Değer, nesne, olay ve hareketlerin kendilerine ilişkin, onların bir özelliği değildir. Başka bir deyimle, değer nesne kavramının kendisinden çıkarılmaz. "Şu değerlidir, şu daha az değerlidir, şu değersizdir." diye nesneleri sıradüzene sokmamız, kendimiz ve çevremiz hakkında sahip olduğumuz bilgi, bilinç, ruh durumu, etik-estetik vb. kaygılarla bir yargı vermedir. Bunun için de her şeyden önce, bir ben bilincine sahip olmak gerekir. Daha kesin bir deyişle ben bilinci, her tür değer vermenin öznedeki temelidir.
İnsanın ayırıcı temel bir niteliği olan ben bilinci nasıl bir bilgidir? O, bir deney bilgisi midir? Deney bilgisi, her şeyden önce, deneyen bir özne ile denenen bir nesne ayrımını gerektirir. Aynı anda var olduğumu bilmekte olan bir ben'im ile var olan bir ben'im diye biri özne, diğeri nesne olan, birbirinin karşısında iki ayrı ben'im var değildir. Dolayısıyla ben kendi var olduğumu deneyemem. Var olduğumun bilgisi, her türlü deneyden önce ve her türlü deneyin koşulu olarak sahip olduğum, intuitif bir bilgidir. Başka bir deyişle ben var olduğumun ayırdındayım. Kendi var olduğunun ayırdında olan özne, kendi dışındaki çevresinin, eş deyişle, ben-olmayanın da bilgisine sahiptir. Kendi dışındaki nesnelerin nasıl oldukları özne için bir deney bilgisi olmasına karşın, onların var oldukları da yine bir deney bilgisi değildir. Burada deney bilgisi için gerekli olan bir özne-nesne ayrımı olmakla birlikte diğer bir koşul olan, deneyin sonucunun başka türlü de olabileceği koşulu ek¤¤¤¤¤r. Bir şeyin var olduğunu deneyebilmem için onun yok olduğunun da deneyim için olanaklı olması gerekir. Ben ne kendi var olduğumu ne de benim dışındaki nesnelerin var olduklarını denerim. Ben'in bilgisi ile ben-olmayanın bilgisi öznede birlikte meydana gelir ve birbirlerini karşılıklı olarak besler. Bu ikisi arasındaki döngüsellikte hareket noktamız, bilgibilimsel bakımdan ben bilgisidir; varlıkbilimsel bakımdan hangisinin önce geldiğini söyleyecek durumda değiliz.
Ben ile ben-olmayanın ayırdında olan insan, kendisi ile çevresi arasında kurduğu ilişkide bir değer kavramına varabilir. O, önündeki bir çalı parçası ile bir insan, hatta bir hayvan arasında ayrım yapar, çalı parçasına davrandığı gibi diğerlerine davranmaz. Nesnelere bu farklı davranma, onlara verilen değerle ilgilidir. Nesnelere farklı davranmak ve onlara değer vermek ise, doğrudan doğruya onların algılanmasında içsel olarak bulunur. Bir kişinin iki ayrı nesneye karşı ayrı davranmada olduğu gibi bir ve aynı olay karşısında iki ayrı insanın farklı davranması da yine temelini algıda bulur. Aynı olaya tanık olan iki ayrı insanın hem bu olayı algılamaları, betimlemeleri hem de onun hakkındaki yargıları ve bu yargılara dayanan eylemleri farklılık gösterir. Burada bu iki insanın ilgileri, eğilimleri, ruh durumları, sosyo-kültürel konumları vb. rol oynar. Algılanan şeyin aynı olması karşısında farklı algı tarzları bulunur. Algının, duyumun, Grekçe deyimiyle "aisthesis"in değer duygusunun, başka bir deyişle ahlâksal duygunun temelinde bulunmasının anlamı budur. Bu nedenle örneğin Joseph Brodsky, "Estetik etikin anasıdır." der.1
Öznenin algı ve duyumlarında sözü edilen farklılık, duyuların yönlendirilebilmesi olanağını da özneye verir. Estetik'in kurucusu A.G. Baumgarten, "aşağı bilgi yetileri"nin, yani duyuların sevk ve yönetime ihtiyaç duyduğunu, bu işi de estetiğin üstlendiğini söyler.2 Estetik etkinliklerde bulunan insanın ulaşabileceği ruh yüceliğinin, onun ahlâksal duygusu üzerinde olumlu etkiler bırakacağı açıktır. Böyle bir etkinin ahlâksal yargı ve davranışlarda rol alması da istenen bir durumdur. Etik-estetik bağıntısının daha da ileriye götürülüp, her ikisinin birliğinden söz edenler de vardır.3 Ahlâksal yargının duyum ve algıya dayandığı, Hume'ca da açıkça söylenmişti: "Ahlâksal doğru ve ahlâksal reddetme üstüne olan yargılarımız kuşkusuz algılardır; tüm algılar da ya izlenim ya tasarımlardır."4 Kuşkusuz ahlâksal duygu da eninde sonunda bir duyum olmakla onun algısal bir temeli olduğu açıktır.
Ancak bu durum, ahlâksal duygu ile genellikle duyum arasındaki ayrımları görmemize engel değildir. Duyum, algı, yalnızca insana özgü değildir. Hayvanların da algıları, duyumları vardır. Öyleyse neden hayvanlar ahlâksal duyguya sahip değildir? Bir hayvanın, örneğin bir köpeğin çevresindeki nesneleri algılaması ile bir insanın aynı nesneleri algılaması farklıdır. Ne bir ben bilincine ne de ben ile ben-olmayan ayrımına sahip olan hayvanın nesneleri bir değer sıra düzenine sokması söz konusu değildir. Esasen hayvanın yaşaması için böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Bir hayvan türü içinde düzeni sağlayan, hayvan davranışlarını yönlendiren içgüdüdür. Hayvan türleri arasında ise bir "doğal denge" söz konusudur. Oysa ne belli bir toplumda yaşayan insanlar arasında düzeni sağlayan bir içgüdüden ne de ayrı toplumlar arasında doğal denge benzeri bir şeyden söz etmek olasıdır. Buna göre, insanların ister belli bir toplum içinde ister toplumlar arasında ilişkilerini düzenleyen, bu sayede onların varoluşlarını güvence altına alan düzeneklere gerek vardır. Bu da ahlâk ve hukuktur. Ahlâk hukukun temelidir: ahlâksız bir hukuk olamaz. Hukukun egemenliğinin sağlanması için de ahlâksal duygunun varlığı koşuldur. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu düşünülürse, onun toplumsallığının bir koşulu olan ahlâkın, aynı zamanda onun varlıksal bir koşulu da olduğu buradan çıkan sonuç olarak kendiliğinden anlaşılırdır.
Her ahlâk buyruğu, bir değer yargısıdır. Tüm değerler, üç ide başlığı altında toplanır: "doğru", "iyi" ve "güzel". Tüm yargılarımız bu üç ide'den birine yöneliktir. Bunlardan birincisi, yani doğru değeri ile diğer ikisi arasındaki başlıca bilgibilimsel ayrım şuradadır: Öznenin, nesnedeki bir özelliği nesne kavramına yüklemekle elde ettiği yargı, doğru ya da yanlış değerini alabilen nesnel bir yargıdır ve bu, deneyle denetlenebilen bir genel geçerliğe sahiptir. Oysa iyi ve güzel değerlerini alan yargılarda durum farklıdır. Burada iyi ve güzel, nesnedeki birer özellik değil, fakat öznenin kendisinin sahip olduğu ve nesneye yüklediği birer değer olmakla yargı öznel olur. Böyle bir yargı ise nesnel bir genel geçerliğe değil, fakat özneler arası bir geçerliliğe sahip olabilir. Bu durumu, Hume açısından şöyle dile getirebiliriz: Doğruluk ve yanlışlık için nesne ve olayların tasarımlarının onlara uyup uymaması söz konusudur; burada birbirine uygunluğu aranacak iki ayrı şey vardır. Oysa etik ve estetik yargıların dayandığı duygu, istek ve eylemlerimizde birbirine uygun olup olmadığı araştırılacak iki ayrı şey yoktur. Bunlar, asli olgular ve gerçekliklerdir; başka duygu, istek ve eylemlerimize hiçbir gönderimde bulunmaksızın kendi kendilerinde tamdırlar.5
Estetik ve etik yargılar arasında da ayrımlar vardır: Estetik yargının konusu doğa ürünleri ile insan yaratısı olan sanat yapıtları olmasına karşın, etik yargının konusu yalnızca insanın belli eylemleridir. Buna göre etik yargı, hem yargının öznenin sahip olduğu değeri taşıması bakımından hem de nesnesi bakımından insana ilişkin olma yönünde özel bir öneme sahiptir. Estetik ile etik yargılar arasında bir başka ayrım şuradadır: Kuşkusuz estetik yargının kendisi değil, ama bu yargının meydana gelmesinde öznenin sahip olduğu hoşlanma duygusu, yalnızca insana özgü değildir. Bilimcilerin söylediğine göre, yüksek dereceli bazı hayvanlarda biçimden hoşlanma duygusu vardır. Buna karşın, etik yargının temelini oluşturan ahlâksal duygunun hiçbir biçimde hayvanlarda da bulunduğu söylenmemiştir. Bu iki yargı türü arasında son bir ayrım, onların geçerlilik alanı ile ilgilidir. Estetik yargının geçerliliği, belli bir sanat anlayışı, belli bir sanatsal çevre için yeterli bulunmasına karşın, ahlâksal yargının tüm insanlar için geçerli olması istenir; ahlâksal yargının geçerliliğinin sınırlı olacağı belli bir ahlâksal çevreden söz edilmez.
Ahlâksal duygunun ve yargının insana özgülüğünün temelinde insanın özbilince sahip biricik varlık olduğu ve onun bilincinin çift katlı olduğu, başka bir deyişle, kendi üstüne katlanabilir olduğu bulunur. İnsan algı ile edindiği tasarımları belleğinde biriktirir ve bir zaman sonra belleğine yönelen bilinciyle tasarımları oradan şimdileştirir, yani onları anımsar. Bunun için onun bilincinin çift katlı olması gerekir. Bu çift katlılıktan kastedilen şudur: Biriktirilmiş algıların bellekte bulunması (birinci kat), onlara yönelen bilincin (ikinci kat) durumu. Esasen batı dillerinde "refleksiyon" denen düşünme de bilincin kendi üzerine katlanması demektir. Bilincin kendi üzerine katlanabilmesi için onun çift katlı olması gerekir. Oysa hayvanın zihni (intelekt) yalın kattır. O, tasarımları belleğinde biriktirip, sonra onları oradan alıp şimdileştirme, yani anımsama yetisine sahip değildir.6 Bu nedenle hayvan geçmiş bir anısını anımsayıp pişmanlık duymaz, vicdan azabı çekmez.
Kendi beninin ayırdında olma sonucunda kişi, ben-özdeşliğini, başka bir deyişle kişiliğini elde eder. Ben-özdeşliğinin dil kullanımıyla sıkı ilişkisi vardır. Her dil ben merkezlidir. İki üç yaşlarında, dili yeni öğrenmeye başlayan çocuk için en zor şey, "ben", "sen" zamirlerinin kullanılmasıdır. çocuk, bir yetişkinin kendisine gösterdiği nesnelerin adlarını bu sırada ona söylemesiyle adları öğrenir. Ama yetişkin, "ben" diye kendisini gösterince, çocuk da biraz önceki yönteme uyarak ona da "ben" der. çocuk, dilin ben merkezli olduğunu henüz ayrımlıyamayaz. Belli bir zaman sonra çocuğun ben-sen ayrımına varması, onun başka ben'lerle iletişime girmesine, dolayısıyla toplumsallaşmasına yol açar.
Amerikalı sosyal filozof George Herbert Mead, toplumsal sürecin bir parçası olan ben-özdeşliğinin, bu sürecin düpedüz bir ürününden ya da düpedüz bir yansımasından daha fazla bir şey olduğunu öne sürer. O, toplumsal kavram olarak gördüğü ben-özdeşliğini, ahlâksal yaşantımızın bir çözümü için temel olarak alır.7 Mead söylüyor: "Toplumsal varlık olarak biz ahlâksal varlığız. Bir yanda özdeşliği olanaklı kılan toplum, diğer yanda yüksek örgenleşmiş toplumu olanaklı kılan özdeşlik. Her ikisi ahlâksal davranışta bir diğerine karşılık gelir."8 Bizim açımızdan da insanın kendi varlığının ayırdında olması, bir ben bilincine sahip olması, onun bir ben-sen ayırmına varmasını, dolayısıyla onun toplumsal varoluşa katılmasını olanaklı kılarken, karşı yönden söylendikte, toplumsal varoluş, onun ben bilincini, ben-özdeşliğini, yani kişiliğini kazanmasına hizmet eder. Ancak bize göre bu karşılıklı etkileşimde temel olan, öncelikli olan ben bilincidir. çünkü hayvanlar da topluluk, yani sürü halinde yaşıyor olmakla birlikte, bu durum tek başına onların ben bilincine sahip olmasına yetmez.
Ben bilinci, ben-sen ayrımının ve ben ile ben-olmayanın ayrımının bilgisi, insanın bireysel gelişiminde olduğu gibi, tarihsel-toplumsal ilerleme sürecinde de aynı yol üzerinde bulunur. İlkel toplumlarda görülen, insan ve çevresi ayırımının, başka bir deyişle ben ile ben-olmayanın ayrımının bilgisinin tam olarak oluşmamış olmasına, ilkel insanın çevresindeki nesneleri, "ağaç adam", "ay adam" gibi adlandırmalarından, antropolojik bulgulardan çıkarsama ile varılabilir. Gerçi bu ayrımsızlık, bugün özlemini çektiğimiz insan-doğa uyumunun bu toplumlarda tam olarak gerçekleşmiş olduğunu gösterir. Ancak bizim için sorun, özlenen doğa ile uyum sorunudur. Doğanın özlenmesi için ondan kopmak gerekliydi. İlkel toplumlarda olduğu varsayılan insan-doğa özdeşliği, henüz doğadan bir kopuşun gerçekleşmediği, bir anlamda hayvansal bir özdeşlik durumuna benzerdir. Orada insanın doğayı özlemesi söz konusu değildi; çünkü insan doğanın içinde, onun saf çocuğu idi. Özlem, ancak ayrımlaşmadan sonra ortaya çıkar. Yine bu toplumlarda ben ile ben-olmayan ayrımı gibi, bunun insansal çevredeki karşılığı olan ben-sen ayrımının da tam olarak ortaya çıktığı söylenemez. Burada bireysel suç ve cezanın olmaması, bu düşüncemizi destekler. Suç da ceza da topluluğa ilişkindir. Ben-özdeşliğinin, ben-sen ayrımının, ahlâksal bilinç ve duygu için gerekli olan bu temelin ilkel insanda tam olarak ortaya çıkmamış olması, onda ahlâksal bilincin ve duygunun da tam olarak gelişmemiş olduğunu gösterir. Bununla ilkel insanın ahlâksız olduğunu söylüyor değiliz Belki de tam tersine o, çağdaş insandan çok daha ahlâklıydı. Daha doğru bir deyimle, bu insan için bir ahlâk sorunu yoktu; o, doğal bir tarzda yaşamını sürdürüyor olsa gerekti. Orada nasıl ki insan-doğa çatışması yok idiyse, olmayan ben-sen ayrımının doğuracağı ahlâksal sorunlar da olmazdı. Ahlâk sorunu ahlâksal çatışmanın olduğu yerde söz konusudur. Nasıl ki biz, mantıklı olanı mantıksız bir şeyle karşılaştığımız zaman ayrımlıyorsak, ahlâksallığı da ahlâksızlığın olduğu yerde görürüz. Eğer biz ağzımızı her açışımızda kendiliğinden mantıklı konuşsaydık, her yapıp etmemiz mantıklı olsaydı, o zaman biz ne mantıklı olanı ne de mantıksız olanı bilirdik; birer otomattan farksız olurduk. Bunun gibi, ahlâklı-ahlâksız karşıtlığı ve bunun bilincinin olduğu yerde, ancak ahlâktan söz edilebilir.
Ben-bilinci, ben-özdeşliği ve kişilik kavramlarının yaklaşık aynı anlama geldiğini belirtmiştik. Şimdi bu düşüncemize daha bir açıklık getirmek istiyoruz. Ben-özdeşliği, "Ben benim." deyişiyle bir yineleme, bir özdeşlik olarak dile gelir. Bu deyişi her topluluktan, her ulustan olan herhangi bir kişi, kendi dilinde söyleyebilir ve bu deyim her kullanımında doğru olur. Ama örneğin, "Ben bir Türk'üm." deyimini Türk olmayan biri söylediğinde, bu yanlış olur. Birincisi bir kişinin kendi kendisiyle özdeş olmasını, bir kişi olmasını, bir kişiliği dile getirmesine karşın, ikincisi bir topluluğa, yani kendisinden başka bir şeye ait olmayı dile getirmekle, bir kimlik deyimi olur. Kişinin bir topluluğa ait oluşu, bir özdeşlik halini aldığında o, artık kendi kişiliğini, yani ben-özdeşliğini yitirir; ait olduğu topluluğun, yine kendisi gibi onunla özdeşleşmiş herhangi bir üyesi olur; onun kimliği kişiliğinin yerini alır.9
Ait olunan toplulukla özdeşleşme, kişiliği yok etmesine karşın, kişilik yine de toplum içinde gelişir. çünkü kişiliğin vazgeçilemez bir koşulu olan ahlâksallık, ancak toplumda ortaya çıkar. Tek başına yaşayan insanın ahlâksallığa da ihtiyacı yoktur. İnsanın toplumsal olması, bir ben-sen ilişkisi içinde olması anlamına gelir. "Sen", kendisine "ben" diyen başka bir bendir. Ben-sen ilişkisi, sen'in başka bir ben olduğunun bilinciyle ahlâksal duyguyu doğurur. Böylece kişi, kendi beni için istediğini veya istemediğini başka ben için de geçerli sayar. Ahlâkın evrenselliğinin temeli de tüm başka ben'lerin birer ben olduğunun bilinmesi üzerine kurulabilir. Bir insanın bütün insanlardan sorumlu olmasının anlamı, onun bütün ben'leri kendi beninde görebilmesidir. İnsanlık (hümanite) düşüncesi de bundan başka bir şey değildir.
Ben bilinci, ben-sen ayrımı ve sen'deki ben'in bilinci, insana özgü olan bu varlıksal yapı, ahlâksal duygunun ve değer vermenin temelidir. Ancak insanda böyle bir varlıksal temelin olması, onun kendiliğinden ahlâksal eylemde bulunmasını gerektirmez. Ahlâksal duygu, ahlâksal eylemin gerçekleşmesinde hareket ettirici rol oynamakla birlikte yeterli değildir. Aksi halde tüm insanlar, tüm eylemlerinde ahlâksal iyiyi gerçekleştirmiş olurdu. İnsanda hem ahlâksal duygunun geliştirilmesi hem bunun ahlâksal eylemi gerçekleştirilebilmesi için onun eğitimine ihtiyaç vardır. Böyle bir eğitim, ahlâksal davranışlarda alışkanlık kazanma ile olur. Aristoteles, haklı olarak karakter erdemlerinin, ahlâksal değerlerin (ethike) alışkanlıkla (ethos) edinildiğini belirtirken, bu iki sözcük arasındaki kökensel birliğe işaret eder.10 Nasıl ki insanda ben-sen bilincinin ortaya çıkması için belli bir yaşa gerek var idiyse, aynı şekilde, eğitimle geliştirilecek ahlâksal duygunun, ahlâksal bilince, başka bir deyişle vicdana dönüşmesinin de belli bir yaşı vardır. Vicdanın oluşumu için gereken yaş on üç on dörttür.
Vicdanın, gerçekten iyi ile kötüyü ayırabilme yetisi olabilmesi için onun bilgiyle berkitilmesi gereklidir. çünkü belli bir davranışta iyi olanı yapmak isteyen birinin, bu davranış için doğru olanı da bilmesi gerekir. Aksi halde bilmeden kötüyü yapmış olabilir. Gerçi bu, her zaman olanaklı olmayabilir. Bu nedenle, Kant'ın eylemin sonucunun değil, onun temelindeki iyiyi istemenin ahlâksallığı belirleyeceğini söylemesi haklılık kazanır. çünkü sonuç rastlantısaldır. İyi diye öngörülen bir sonuç, kötü de olabilir. Ama bu, yine de bilgi eksikliğinin açıkça yol açtığı kimi durumlar için geçerli değildir. Örneğin, arabası yanan birine yardım olsun diye, benzin yangınına söndürücü köpük yerine bir kova su atmanın yangını daha da artıracağı önceden bilinebilir; yani sonuç rastlantısal değildir. Ahlâksal eylem için yalnızca bilgi de yetemez. Buna bir de estetik beğeninin katılması gerekir. Aksi halde ham, kaba bir ahlâkçılığa varılabilir. Sonuç olarak, iyiyi isteme, doğru bilgi, güzellik duygusu yoluyla, eş deyişle, iyi-doğru-güzel ide'lerinin birliği yoluyla insan ruhunda oluşturulacak temel, ahlâksal yargı ve eylem için güvenilir dayanak olur.
İnsanın ayırıcı temel bir niteliği olan ben bilinci nasıl bir bilgidir? O, bir deney bilgisi midir? Deney bilgisi, her şeyden önce, deneyen bir özne ile denenen bir nesne ayrımını gerektirir. Aynı anda var olduğumu bilmekte olan bir ben'im ile var olan bir ben'im diye biri özne, diğeri nesne olan, birbirinin karşısında iki ayrı ben'im var değildir. Dolayısıyla ben kendi var olduğumu deneyemem. Var olduğumun bilgisi, her türlü deneyden önce ve her türlü deneyin koşulu olarak sahip olduğum, intuitif bir bilgidir. Başka bir deyişle ben var olduğumun ayırdındayım. Kendi var olduğunun ayırdında olan özne, kendi dışındaki çevresinin, eş deyişle, ben-olmayanın da bilgisine sahiptir. Kendi dışındaki nesnelerin nasıl oldukları özne için bir deney bilgisi olmasına karşın, onların var oldukları da yine bir deney bilgisi değildir. Burada deney bilgisi için gerekli olan bir özne-nesne ayrımı olmakla birlikte diğer bir koşul olan, deneyin sonucunun başka türlü de olabileceği koşulu ek¤¤¤¤¤r. Bir şeyin var olduğunu deneyebilmem için onun yok olduğunun da deneyim için olanaklı olması gerekir. Ben ne kendi var olduğumu ne de benim dışındaki nesnelerin var olduklarını denerim. Ben'in bilgisi ile ben-olmayanın bilgisi öznede birlikte meydana gelir ve birbirlerini karşılıklı olarak besler. Bu ikisi arasındaki döngüsellikte hareket noktamız, bilgibilimsel bakımdan ben bilgisidir; varlıkbilimsel bakımdan hangisinin önce geldiğini söyleyecek durumda değiliz.
Ben ile ben-olmayanın ayırdında olan insan, kendisi ile çevresi arasında kurduğu ilişkide bir değer kavramına varabilir. O, önündeki bir çalı parçası ile bir insan, hatta bir hayvan arasında ayrım yapar, çalı parçasına davrandığı gibi diğerlerine davranmaz. Nesnelere bu farklı davranma, onlara verilen değerle ilgilidir. Nesnelere farklı davranmak ve onlara değer vermek ise, doğrudan doğruya onların algılanmasında içsel olarak bulunur. Bir kişinin iki ayrı nesneye karşı ayrı davranmada olduğu gibi bir ve aynı olay karşısında iki ayrı insanın farklı davranması da yine temelini algıda bulur. Aynı olaya tanık olan iki ayrı insanın hem bu olayı algılamaları, betimlemeleri hem de onun hakkındaki yargıları ve bu yargılara dayanan eylemleri farklılık gösterir. Burada bu iki insanın ilgileri, eğilimleri, ruh durumları, sosyo-kültürel konumları vb. rol oynar. Algılanan şeyin aynı olması karşısında farklı algı tarzları bulunur. Algının, duyumun, Grekçe deyimiyle "aisthesis"in değer duygusunun, başka bir deyişle ahlâksal duygunun temelinde bulunmasının anlamı budur. Bu nedenle örneğin Joseph Brodsky, "Estetik etikin anasıdır." der.1
Öznenin algı ve duyumlarında sözü edilen farklılık, duyuların yönlendirilebilmesi olanağını da özneye verir. Estetik'in kurucusu A.G. Baumgarten, "aşağı bilgi yetileri"nin, yani duyuların sevk ve yönetime ihtiyaç duyduğunu, bu işi de estetiğin üstlendiğini söyler.2 Estetik etkinliklerde bulunan insanın ulaşabileceği ruh yüceliğinin, onun ahlâksal duygusu üzerinde olumlu etkiler bırakacağı açıktır. Böyle bir etkinin ahlâksal yargı ve davranışlarda rol alması da istenen bir durumdur. Etik-estetik bağıntısının daha da ileriye götürülüp, her ikisinin birliğinden söz edenler de vardır.3 Ahlâksal yargının duyum ve algıya dayandığı, Hume'ca da açıkça söylenmişti: "Ahlâksal doğru ve ahlâksal reddetme üstüne olan yargılarımız kuşkusuz algılardır; tüm algılar da ya izlenim ya tasarımlardır."4 Kuşkusuz ahlâksal duygu da eninde sonunda bir duyum olmakla onun algısal bir temeli olduğu açıktır.
Ancak bu durum, ahlâksal duygu ile genellikle duyum arasındaki ayrımları görmemize engel değildir. Duyum, algı, yalnızca insana özgü değildir. Hayvanların da algıları, duyumları vardır. Öyleyse neden hayvanlar ahlâksal duyguya sahip değildir? Bir hayvanın, örneğin bir köpeğin çevresindeki nesneleri algılaması ile bir insanın aynı nesneleri algılaması farklıdır. Ne bir ben bilincine ne de ben ile ben-olmayan ayrımına sahip olan hayvanın nesneleri bir değer sıra düzenine sokması söz konusu değildir. Esasen hayvanın yaşaması için böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Bir hayvan türü içinde düzeni sağlayan, hayvan davranışlarını yönlendiren içgüdüdür. Hayvan türleri arasında ise bir "doğal denge" söz konusudur. Oysa ne belli bir toplumda yaşayan insanlar arasında düzeni sağlayan bir içgüdüden ne de ayrı toplumlar arasında doğal denge benzeri bir şeyden söz etmek olasıdır. Buna göre, insanların ister belli bir toplum içinde ister toplumlar arasında ilişkilerini düzenleyen, bu sayede onların varoluşlarını güvence altına alan düzeneklere gerek vardır. Bu da ahlâk ve hukuktur. Ahlâk hukukun temelidir: ahlâksız bir hukuk olamaz. Hukukun egemenliğinin sağlanması için de ahlâksal duygunun varlığı koşuldur. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu düşünülürse, onun toplumsallığının bir koşulu olan ahlâkın, aynı zamanda onun varlıksal bir koşulu da olduğu buradan çıkan sonuç olarak kendiliğinden anlaşılırdır.
Her ahlâk buyruğu, bir değer yargısıdır. Tüm değerler, üç ide başlığı altında toplanır: "doğru", "iyi" ve "güzel". Tüm yargılarımız bu üç ide'den birine yöneliktir. Bunlardan birincisi, yani doğru değeri ile diğer ikisi arasındaki başlıca bilgibilimsel ayrım şuradadır: Öznenin, nesnedeki bir özelliği nesne kavramına yüklemekle elde ettiği yargı, doğru ya da yanlış değerini alabilen nesnel bir yargıdır ve bu, deneyle denetlenebilen bir genel geçerliğe sahiptir. Oysa iyi ve güzel değerlerini alan yargılarda durum farklıdır. Burada iyi ve güzel, nesnedeki birer özellik değil, fakat öznenin kendisinin sahip olduğu ve nesneye yüklediği birer değer olmakla yargı öznel olur. Böyle bir yargı ise nesnel bir genel geçerliğe değil, fakat özneler arası bir geçerliliğe sahip olabilir. Bu durumu, Hume açısından şöyle dile getirebiliriz: Doğruluk ve yanlışlık için nesne ve olayların tasarımlarının onlara uyup uymaması söz konusudur; burada birbirine uygunluğu aranacak iki ayrı şey vardır. Oysa etik ve estetik yargıların dayandığı duygu, istek ve eylemlerimizde birbirine uygun olup olmadığı araştırılacak iki ayrı şey yoktur. Bunlar, asli olgular ve gerçekliklerdir; başka duygu, istek ve eylemlerimize hiçbir gönderimde bulunmaksızın kendi kendilerinde tamdırlar.5
Estetik ve etik yargılar arasında da ayrımlar vardır: Estetik yargının konusu doğa ürünleri ile insan yaratısı olan sanat yapıtları olmasına karşın, etik yargının konusu yalnızca insanın belli eylemleridir. Buna göre etik yargı, hem yargının öznenin sahip olduğu değeri taşıması bakımından hem de nesnesi bakımından insana ilişkin olma yönünde özel bir öneme sahiptir. Estetik ile etik yargılar arasında bir başka ayrım şuradadır: Kuşkusuz estetik yargının kendisi değil, ama bu yargının meydana gelmesinde öznenin sahip olduğu hoşlanma duygusu, yalnızca insana özgü değildir. Bilimcilerin söylediğine göre, yüksek dereceli bazı hayvanlarda biçimden hoşlanma duygusu vardır. Buna karşın, etik yargının temelini oluşturan ahlâksal duygunun hiçbir biçimde hayvanlarda da bulunduğu söylenmemiştir. Bu iki yargı türü arasında son bir ayrım, onların geçerlilik alanı ile ilgilidir. Estetik yargının geçerliliği, belli bir sanat anlayışı, belli bir sanatsal çevre için yeterli bulunmasına karşın, ahlâksal yargının tüm insanlar için geçerli olması istenir; ahlâksal yargının geçerliliğinin sınırlı olacağı belli bir ahlâksal çevreden söz edilmez.
Ahlâksal duygunun ve yargının insana özgülüğünün temelinde insanın özbilince sahip biricik varlık olduğu ve onun bilincinin çift katlı olduğu, başka bir deyişle, kendi üstüne katlanabilir olduğu bulunur. İnsan algı ile edindiği tasarımları belleğinde biriktirir ve bir zaman sonra belleğine yönelen bilinciyle tasarımları oradan şimdileştirir, yani onları anımsar. Bunun için onun bilincinin çift katlı olması gerekir. Bu çift katlılıktan kastedilen şudur: Biriktirilmiş algıların bellekte bulunması (birinci kat), onlara yönelen bilincin (ikinci kat) durumu. Esasen batı dillerinde "refleksiyon" denen düşünme de bilincin kendi üzerine katlanması demektir. Bilincin kendi üzerine katlanabilmesi için onun çift katlı olması gerekir. Oysa hayvanın zihni (intelekt) yalın kattır. O, tasarımları belleğinde biriktirip, sonra onları oradan alıp şimdileştirme, yani anımsama yetisine sahip değildir.6 Bu nedenle hayvan geçmiş bir anısını anımsayıp pişmanlık duymaz, vicdan azabı çekmez.
Kendi beninin ayırdında olma sonucunda kişi, ben-özdeşliğini, başka bir deyişle kişiliğini elde eder. Ben-özdeşliğinin dil kullanımıyla sıkı ilişkisi vardır. Her dil ben merkezlidir. İki üç yaşlarında, dili yeni öğrenmeye başlayan çocuk için en zor şey, "ben", "sen" zamirlerinin kullanılmasıdır. çocuk, bir yetişkinin kendisine gösterdiği nesnelerin adlarını bu sırada ona söylemesiyle adları öğrenir. Ama yetişkin, "ben" diye kendisini gösterince, çocuk da biraz önceki yönteme uyarak ona da "ben" der. çocuk, dilin ben merkezli olduğunu henüz ayrımlıyamayaz. Belli bir zaman sonra çocuğun ben-sen ayrımına varması, onun başka ben'lerle iletişime girmesine, dolayısıyla toplumsallaşmasına yol açar.
Amerikalı sosyal filozof George Herbert Mead, toplumsal sürecin bir parçası olan ben-özdeşliğinin, bu sürecin düpedüz bir ürününden ya da düpedüz bir yansımasından daha fazla bir şey olduğunu öne sürer. O, toplumsal kavram olarak gördüğü ben-özdeşliğini, ahlâksal yaşantımızın bir çözümü için temel olarak alır.7 Mead söylüyor: "Toplumsal varlık olarak biz ahlâksal varlığız. Bir yanda özdeşliği olanaklı kılan toplum, diğer yanda yüksek örgenleşmiş toplumu olanaklı kılan özdeşlik. Her ikisi ahlâksal davranışta bir diğerine karşılık gelir."8 Bizim açımızdan da insanın kendi varlığının ayırdında olması, bir ben bilincine sahip olması, onun bir ben-sen ayırmına varmasını, dolayısıyla onun toplumsal varoluşa katılmasını olanaklı kılarken, karşı yönden söylendikte, toplumsal varoluş, onun ben bilincini, ben-özdeşliğini, yani kişiliğini kazanmasına hizmet eder. Ancak bize göre bu karşılıklı etkileşimde temel olan, öncelikli olan ben bilincidir. çünkü hayvanlar da topluluk, yani sürü halinde yaşıyor olmakla birlikte, bu durum tek başına onların ben bilincine sahip olmasına yetmez.
Ben bilinci, ben-sen ayrımının ve ben ile ben-olmayanın ayrımının bilgisi, insanın bireysel gelişiminde olduğu gibi, tarihsel-toplumsal ilerleme sürecinde de aynı yol üzerinde bulunur. İlkel toplumlarda görülen, insan ve çevresi ayırımının, başka bir deyişle ben ile ben-olmayanın ayrımının bilgisinin tam olarak oluşmamış olmasına, ilkel insanın çevresindeki nesneleri, "ağaç adam", "ay adam" gibi adlandırmalarından, antropolojik bulgulardan çıkarsama ile varılabilir. Gerçi bu ayrımsızlık, bugün özlemini çektiğimiz insan-doğa uyumunun bu toplumlarda tam olarak gerçekleşmiş olduğunu gösterir. Ancak bizim için sorun, özlenen doğa ile uyum sorunudur. Doğanın özlenmesi için ondan kopmak gerekliydi. İlkel toplumlarda olduğu varsayılan insan-doğa özdeşliği, henüz doğadan bir kopuşun gerçekleşmediği, bir anlamda hayvansal bir özdeşlik durumuna benzerdir. Orada insanın doğayı özlemesi söz konusu değildi; çünkü insan doğanın içinde, onun saf çocuğu idi. Özlem, ancak ayrımlaşmadan sonra ortaya çıkar. Yine bu toplumlarda ben ile ben-olmayan ayrımı gibi, bunun insansal çevredeki karşılığı olan ben-sen ayrımının da tam olarak ortaya çıktığı söylenemez. Burada bireysel suç ve cezanın olmaması, bu düşüncemizi destekler. Suç da ceza da topluluğa ilişkindir. Ben-özdeşliğinin, ben-sen ayrımının, ahlâksal bilinç ve duygu için gerekli olan bu temelin ilkel insanda tam olarak ortaya çıkmamış olması, onda ahlâksal bilincin ve duygunun da tam olarak gelişmemiş olduğunu gösterir. Bununla ilkel insanın ahlâksız olduğunu söylüyor değiliz Belki de tam tersine o, çağdaş insandan çok daha ahlâklıydı. Daha doğru bir deyimle, bu insan için bir ahlâk sorunu yoktu; o, doğal bir tarzda yaşamını sürdürüyor olsa gerekti. Orada nasıl ki insan-doğa çatışması yok idiyse, olmayan ben-sen ayrımının doğuracağı ahlâksal sorunlar da olmazdı. Ahlâk sorunu ahlâksal çatışmanın olduğu yerde söz konusudur. Nasıl ki biz, mantıklı olanı mantıksız bir şeyle karşılaştığımız zaman ayrımlıyorsak, ahlâksallığı da ahlâksızlığın olduğu yerde görürüz. Eğer biz ağzımızı her açışımızda kendiliğinden mantıklı konuşsaydık, her yapıp etmemiz mantıklı olsaydı, o zaman biz ne mantıklı olanı ne de mantıksız olanı bilirdik; birer otomattan farksız olurduk. Bunun gibi, ahlâklı-ahlâksız karşıtlığı ve bunun bilincinin olduğu yerde, ancak ahlâktan söz edilebilir.
Ben-bilinci, ben-özdeşliği ve kişilik kavramlarının yaklaşık aynı anlama geldiğini belirtmiştik. Şimdi bu düşüncemize daha bir açıklık getirmek istiyoruz. Ben-özdeşliği, "Ben benim." deyişiyle bir yineleme, bir özdeşlik olarak dile gelir. Bu deyişi her topluluktan, her ulustan olan herhangi bir kişi, kendi dilinde söyleyebilir ve bu deyim her kullanımında doğru olur. Ama örneğin, "Ben bir Türk'üm." deyimini Türk olmayan biri söylediğinde, bu yanlış olur. Birincisi bir kişinin kendi kendisiyle özdeş olmasını, bir kişi olmasını, bir kişiliği dile getirmesine karşın, ikincisi bir topluluğa, yani kendisinden başka bir şeye ait olmayı dile getirmekle, bir kimlik deyimi olur. Kişinin bir topluluğa ait oluşu, bir özdeşlik halini aldığında o, artık kendi kişiliğini, yani ben-özdeşliğini yitirir; ait olduğu topluluğun, yine kendisi gibi onunla özdeşleşmiş herhangi bir üyesi olur; onun kimliği kişiliğinin yerini alır.9
Ait olunan toplulukla özdeşleşme, kişiliği yok etmesine karşın, kişilik yine de toplum içinde gelişir. çünkü kişiliğin vazgeçilemez bir koşulu olan ahlâksallık, ancak toplumda ortaya çıkar. Tek başına yaşayan insanın ahlâksallığa da ihtiyacı yoktur. İnsanın toplumsal olması, bir ben-sen ilişkisi içinde olması anlamına gelir. "Sen", kendisine "ben" diyen başka bir bendir. Ben-sen ilişkisi, sen'in başka bir ben olduğunun bilinciyle ahlâksal duyguyu doğurur. Böylece kişi, kendi beni için istediğini veya istemediğini başka ben için de geçerli sayar. Ahlâkın evrenselliğinin temeli de tüm başka ben'lerin birer ben olduğunun bilinmesi üzerine kurulabilir. Bir insanın bütün insanlardan sorumlu olmasının anlamı, onun bütün ben'leri kendi beninde görebilmesidir. İnsanlık (hümanite) düşüncesi de bundan başka bir şey değildir.
Ben bilinci, ben-sen ayrımı ve sen'deki ben'in bilinci, insana özgü olan bu varlıksal yapı, ahlâksal duygunun ve değer vermenin temelidir. Ancak insanda böyle bir varlıksal temelin olması, onun kendiliğinden ahlâksal eylemde bulunmasını gerektirmez. Ahlâksal duygu, ahlâksal eylemin gerçekleşmesinde hareket ettirici rol oynamakla birlikte yeterli değildir. Aksi halde tüm insanlar, tüm eylemlerinde ahlâksal iyiyi gerçekleştirmiş olurdu. İnsanda hem ahlâksal duygunun geliştirilmesi hem bunun ahlâksal eylemi gerçekleştirilebilmesi için onun eğitimine ihtiyaç vardır. Böyle bir eğitim, ahlâksal davranışlarda alışkanlık kazanma ile olur. Aristoteles, haklı olarak karakter erdemlerinin, ahlâksal değerlerin (ethike) alışkanlıkla (ethos) edinildiğini belirtirken, bu iki sözcük arasındaki kökensel birliğe işaret eder.10 Nasıl ki insanda ben-sen bilincinin ortaya çıkması için belli bir yaşa gerek var idiyse, aynı şekilde, eğitimle geliştirilecek ahlâksal duygunun, ahlâksal bilince, başka bir deyişle vicdana dönüşmesinin de belli bir yaşı vardır. Vicdanın oluşumu için gereken yaş on üç on dörttür.
Vicdanın, gerçekten iyi ile kötüyü ayırabilme yetisi olabilmesi için onun bilgiyle berkitilmesi gereklidir. çünkü belli bir davranışta iyi olanı yapmak isteyen birinin, bu davranış için doğru olanı da bilmesi gerekir. Aksi halde bilmeden kötüyü yapmış olabilir. Gerçi bu, her zaman olanaklı olmayabilir. Bu nedenle, Kant'ın eylemin sonucunun değil, onun temelindeki iyiyi istemenin ahlâksallığı belirleyeceğini söylemesi haklılık kazanır. çünkü sonuç rastlantısaldır. İyi diye öngörülen bir sonuç, kötü de olabilir. Ama bu, yine de bilgi eksikliğinin açıkça yol açtığı kimi durumlar için geçerli değildir. Örneğin, arabası yanan birine yardım olsun diye, benzin yangınına söndürücü köpük yerine bir kova su atmanın yangını daha da artıracağı önceden bilinebilir; yani sonuç rastlantısal değildir. Ahlâksal eylem için yalnızca bilgi de yetemez. Buna bir de estetik beğeninin katılması gerekir. Aksi halde ham, kaba bir ahlâkçılığa varılabilir. Sonuç olarak, iyiyi isteme, doğru bilgi, güzellik duygusu yoluyla, eş deyişle, iyi-doğru-güzel ide'lerinin birliği yoluyla insan ruhunda oluşturulacak temel, ahlâksal yargı ve eylem için güvenilir dayanak olur.