Kasr-ı Şirin Anlaşması
Uluslararası güncel meselelerden biri de, İran ve İsrail ile diğer ülkeler arasındaki münasebetlerdir. Günümüzde yaşadığımız hâdiseler, tarihin tekerrürü gibidir. Safevi Devleti'nin kuruluşu ile Şiiliği ideolojik bir hedef hâline getiren İran, her fırsatta ideolojisini Anadolu'ya ihraç etmek için gayret etmiştir. Osmanlı'nın özellikle Avrupa devletleri ile olan mücadeleleri, İran'ı idare edenlerce değerlendirilmesi gereken zamanlar olarak kabul edilmiş; İran yöneticileri topraklarını genişletmek ve Anadolu'yu tesir altına almak için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. İranlı yöneticiler çoğu zaman Osmanlı'ya karşı Batılı devletlerin desteğini sağlamaya çalışmışlarsa da, Batılı devletler onların samimiyetine inanmamışlardır. Çünkü onlara göre, İran da Müslüman bir devlettir ve onun halifeliği temsil eden İslâm dünyasının hâmisi durumundaki Osmanlı ile gerçekten düşman olması mümkün görünmemektedir. Buna ikna oldukları dönemlerde ise, mesafenin uzaklığı sebebiyle fiilî bir ittifak gerçekleşmemiştir. Ancak her dönemde Batılı devletler önemli miktarda ateşli silâhı İran'a satmaya muvaffak olmuştur.
Osmanlı-İran münasebetlerinde Yavuz Sultan Selim döneminin ayrı bir önemi vardır. Onun Şah İsmail'i Çaldıranda mağlup etmesi, Şiiliğin Anadolu'ya yayılmasına mâni olmuştur. Akabinde gelişen hâdiseler Kanunî Sultan Süleyman zamanında da iki büyük seferin yapılmasını gerektirmiş, neticede Osmanlı ile başa çıkamayacağını anlayan İran, 1555 Amasya Anlaşması ile sulhu tercih etmiştir. Şah 1. Abbas (1587?1629), İran tarihi için çok önemli şahsiyetlerden biridir. Onun devrinde İran hakikaten güçlenmiş ve kurduğu yeni ordu ile nüfuz bölgelerini genişletmiştir. Osmanlı'nın Celâli isyanları ve Avusturya harpleri neticesinde yorgun düşen ordusu ve içerideki sıkıntıları İran şahını cesaretlendirmiştir. Bu dönemde Osmanlı'ya karşı Hristiyan Avrupa devletlerinin yardımını temin etmek için bir heyet oluşturulur. Ruslar, Almanlar ve Papalık ile yapılan görüşmelerden bir netice çıkmadı ise de, Batı'da Osmanlı düşmanlığı bu vesile ile yeniden canlandırılır. Yapılan ticarî anlaşmalarla İran ipeğinin Batı'ya aktarılmasında İran'daki Gürcü ve Ermeniler ticarette öne çıkar ve İran ticaretinde özellikle Ermeniler söz sahibi olmaya başlar. Bu dönemde Bağdat'ın bir Celâli'nin eline geçmesiyle bölgede Osmanlı hâkimiyetinin zayıflaması üzerine İran, Nihavend ve Tebriz şehirlerini ele geçirip birçok insanı katleder. Osmanlı'nın karşı tedbirleri bir netice vermemiş; 1612 yılındaki anlaşmayla ele geçirilen Azerbaycan toprakları İran'a verilmiştir. İran bundan sonra da sulha riayet etmemiş, her fırsatta Osmanlı'nın zor durumundan istifade etmeye kalkmıştır.
Bağdat'taki Osmanlı kuvvetlerinden bir Yeniçeri zâbiti olan Bekir Subaşı etrafına topladığı âsilerle Bağdat'a hâkim olmuştu (1623). Üzerine gönderilen kuvvetlere yenilmesi üzerine Bekir Subaşı, İran şahından yardım talep etti. İran şahı öncü kuvvetlerini gönderip kendisi de bölgeye geldi. Bu sırada Osmanlı'yla yeniden anlaşan Bekir Subaşı, Şahı Bağdat'a sokmamak için gayret etti ise de oğlu, kale kapılarını açarak İran kuvvetlerinin şehre girmesini sağladı. Halk işkence ve katliama uğradı. İmam-ı A'zam ve Abdülkadir-i Geylâni gibi büyük İslâm âlimlerinin mezarları tahrip edilerek, cami ve medreseler ahır hâline getirildi. Katliamdan kurtulan Sünnî ahali Bağdat'ı terk etti. Akabinde Şah; Kerbela, Musul ve Kerkük'ü işgal etti. Bu sırada Osmanlı tahtına 4. Murad çıkmıştı. Şah'tan işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve Bağdat'ı boşaltması istendi. Gönderilen kuvvetler Bağdat'ı muhasara etti ise de alamadı. Şah Abbas'ın vefatı ve yerine torunu Şah Safi'nin geçmesi durumu değiştirdi. Lehistan meselesini hâlleden 4. Murad, İran işini tamamen bitirmek için Şark seferine çıktı. Revan ve Tebriz alındı; ancak kışın gelmesi ve erzak sıkıntısı sebebiyle geri dönüldü. Durumdan istifade eden Şah, Revan ve Tebriz'i geri aldı. İkinci seferin doğrudan Bağdat üzerine yapılmasına karar verildi. Bunu öğrenen Şah, sulh talebinde bulundu ise de, sulh şartlarını kabul etmeyen Padişah bizzat sefere çıkarak kırk günlük bir muhasaradan sonra Bağdat'ı almaya muvaffak oldu. Irakta bırakılan Sadrazam Kara Mustafa Paşa sulh görüşmelerine başladı. Kasr-ı Şirin kasabasındaki uzun müzakereler 17 Mayıs 1639'da anlaşma ile neticelendi. Anlaşmaya göre; Bağdat vilâyeti ve çevresi Osmanlılarda kalacaktı. İran; Kars, Van, Ahısha, Şehrizor, Bağdat ve Basra hudutlarına tecavüz etmeyecek, Van ve Kars'ın doğusundaki kaleler yıkılarak tampon bir bölge meydana getirilecek, İranlılar Sünnilik aleyhine propaganda yapmayacaktı. Azerbaycan ve Revan tarafları da İranlılarda kalacaktı.
Kasr-ı Şirin Anlaşması'ndan sonra Osmanlı-İran münasebetleri nispeten dostane bir şekilde devam etmiş, bazen yaşanan olumsuz hâdiseler de bu anlaşma ile çizilen sınırları fazlaca etkilememiştir.
Uluslararası güncel meselelerden biri de, İran ve İsrail ile diğer ülkeler arasındaki münasebetlerdir. Günümüzde yaşadığımız hâdiseler, tarihin tekerrürü gibidir. Safevi Devleti'nin kuruluşu ile Şiiliği ideolojik bir hedef hâline getiren İran, her fırsatta ideolojisini Anadolu'ya ihraç etmek için gayret etmiştir. Osmanlı'nın özellikle Avrupa devletleri ile olan mücadeleleri, İran'ı idare edenlerce değerlendirilmesi gereken zamanlar olarak kabul edilmiş; İran yöneticileri topraklarını genişletmek ve Anadolu'yu tesir altına almak için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. İranlı yöneticiler çoğu zaman Osmanlı'ya karşı Batılı devletlerin desteğini sağlamaya çalışmışlarsa da, Batılı devletler onların samimiyetine inanmamışlardır. Çünkü onlara göre, İran da Müslüman bir devlettir ve onun halifeliği temsil eden İslâm dünyasının hâmisi durumundaki Osmanlı ile gerçekten düşman olması mümkün görünmemektedir. Buna ikna oldukları dönemlerde ise, mesafenin uzaklığı sebebiyle fiilî bir ittifak gerçekleşmemiştir. Ancak her dönemde Batılı devletler önemli miktarda ateşli silâhı İran'a satmaya muvaffak olmuştur.
Osmanlı-İran münasebetlerinde Yavuz Sultan Selim döneminin ayrı bir önemi vardır. Onun Şah İsmail'i Çaldıranda mağlup etmesi, Şiiliğin Anadolu'ya yayılmasına mâni olmuştur. Akabinde gelişen hâdiseler Kanunî Sultan Süleyman zamanında da iki büyük seferin yapılmasını gerektirmiş, neticede Osmanlı ile başa çıkamayacağını anlayan İran, 1555 Amasya Anlaşması ile sulhu tercih etmiştir. Şah 1. Abbas (1587?1629), İran tarihi için çok önemli şahsiyetlerden biridir. Onun devrinde İran hakikaten güçlenmiş ve kurduğu yeni ordu ile nüfuz bölgelerini genişletmiştir. Osmanlı'nın Celâli isyanları ve Avusturya harpleri neticesinde yorgun düşen ordusu ve içerideki sıkıntıları İran şahını cesaretlendirmiştir. Bu dönemde Osmanlı'ya karşı Hristiyan Avrupa devletlerinin yardımını temin etmek için bir heyet oluşturulur. Ruslar, Almanlar ve Papalık ile yapılan görüşmelerden bir netice çıkmadı ise de, Batı'da Osmanlı düşmanlığı bu vesile ile yeniden canlandırılır. Yapılan ticarî anlaşmalarla İran ipeğinin Batı'ya aktarılmasında İran'daki Gürcü ve Ermeniler ticarette öne çıkar ve İran ticaretinde özellikle Ermeniler söz sahibi olmaya başlar. Bu dönemde Bağdat'ın bir Celâli'nin eline geçmesiyle bölgede Osmanlı hâkimiyetinin zayıflaması üzerine İran, Nihavend ve Tebriz şehirlerini ele geçirip birçok insanı katleder. Osmanlı'nın karşı tedbirleri bir netice vermemiş; 1612 yılındaki anlaşmayla ele geçirilen Azerbaycan toprakları İran'a verilmiştir. İran bundan sonra da sulha riayet etmemiş, her fırsatta Osmanlı'nın zor durumundan istifade etmeye kalkmıştır.
Bağdat'taki Osmanlı kuvvetlerinden bir Yeniçeri zâbiti olan Bekir Subaşı etrafına topladığı âsilerle Bağdat'a hâkim olmuştu (1623). Üzerine gönderilen kuvvetlere yenilmesi üzerine Bekir Subaşı, İran şahından yardım talep etti. İran şahı öncü kuvvetlerini gönderip kendisi de bölgeye geldi. Bu sırada Osmanlı'yla yeniden anlaşan Bekir Subaşı, Şahı Bağdat'a sokmamak için gayret etti ise de oğlu, kale kapılarını açarak İran kuvvetlerinin şehre girmesini sağladı. Halk işkence ve katliama uğradı. İmam-ı A'zam ve Abdülkadir-i Geylâni gibi büyük İslâm âlimlerinin mezarları tahrip edilerek, cami ve medreseler ahır hâline getirildi. Katliamdan kurtulan Sünnî ahali Bağdat'ı terk etti. Akabinde Şah; Kerbela, Musul ve Kerkük'ü işgal etti. Bu sırada Osmanlı tahtına 4. Murad çıkmıştı. Şah'tan işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve Bağdat'ı boşaltması istendi. Gönderilen kuvvetler Bağdat'ı muhasara etti ise de alamadı. Şah Abbas'ın vefatı ve yerine torunu Şah Safi'nin geçmesi durumu değiştirdi. Lehistan meselesini hâlleden 4. Murad, İran işini tamamen bitirmek için Şark seferine çıktı. Revan ve Tebriz alındı; ancak kışın gelmesi ve erzak sıkıntısı sebebiyle geri dönüldü. Durumdan istifade eden Şah, Revan ve Tebriz'i geri aldı. İkinci seferin doğrudan Bağdat üzerine yapılmasına karar verildi. Bunu öğrenen Şah, sulh talebinde bulundu ise de, sulh şartlarını kabul etmeyen Padişah bizzat sefere çıkarak kırk günlük bir muhasaradan sonra Bağdat'ı almaya muvaffak oldu. Irakta bırakılan Sadrazam Kara Mustafa Paşa sulh görüşmelerine başladı. Kasr-ı Şirin kasabasındaki uzun müzakereler 17 Mayıs 1639'da anlaşma ile neticelendi. Anlaşmaya göre; Bağdat vilâyeti ve çevresi Osmanlılarda kalacaktı. İran; Kars, Van, Ahısha, Şehrizor, Bağdat ve Basra hudutlarına tecavüz etmeyecek, Van ve Kars'ın doğusundaki kaleler yıkılarak tampon bir bölge meydana getirilecek, İranlılar Sünnilik aleyhine propaganda yapmayacaktı. Azerbaycan ve Revan tarafları da İranlılarda kalacaktı.
Kasr-ı Şirin Anlaşması'ndan sonra Osmanlı-İran münasebetleri nispeten dostane bir şekilde devam etmiş, bazen yaşanan olumsuz hâdiseler de bu anlaşma ile çizilen sınırları fazlaca etkilememiştir.