İyi akşamlar sevdiceğim, sevdiklerim ve hatta sevmediklerim, iyi akşamlar;
Yaz sıcağında üşüyenler, kışın donmamak için büklüm büklüm olanlar, dişlerinin gıcırtısında uyuyanlar, yazın soğuğundan üşüyenler, artıklarla beslenenler, düşlerini her zaman başka bahara erteleyenler ve hatta düş nedir bilmeyenler, bir lokma ekmeği yemeyip çocuklarına saklamayı bilenler, arkadaşına yoldaşına bir şey olmasın diye kendini siper edenler, yırtık ayakkabısıyla vurulanlar, ürkek güvercinlerim... tırnakları sökülenler, saçları ağarmış gönülleri kıpkızıl abilerim, makyajsız bile güzel görünen elleri nasırlı sevgililer, düşlerimizi yıkanlar-yakanlar ve yeniden yapmadan gidenler ve hala gitmeye çalışan velhasıl yeniden doğarken gelenler. Biz hala fesleğen gibiyiz, okşarsanız kokumuzu hissedersiniz..
***
Kırk satırda betimleyemedim seni... yazdıklarımda çürüdü artık.. cigaramın dumanı sapsarı etti dudaklarımı, öpülmeye de değmez kokudan, gözlerinin çocukluğu da bu şiirde. Sanırım hoşça kal deme zamanı... Şiir bitince, mızıka çalsın istersen, istersen okumak için beni yeniden çağırabilirsin, istemezsen de bil ki hep sevileceksin... bilirsin "imkansız aşklar için yaratılmış" asi çocuklarız biz, tutkun, sadık, aşık, cesur idik, yaralandık, terkedildik, kabuk bağladık, taş gibi yüreğimiz oldu bazen ama sevgiyi-sevmeyi hiç unutmadık.. Kusura bakma, tuttu yine kelimelerin sızısı!
***
Üzdüm galiba sizleri. Bu gece, seni daha çok üzmüş olduğumu biliyorum. Belki de yaralarını kanattım, belki de kılıçtan keskin oldun şimdi, belli olmaz ama yine de sormak isterim; sen hala sen misin, sen hala ben miyim, sen hala özgürlük musun, hala bir devrim gibi masum musun, giydiğim ateşten gömlek olmaya devam ediyor musun? "sana gitme" dedim, "istersen yalanlar söyleyeyim" dedim... ve sen gittin... Sen gittin, ateşimiz söndü, DOLUNAYDA kayboldu, çıkmıyor artık, yenildik, gitmeseydin yenilmeyecektik belki de... yenmesek de yenilmeyecektik, arkadaşlarımız kucağımızda ölmeyecekti, aç kalmayacaktık belki de, kızıldan sarıya boyanmış gazel yapraklarını beraber toplayacaktık, kimsenin uğramadığı, ilk buluştuğumuz o taş başın da bu şarkıyı beraber dinleyecektik! Bak nasılda sesleniyor Zamfir, uzaktan-yakından , şimaldan, garpdan, cenuptan şarktan duyuyor musun?
***
Bana neden böyle hırçınsın. Neden bu kadar acımasız, Dün sertliğinle savurdun dağ başlarına şimdi yağmur yağıyor. Savurduğun yerlerde hiç kimse yok, serçeler bile uğramıyor buraya, Bir tane bile ağaç kalmamış, saklanabileceğim taş dibi bile yok, yağmur yağıyor başımdan boşalırcasına, her damlası kafamı parçalıyor, her damlada senin sözlerin ağırlığı, her doluda tırnak içine alınmış sözlerinle dövüyorsun beni.... Gideceğim hiç bir yer yok kuş kanadı bile. Azıcık başımı sokabileceğim kuş kanadı bile. Üzerinde yırtık pırtık elbiseleri ile yoksulluğun resmini yaptığımız çocuk gibiyim. yağma artık, başım ağırıyor, elbiselerimi uçurdu rüzgarın, ayakkabılarım deniz gibi, parmak uçlarım duymuyor, esme artık, rüzgarın bir yanımdan girip öte yandan çıkıyor, sızlatıyor her yanımı, kaçacak delik arıyorum bir saniye için bile, kuş kanadı bile yok, işte gör çömeldim yağmurundan, dolundan korunmak için, sırtıma yağabilirsin, sırtımdan vurabilirsin ve ben işte o zaman en güzel ölümü yaşayabilirim sevgilisini görmek için saklandığı evden çıkıp sırtından vurulan KORAY DOĞAN gibi..
***
Hava da kalmış iki duble rakı bardağı! Masa sade ve lezzetli, emeğin tadı, birde yüreğimden koparıp koyduğum papatya... Güzel şeyler konuşacaktık, hayallerimizin arasında sunacaktım sana papatya çiçeğini, fallara bakacaktık, her koparışımızda çiçekleri birer kadeh çekecektik, gözlerinden okuyacaktım seni, entarinin renklerini dokuyacaktım yeniden. bir senden dinleyecektim beni bir benden anlatacaktım seni. Bazen kar beyazım olacaktın, kimi zaman mormenekşem, saat on'da esmerim, 11'de sarışınım ve ömür boyu nefesim olacaktın. Komşulara gidecektik, dertlerine ortak olacaktık, sonra diğer komşuya ve sırasıyla herkese gidecektik. Yeni bir hayatı yine yeni yeniden diyerek yeşertecektik... Kokun yüzyıllık uzaktan geliyor... Gelmedin!
ŞABAN ÖZDEMİR
Yaz sıcağında üşüyenler, kışın donmamak için büklüm büklüm olanlar, dişlerinin gıcırtısında uyuyanlar, yazın soğuğundan üşüyenler, artıklarla beslenenler, düşlerini her zaman başka bahara erteleyenler ve hatta düş nedir bilmeyenler, bir lokma ekmeği yemeyip çocuklarına saklamayı bilenler, arkadaşına yoldaşına bir şey olmasın diye kendini siper edenler, yırtık ayakkabısıyla vurulanlar, ürkek güvercinlerim... tırnakları sökülenler, saçları ağarmış gönülleri kıpkızıl abilerim, makyajsız bile güzel görünen elleri nasırlı sevgililer, düşlerimizi yıkanlar-yakanlar ve yeniden yapmadan gidenler ve hala gitmeye çalışan velhasıl yeniden doğarken gelenler. Biz hala fesleğen gibiyiz, okşarsanız kokumuzu hissedersiniz..
***
Kırk satırda betimleyemedim seni... yazdıklarımda çürüdü artık.. cigaramın dumanı sapsarı etti dudaklarımı, öpülmeye de değmez kokudan, gözlerinin çocukluğu da bu şiirde. Sanırım hoşça kal deme zamanı... Şiir bitince, mızıka çalsın istersen, istersen okumak için beni yeniden çağırabilirsin, istemezsen de bil ki hep sevileceksin... bilirsin "imkansız aşklar için yaratılmış" asi çocuklarız biz, tutkun, sadık, aşık, cesur idik, yaralandık, terkedildik, kabuk bağladık, taş gibi yüreğimiz oldu bazen ama sevgiyi-sevmeyi hiç unutmadık.. Kusura bakma, tuttu yine kelimelerin sızısı!
***
Üzdüm galiba sizleri. Bu gece, seni daha çok üzmüş olduğumu biliyorum. Belki de yaralarını kanattım, belki de kılıçtan keskin oldun şimdi, belli olmaz ama yine de sormak isterim; sen hala sen misin, sen hala ben miyim, sen hala özgürlük musun, hala bir devrim gibi masum musun, giydiğim ateşten gömlek olmaya devam ediyor musun? "sana gitme" dedim, "istersen yalanlar söyleyeyim" dedim... ve sen gittin... Sen gittin, ateşimiz söndü, DOLUNAYDA kayboldu, çıkmıyor artık, yenildik, gitmeseydin yenilmeyecektik belki de... yenmesek de yenilmeyecektik, arkadaşlarımız kucağımızda ölmeyecekti, aç kalmayacaktık belki de, kızıldan sarıya boyanmış gazel yapraklarını beraber toplayacaktık, kimsenin uğramadığı, ilk buluştuğumuz o taş başın da bu şarkıyı beraber dinleyecektik! Bak nasılda sesleniyor Zamfir, uzaktan-yakından , şimaldan, garpdan, cenuptan şarktan duyuyor musun?
***
Bana neden böyle hırçınsın. Neden bu kadar acımasız, Dün sertliğinle savurdun dağ başlarına şimdi yağmur yağıyor. Savurduğun yerlerde hiç kimse yok, serçeler bile uğramıyor buraya, Bir tane bile ağaç kalmamış, saklanabileceğim taş dibi bile yok, yağmur yağıyor başımdan boşalırcasına, her damlası kafamı parçalıyor, her damlada senin sözlerin ağırlığı, her doluda tırnak içine alınmış sözlerinle dövüyorsun beni.... Gideceğim hiç bir yer yok kuş kanadı bile. Azıcık başımı sokabileceğim kuş kanadı bile. Üzerinde yırtık pırtık elbiseleri ile yoksulluğun resmini yaptığımız çocuk gibiyim. yağma artık, başım ağırıyor, elbiselerimi uçurdu rüzgarın, ayakkabılarım deniz gibi, parmak uçlarım duymuyor, esme artık, rüzgarın bir yanımdan girip öte yandan çıkıyor, sızlatıyor her yanımı, kaçacak delik arıyorum bir saniye için bile, kuş kanadı bile yok, işte gör çömeldim yağmurundan, dolundan korunmak için, sırtıma yağabilirsin, sırtımdan vurabilirsin ve ben işte o zaman en güzel ölümü yaşayabilirim sevgilisini görmek için saklandığı evden çıkıp sırtından vurulan KORAY DOĞAN gibi..
***
Hava da kalmış iki duble rakı bardağı! Masa sade ve lezzetli, emeğin tadı, birde yüreğimden koparıp koyduğum papatya... Güzel şeyler konuşacaktık, hayallerimizin arasında sunacaktım sana papatya çiçeğini, fallara bakacaktık, her koparışımızda çiçekleri birer kadeh çekecektik, gözlerinden okuyacaktım seni, entarinin renklerini dokuyacaktım yeniden. bir senden dinleyecektim beni bir benden anlatacaktım seni. Bazen kar beyazım olacaktın, kimi zaman mormenekşem, saat on'da esmerim, 11'de sarışınım ve ömür boyu nefesim olacaktın. Komşulara gidecektik, dertlerine ortak olacaktık, sonra diğer komşuya ve sırasıyla herkese gidecektik. Yeni bir hayatı yine yeni yeniden diyerek yeşertecektik... Kokun yüzyıllık uzaktan geliyor... Gelmedin!
ŞABAN ÖZDEMİR