüzünde çirkin bir kavganın ortasına konması herkese tecavüz gibi görünmüş ve resim çoğu sergiye bile alınmayıp sanatçıya geri gönderilmişti.
Eugene Delacroix, Fransız İhtilali’nin sembolü haline gelen “halka önderlik eden özgürlük” adlı tablosunda, kahramanlar ve nesneleri belirli bir fikir vermek için özel bir düzenle yerleştirerek alegori yaratıyor. Durmuş Akbulut "Resim Neyi Anlatır" adlı kitabında, gökyüzünün renklerinin bayrak renklerine tamamlandığını yazar. “Gökyüzünün yeşilimsi mavisi, kırmızımsı turuncusu ve beyazı tüm bayrağın tamamlayanıdır. Ressamın bu bayrağı ve renkleri tesadüfen kullanmadığı çok açık; Delacroix özgürlük temasını genel sahnenin doruk noktasında kullandığı bayrak figüründe baskın bir şekilde işlemiştir".Ressamın kafasındaki alegori, Venüs'ün eline bir bayrak tutuşturmaktı...
İki Şehrin Hikayesi bunu edebiyata taşıyor. Aristokrat şövalyelerin kahramanlık hikayeleri ortaçağda kalmış, yeniçağda sıradan insanın hayat mücadelesi başlamıştır. Umberto Eco "Güzelliğin tarihi" adlı ciltlli kitabında, Venüs'ün erişilmez güzelliğini feodaliteye olan itaatle bütünleştiriyor: "Şövalyelerin senyörün karısına duydukları erişilmez aşk hikayelerinde, feodaliteye olan itaat senyörün karısıyla yer değiştirmiştir. Bu güzelliğe duyulan ölçülü saygının ızdırabı şövalyeyi erdemli kılar." Yeniçağ kahramanı Darnay ulaşılmaz bir aşkın ızdırabı içinde erdemli olmayı değil; ulaşabileceği basit bir aşkın tadını çıkarmayı hedefler. Ve romantik eserlerin karakteristik özelliği gereği, ömrünün sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşar.
Ders kitaplarında 2007 yılından bu yana Delacroix'nin resminin yerine Zeki Faik İzer'in resmi kullanılıyor.İzer’in “İnkılap Yolunda” adlı tablosu, ressamın ölümünün yüzüncü yılında tartışma konusu olmuştu; resimdeki kavramın kopyalandığını öne sürenler İzer’in tablosunun cumhuriyet devrimimizin tablosu sayılamayacağını söylüyorlar.
Napolyon'a ne mi oldu? Elbe Adasına sürgüne gönderildi. Monte Kristo Kontu olarak ün salmış Edmon Dantes onu bir gemiyle almaya gidene kadar... Bir başka romanda Devrimin izlerini sürmeye devam edeceğiz.