İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri
İnsan, kendisine bütün öbür canlılar arasında önemli bir ayrıcalık kazandıran gelişmiş zihinsel yetilerine, konuşma yeteneğine ve yarattığı kültür ürünlerine karşılık, biyolojik özellikleriyle hayvanlar âleminin bir üyesidir. Nitekim bilim adamları insanı, memeli hayvanların en gelişmiş grubu olan primatlar (Primates) takımı içinde maymunlarla birlikte sınıflandırırlar. Bu takımın üyeleri iki alttakıma ayrılır. İlkinde, Eskidünya'nın tropik bölgelerinde ağaçlar üzerinde yaşayan ve maymunlara benzeyen makiler, cadımakiler, lorisler, galagolar gibi küçük yapılı, gececi hayvanlar yer alır. İkinci altta-kım ise Eskidünya ile Yenidünya'da dağılmış gerçek maymunları, Eskidünya'nın tropik bölgelerinde yaşayan gibon, şempanze, goril, orangutan gibi insansımaymunları ve insanı içerir.
Primatların bugünkü ayırt edici özelliklerinden birçoğu, bu hayvanların ağaçlarda yaşamaya başlamasından sonra gelişmiştir. Bu yeni yaşam ortamına uyum sağlarken koku duyularını daha az kullandıkları için primatların burunları giderek kısaldı. Dallara tutunup sallanırken ya da ağaçtan ağaca atlarken uzaklığı daha iyi kestirebilmeleri için gözleri yüzün ön bölümüne doğru yaklaştı; böylece iki gözün görme alanlarının üst üste binmesiyle nesneleri üçboyutlu olarak görmeye başladılar. Başparmağın öbür parmaklarla karşı karşıya gelebilecek biçimde esnek ve bükülgen bir yapıya kavuşması da ağaç dallarını sıkıca kavramalarını sağladı. Ağaçlara tırmanırken ya da daldan dala atlayıp zıplarken gövdelerini dik tutuyorlardı. Bütün bu grubun içinde insanın en yakın akrabası olan insansımaymunlar ağaçlardan yere indiklerinde gövdelerini arka ayaklarının üzerinde dengeleyerek birkaç adım atmayı öğrendiler. Ağaçlardan ayrılıp sürekli yerde yaşamaya başladıklarında da gövdelerini dik tutarak yalnızca arka ayakları üzerinde yürümeye alıştılar. Böylece elleri serbest kaldı ve bir zamanlar dallara tutunmalarına yardımcı olan kavrayıcı başparmaklarıyla tuttukları taşları ya da sopaları gerektiğinde araç ya da silah olarak kullanmayı öğrendiler. Bu arada, küçük ve hareketli maymunların ağaçlarda dengelerini sağlamalarına yardımcı olan kuyrukları, yerde yaşayan iri insansımaymunlarda işlevini yitirdiği için zamanla körelip yok oldu. İnsansımaymunlarda ve insanda omurganın alt ucunda bulunan ve kuyruksokumu denen ince kemik bu kuyruğun kalıntısıdır. Kısacası, bütün bu primatların izlediği evrim ve gelişme çizgisi, iki ayağı üzerinde dik duran ve alet kullanan insanın ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Öbür gelişmiş primatlar gibi insanın da en ayırt edici özellikleri zekâsı ve toplumsal örgütlenme yeteneğidir. Belki de bu iki özellik birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü zekânın temeli, bir canlının yaşadıkça öğrenme ve öğrendikleriyle sorunların üstesinden gelebilme yeteneğine dayanır. Hayvanların çoğunda öğrenme yeteneği yoktur; karşılaştıkları her durumda, ana babalarından kendilerine kalıtım yoluyla aktarılmış olan içgüdülerine göre davranırlar. Böylece, içgüdülerinin yardımıyla kısa sürede ana babalarından ayrı yaşamaya başlayabilirler. Oysa öğrenmek çok uzun zaman alır. Bu yüzden, primatların yavruları öbür hayvanların yavrularından daha geç büyür ve yaşaması için gerekli bilgileri öğrenip kendi başının çaresine bakacak duruma gelinceye kadar bir topluluk içinde yaşamak zorundadır.
Toplu yaşamanın gereklerinden biri iletişim kurmaktır. Bu nedenle, yavrularını topluluk içinde büyüten ve her an birbirleriyle dayanışarak bir arada yaşamayı seçen gelişmiş primatlar da mimikler ve ses aracılığıyla anlaşırlar. Şempanzelerin, ayrı ayrı anlamlara gelen 35 değişik ses çıkarabildikleri, hatta eğitildiklerinde sağır-dilsizlerinkine benzeyen basit bir işaret diliyle aralarında iletişim kurabildikleri biliniyor. Bireyler arasındaki iletişimin en üst aşaması ise yalnızca insana özgü olan dildir. Böylece bütün bilgi ve düşünceler kuşaktan kuşağa aktarılabilmiş, ayrı ayrı toplumlarda değişik dillerin ve inançların gelişmesi de yeryüzünde çeşitli kültürlerin doğmasına yol açmıştır.
İlk İnsana İlişkin Kanıtlar
Bugün bütün yeryüzünde, bilimsel adı Homo sapiens olan tek bir insan türü yaşamaktadır. Çünkü insanın ilkel atalarından bu türe kadar uzanan evrim sürecinin ara basamakla-rındaki öbür türler geçen zaman içinde yeryüzünden silinmiştir. Yalnızca fosillerinden tanıdığımız bu ilk insan türleri ile bugünün insanı, insangiller (Hominidae) adıyla tek bir familyada toplanır. Bütün primatlar takımı içinde bu familyanın en yakın akrabası insan-sımaymunlardır. Bu akrabalık, insanın goril, şempanze ya da orangutan gibi bir insansı-maymundan türediğini göstermez; yalnızca bu iki grubun evrim sürecinin ortak bir ataya dayandığı anlamına gelir.
İnsan ilk kez doğu yarıkürede ortaya çıkmış, batı yarıküreye yayılması oldukça uzun bir zaman almıştır. Dryopithecus cinsinden ilk insansımaymunların fosilleri Doğu Afrika'da,
22 milyon yıllık kayaçların arasında bulunmuştur. O dönemde Afrika kıtası, Tetis Denizi denen büyük bir denizle Avrupa ve Asya kıtalarından ayrılmıştı. Yaklaşık 16 milyon yıl önce, Arabistan Yarımadası yoluyla Afrika'yı Asya'ya bağlayan bir kara "köprüsü" oluştu ve Dryopithecus Afrika'dan İspanya ile Çin'e doğru yayıldı.
İnsangillerin bilinen en eski fosili yaklaşık 16 milyon yıllıktır ve Hindistan'da bulunmuştur. Ramapithecus cinsinden olan bu fosilin Pakistan, Çin, Macaristan ve Afrika'da bulunan benzerleri de 14 ile 8 milyon yıl öncesine tarihlendirilir. Ne yazık ki Ramapithecus'un yalnızca fosilleşmiş çene kemikleri ile dişleri bulunduğu için bu ilk insangillerin yaşamı konusunda fazla bir şey söylenemiyor. Ama 3,5 milyon yıl öncesine dayanan daha ayrıntılı kalıntılar insanlık tarihinin başlangıcına ilişkin bilgi vermektedir. Bu kalıntılar Homo cinsinin, yani gerçek insanın atası sayılan Australopithecus'a aittir.
Yaklaşık 1,40 metre boyunda olduğu anlaşılan Australopithecus'un en eski kalıntıları Kenya ve Etiyopya'da (eski adıyla Habeşistan'da) bulunmuştur. Kenya'daki ayak izlerinden anlaşıldığı kadarıyla insanın bu atası insansımaymunlar gibi dört ayağı üzerinde değil, bugünkü insan gibi iki ayağı üzerinde yürüyordu. Ama beyni çağdaş insanınkinden daha küçük, çene ve diş yapısı da farklıydı.
Günümüzden aşağı yukarı 2 milyon yıl kadar önce Afrika'da insangillerin iki ayrı türü yaşıyordu. Türlerden birinin çenesi çok güçlü ve dişleri çok iriydi; bu yüzden, cins adına "gürbüz ve güçlü" anlamındaki Latince robustus sözcüğü eklenerek Australopithecus robustus olarak adlandırıldı. Bu türün yaklaşık 700 bin yıl önce yeryüzünden silindiği sanılıyor. Öbürü ise daha ince yapılıydı ve vücut orantısı, diş ve çene yapısıyla bugünkü insana daha yakındı. Üstelik beyni daha büyüktü ve taştan aletler yapıp kullanabiliyordu. Bu türe de "becerikli insan" anlamında Homo habilis dendi. Homo habilis belki de bugünkü insanın doğrudan atasıdır. Güney ve Doğu Afrika'da bu iki türe ait pek çok kalıntı bulunmuştur. Özellikle Kenyalı antropolog Louis Lea-key'in Tanzanya'daki Olduvai Boğazı'nda ve oğlu Richard Leakey'in Kenya'daki Koobi Fora'da buldukları fosil parçaları insan soyunun evrimine ışık tutan çok önemli buluntulardır.
Bu ilk insandan daha gelişmiş bir türün 1,5 milyon yıl öncesine ait kalıntıları ise Avrupa, Afrika, Çin ve Cava'da bulunmuştur. "Dik duran insan" anlamında Homo erectus adıyla anılan bu türün ilk örnekleri 1891-92'de Cava' da bulunduğu için "Cava insanı" olarak adlandırılmıştı. Pithecanthropus ya da "Pekin insanı" da bu türün artık kullanılmayan eski adıdır. (Fosilleşmiş kalıntıları Çin'de, Pekin yakınlarında bir mağarada bulunmuştu.) Australopithecus''tan yaklaşık 30 cm daha uzun, beyni de hemen hemen iki kat daha büyük olan Homo erectus'un daha uzun, kalın ve basık bir kafatası, gözlerinin üzerinde de insan-sımaymunlardaki gibi belirgin bir kaş kemeri vardı. Bu insan, kendisinden öncekilerden çok daha değişik aletler kullanmaya başladı. Buzul Çağı'nın başlangıcında Avrupa ve Asya'da yaşayan Homo erectus ateşten nasıl yararlanacağını biliyordu ve usta bir avcıydı. Homo erectus'un en yakın tarihli kalıntısı, 1921'de bugünkü Zambia'da bulunan hemen hemen hiç parçalanmamış bir kafatasıdır. Aşağı yukarı 40 bin yıllık olduğu sanılan bu kafatasının sahibi "Rodezya insanı" olarak bilinir.
Yaklaşık 200 ile 500 bin yıl önce Homo erectus yerini Homo sapiens'e ("düşünen adam") bırakarak yeryüzünden silindi. Bu tarihi kesin olarak söyleyebilmek çok güçtür. Çünkü beyninin daha büyük olmasına karşılık, Homo sapiens'in en eski tarihli örneklerinin kafatası Homo erectus'un kafatasıyla genel olarak aynı yapıdadır. Özellikle, bundan aşağı yukarı 70–40 bin yıl önce Avrupa'da yaşamış olan Neanderthal insanının kafatasında bu benzerlik açıkça görülür. Neanderthal insanı başlangıçta Homo neanderthalensis adıyla ayrı bir tür olarak sınıflandırılmıştı. Oysa bugün bu insan, Buzul Çağı'nın son dönemindeki çok soğuk hava koşullarına uyum sağlamış ve sonradan soyu tükenmiş bir Homo sapiens alttürü olarak kabul edilir.
Neanderthal insanıyla hemen hemen aynı zamanda, Homo sapiens'in başka örnekleri de Afrika'da, Yakındoğu'da, Ortadoğu'da ve Asya'da belirdi. Özellikle Yakındoğu'dakilerin kafatasları Neanderthal insanınkinden daha kısadır ve çağdaş insanınkine daha çok benzer; bu nedenle de genel olarak bugünkü insanın doğrudan atası sayılır. Ama bugünün insanına tam anlamıyla benzeyen ilk tipler, bilindiği kadarıyla günümüzden 30 bin yıl önce Avrupa ve Asya'da ortaya çıkmıştır.