KENDİNİ BİLMEK HADDİNİ BİLMEKTİR
Kendini bilmeyen, kendi dışındaki dünyayı anlamlandıramıyor. Asıl önemlisi, kendini bilmeyen insan Rabbi'ni hakkıyla bilme şansından mahrum kalıyor. Peki neden? İnsan kendi dışındaki varlık alemini bilmek için neden kendini bilmek zorunda?
“Ben” bilgisi, teknik bir felsefe tartışması değil. İnsanın kendini bilmesi, varoluşunu anlamlı kılan eylemlerin başında geliyor.
İnsan, bu dünyaya ‘öteki'yle, yani kendi dışındaki insan ve varlıklarla yaşamak için gönderilmiş bir varlık. İnsan sıfatının kemale ermesi, ancak kollektif /ortaklaşa bir yaşam ile mümkün. Örneğin konuşmak, ancak sizi dinleyen birinin olduğu bir ortamda anlamlı bir eylemdir. Aynı şekilde, insan tek başına kültür ve medeniyet üretemez. Bütün bunlar bireyin dışında başka insanların ve kollektif yapıların bulunmasını zorunlu kılar.
İnsanın bu çevreyle ve kelimenin en geniş manasıyla ‘öteki' ile ilişkiye geçebilmesi için kendisinin kim olduğunu bilmesi gerekir. Yani kişi, neleri yapıp neleri yapamayacağı konusunda bir fikre sahip olmalıdır. Burada kendini bilmek, doğru ilişkiler içinde bulunmak olarak anlaşılabilir. Bizdeki tabiriyle insan ayağını yorganına göre uzattığında, kendi haddini de bilmiş olur. Buna göre kendini bilmek, sadece zihinsel değil, aynı zamanda ahlâkî bir tavırdır.
Fakat kendini bilmenin tek anlamı bu değildir. Daha felsefî ve manevi bir düzlemde insan kendini bilerek yaradılışın manası üzerinde düşünmeye ba ş lar . Burada kendini tanımak, varlıkla ilgili en temel soruları sormak anlamına gelir. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Bütün bu varlıkların anlamı ne? Her şeyin bir gayesi var mı? Bu varlık alemi içinde benim yerim ne? Benim yaradılış amacım ne? Beni ben kılan aslî vasıflar nelerdir?
Kendini bilen, Rabbi'ni bilir
Bu soruları sorduğumuz anda, artık kendi bireysel dünyamızın dışına çıkmışız demektir. Modern bireycilik felsefelerinin tersine, bu soruları soran kişi kendi dünyasına hapsolmuş atomize bir varlık haline gelmez. İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan uzaklaştırmaz, bilakis diğer varlıklara yakınlaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Böyle bakınca, kendimiz de dahil , her şeyin ortak bir gaye uğrunda ve tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını görür.
Bizim geleneğimizde nakledilen bir söze göre -ki kimileri bunu hadis olarak da nakletmiştir- “kendini bilen, Rabbi'ni bilir”. Buna göre kendimizi bildiğimizde, Rabbimiz'i de bilme imkanına kavuşuruz. Mefhum-u muhalifiyle, yani tersinden düşünecek olursak, kendini bilmeyen kişi Rabbi'ni bilemez.
Kur'an -ı Kerim “Allah'ı unuttuğu için Allah'ın da onlara nefslerini /kendilerini unutturduğu” insanlardan bahseder. Yani Rabbimiz'i bilmek, kendimizi bilmenin adeta bir ön şartıdır. Çünkü ben bilgisi, doğru tanımlandığında bizi benlik duygusuna, tekebbüre değil, asıl geldiğimiz kaynağa götürür. Bu kaynak ilk ve son tahlilde Cenab -ı Hak olduğu için, kendimizi bilmek, Rabbimiz'i bilmek yolunda atılmış önemli bir adımdır.
Fakat insanın Rabbi'ni bulabileceği en önemli yer ne kitaplardır ne de fizik teorileri. Bu biricik bilginin edinileceği asıl yer insanın kalbidir. Hz. Peygamber Efendimiz'in “Rabbim alemlere sığmadı ama mümin kulunun kalbine sığdı” sözünü hatırlayın. Buna göre kalbi Allah'la dolu olan kişi, kendi iç dünyasına yöneldiğinde Rabbi'ne yönelmiş, O'na yaklaşmış olur.
Kendini bilmek suretiyle Rabbi'ni bilen kişi, aynı zamanda haddini de bilmiş olur. Çünkü kendisinin alem içindeki yerini ve Rabbi'yle olan ilişkisini kavrayan kişi, kibir gösteremez. Onun için tevazu sahibi olmak, salt ahlâkî bir sıfat değildir artık. Tevazu, burada varoluşsal bir anlam kazanır. Zaten ahlâkî bir erdem olarak tevazu, bizim varlık mertebeleri içinde sahip olduğumuz yerle irtibatlı ve paralel bir durumun ifadesidir.
Kendini böyle tanıyan insan, “ alemi ben yarattım” edasıyla ve kibirli bir şekilde yaşayamaz. Modern hümanizmin insanı ilâhlaştıran tavrının burada yeri yoktur. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” demek, artık felsefi anlamda mümkün değildir. Varoluşsal tevazu hali içinde olan kişi, kendini alemin üstünde değil, onun bir parçası olarak görür. Bu yüzden ünlü varoluşçu filozof Sartre'in “öteki cehennemdir” fikrine kendi dünyasında bir karşılık bulamaz.
Böyle bir atıf çerçevesini esas aldığımızda, kendimizi bilmek, bizi narsizme ve bireyciliğe götürmez. Tam tersine insan kendini daha büyük bir varlık diliminin parçası olarak gördüğü zaman yalnız olmadığını bilir. Bu ise “ alemde sadece ben varım” fikrine dayalı narsizme karşı en büyük meydan okumadır.
Bu yüzden kendini bilmek, içine kapanmak değil, varlığın anlamı üzerinde esaslı bir tefekkür ameliyesine girişmektir. Bu tefekkür bize sadece “ne yapabilirim?” sorusunun cevabını vermez. Bize aynı zamanda “ne yapmalıyım?” sorusuna doğru cevaplar bulma imkanı tanır. Bizim zaman ve mekânla olan irtibatımız, hep “ben kimim ve ne yapmalıyım?” sorularına verdiğimiz cevaplarla şekillenir.
Öğrenmenin amacı ne?
İnsanın bütün bilme eyleminin arkasında yatan da bu sorulara doğru ve anlamı bir cevap bulma çabası değil midir? En önemli soruyu doğru cevaplayamamış bir kişinin, on, hatta yüz tane ikincil soruyu doğru cevaplamış olmasının bir anlamı var mıdır? Bu yüzden Yunus Emre ilim tahsil etmenin amacını, kendini bilmek olarak tanımlıyor.
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
Hz. Mevlâna'nın anlattığı bir hikayeye göre, bir gün bir sultan bir elçisini uzak bir şehre gönderir. Bir emaneti o şehrin valisine ulaştırmasını ister. Elçi yola çıkar. Meşakkatli bir yolculuktan sonra şehre varır. Şehre geldiğinde valiye emaneti ulaştırmak yerine başka işlerle meşgul olur. İlim meclislerine katılır. Şairleri dinler. Pazara gider, alışveriş yapar. İnsanlarla hasbihal eder. Bu gibi işlerle uğraşırken emaneti valiye ulaştırmayı unutur ve ülkesine geri döner. Sultanın huzuruna çıktığında o şehirde yaptıklarını ve bu gezinin kendisi için ne kadar faydalı olduğunu, ufkunun genişlediğini anlatır. Sultan emanetin yerine ulaşıp ulaşmadığını sorduğunda, elçi o konuyu tamamen unuttuğunu hatırlar. Ve çok mahcup olur, özür diler. Sultanın ona verdiği cevap ise kayda değerdir: “Ben seni o şehre tek bir iş için gönderdim. Sen ise onun dışında on iş yaptın ama asıl maksadına ulaşamadın geri geldin. Var bunun hesabını sen yap.”
İnsanın ilim ve amelleriyle kendini bilmesi arasındaki ilişki, bu hikayedeki elçinin aslî göreviyle yaptığı tali şeyler arasındaki ilişkiye benziyor. Eğer insan “ben kimim?” sorusuna sahih bir cevap verememişse, başka sorulara doğru cevap vermiş olması onun kurtuluş ve huzuru için yeterli olmuyor.
Enformatik cehaletin her tarafımızı kuşattığı günümüzde, bilgi devrimi masalını bir kenara bırakıp, kendi benimiz, nefsimiz, varlığımız üzerinde düşünelim. Kendimizi bilmeden “öteki”ni bilemeyeceğimizi yeniden hatırlayalım.
HALİL AKGÜN
Kendini bilmeyen, kendi dışındaki dünyayı anlamlandıramıyor. Asıl önemlisi, kendini bilmeyen insan Rabbi'ni hakkıyla bilme şansından mahrum kalıyor. Peki neden? İnsan kendi dışındaki varlık alemini bilmek için neden kendini bilmek zorunda?
“Ben” bilgisi, teknik bir felsefe tartışması değil. İnsanın kendini bilmesi, varoluşunu anlamlı kılan eylemlerin başında geliyor.
İnsan, bu dünyaya ‘öteki'yle, yani kendi dışındaki insan ve varlıklarla yaşamak için gönderilmiş bir varlık. İnsan sıfatının kemale ermesi, ancak kollektif /ortaklaşa bir yaşam ile mümkün. Örneğin konuşmak, ancak sizi dinleyen birinin olduğu bir ortamda anlamlı bir eylemdir. Aynı şekilde, insan tek başına kültür ve medeniyet üretemez. Bütün bunlar bireyin dışında başka insanların ve kollektif yapıların bulunmasını zorunlu kılar.
İnsanın bu çevreyle ve kelimenin en geniş manasıyla ‘öteki' ile ilişkiye geçebilmesi için kendisinin kim olduğunu bilmesi gerekir. Yani kişi, neleri yapıp neleri yapamayacağı konusunda bir fikre sahip olmalıdır. Burada kendini bilmek, doğru ilişkiler içinde bulunmak olarak anlaşılabilir. Bizdeki tabiriyle insan ayağını yorganına göre uzattığında, kendi haddini de bilmiş olur. Buna göre kendini bilmek, sadece zihinsel değil, aynı zamanda ahlâkî bir tavırdır.
Fakat kendini bilmenin tek anlamı bu değildir. Daha felsefî ve manevi bir düzlemde insan kendini bilerek yaradılışın manası üzerinde düşünmeye ba ş lar . Burada kendini tanımak, varlıkla ilgili en temel soruları sormak anlamına gelir. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Bütün bu varlıkların anlamı ne? Her şeyin bir gayesi var mı? Bu varlık alemi içinde benim yerim ne? Benim yaradılış amacım ne? Beni ben kılan aslî vasıflar nelerdir?
Kendini bilen, Rabbi'ni bilir
Bu soruları sorduğumuz anda, artık kendi bireysel dünyamızın dışına çıkmışız demektir. Modern bireycilik felsefelerinin tersine, bu soruları soran kişi kendi dünyasına hapsolmuş atomize bir varlık haline gelmez. İnsanın kendi iç dünyasına yönelmesi onu dış dünyadan uzaklaştırmaz, bilakis diğer varlıklara yakınlaştırır. Çünkü kendini doğru tanıyan kişi, bütün varlıkların anlamı ve amacı konusunda derinlikli bir bakış açısına sahip olur. Böyle bakınca, kendimiz de dahil , her şeyin ortak bir gaye uğrunda ve tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını görür.
Bizim geleneğimizde nakledilen bir söze göre -ki kimileri bunu hadis olarak da nakletmiştir- “kendini bilen, Rabbi'ni bilir”. Buna göre kendimizi bildiğimizde, Rabbimiz'i de bilme imkanına kavuşuruz. Mefhum-u muhalifiyle, yani tersinden düşünecek olursak, kendini bilmeyen kişi Rabbi'ni bilemez.
Kur'an -ı Kerim “Allah'ı unuttuğu için Allah'ın da onlara nefslerini /kendilerini unutturduğu” insanlardan bahseder. Yani Rabbimiz'i bilmek, kendimizi bilmenin adeta bir ön şartıdır. Çünkü ben bilgisi, doğru tanımlandığında bizi benlik duygusuna, tekebbüre değil, asıl geldiğimiz kaynağa götürür. Bu kaynak ilk ve son tahlilde Cenab -ı Hak olduğu için, kendimizi bilmek, Rabbimiz'i bilmek yolunda atılmış önemli bir adımdır.
Fakat insanın Rabbi'ni bulabileceği en önemli yer ne kitaplardır ne de fizik teorileri. Bu biricik bilginin edinileceği asıl yer insanın kalbidir. Hz. Peygamber Efendimiz'in “Rabbim alemlere sığmadı ama mümin kulunun kalbine sığdı” sözünü hatırlayın. Buna göre kalbi Allah'la dolu olan kişi, kendi iç dünyasına yöneldiğinde Rabbi'ne yönelmiş, O'na yaklaşmış olur.
Kendini bilmek suretiyle Rabbi'ni bilen kişi, aynı zamanda haddini de bilmiş olur. Çünkü kendisinin alem içindeki yerini ve Rabbi'yle olan ilişkisini kavrayan kişi, kibir gösteremez. Onun için tevazu sahibi olmak, salt ahlâkî bir sıfat değildir artık. Tevazu, burada varoluşsal bir anlam kazanır. Zaten ahlâkî bir erdem olarak tevazu, bizim varlık mertebeleri içinde sahip olduğumuz yerle irtibatlı ve paralel bir durumun ifadesidir.
Kendini böyle tanıyan insan, “ alemi ben yarattım” edasıyla ve kibirli bir şekilde yaşayamaz. Modern hümanizmin insanı ilâhlaştıran tavrının burada yeri yoktur. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” demek, artık felsefi anlamda mümkün değildir. Varoluşsal tevazu hali içinde olan kişi, kendini alemin üstünde değil, onun bir parçası olarak görür. Bu yüzden ünlü varoluşçu filozof Sartre'in “öteki cehennemdir” fikrine kendi dünyasında bir karşılık bulamaz.
Böyle bir atıf çerçevesini esas aldığımızda, kendimizi bilmek, bizi narsizme ve bireyciliğe götürmez. Tam tersine insan kendini daha büyük bir varlık diliminin parçası olarak gördüğü zaman yalnız olmadığını bilir. Bu ise “ alemde sadece ben varım” fikrine dayalı narsizme karşı en büyük meydan okumadır.
Bu yüzden kendini bilmek, içine kapanmak değil, varlığın anlamı üzerinde esaslı bir tefekkür ameliyesine girişmektir. Bu tefekkür bize sadece “ne yapabilirim?” sorusunun cevabını vermez. Bize aynı zamanda “ne yapmalıyım?” sorusuna doğru cevaplar bulma imkanı tanır. Bizim zaman ve mekânla olan irtibatımız, hep “ben kimim ve ne yapmalıyım?” sorularına verdiğimiz cevaplarla şekillenir.
Öğrenmenin amacı ne?
İnsanın bütün bilme eyleminin arkasında yatan da bu sorulara doğru ve anlamı bir cevap bulma çabası değil midir? En önemli soruyu doğru cevaplayamamış bir kişinin, on, hatta yüz tane ikincil soruyu doğru cevaplamış olmasının bir anlamı var mıdır? Bu yüzden Yunus Emre ilim tahsil etmenin amacını, kendini bilmek olarak tanımlıyor.
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
Hz. Mevlâna'nın anlattığı bir hikayeye göre, bir gün bir sultan bir elçisini uzak bir şehre gönderir. Bir emaneti o şehrin valisine ulaştırmasını ister. Elçi yola çıkar. Meşakkatli bir yolculuktan sonra şehre varır. Şehre geldiğinde valiye emaneti ulaştırmak yerine başka işlerle meşgul olur. İlim meclislerine katılır. Şairleri dinler. Pazara gider, alışveriş yapar. İnsanlarla hasbihal eder. Bu gibi işlerle uğraşırken emaneti valiye ulaştırmayı unutur ve ülkesine geri döner. Sultanın huzuruna çıktığında o şehirde yaptıklarını ve bu gezinin kendisi için ne kadar faydalı olduğunu, ufkunun genişlediğini anlatır. Sultan emanetin yerine ulaşıp ulaşmadığını sorduğunda, elçi o konuyu tamamen unuttuğunu hatırlar. Ve çok mahcup olur, özür diler. Sultanın ona verdiği cevap ise kayda değerdir: “Ben seni o şehre tek bir iş için gönderdim. Sen ise onun dışında on iş yaptın ama asıl maksadına ulaşamadın geri geldin. Var bunun hesabını sen yap.”
İnsanın ilim ve amelleriyle kendini bilmesi arasındaki ilişki, bu hikayedeki elçinin aslî göreviyle yaptığı tali şeyler arasındaki ilişkiye benziyor. Eğer insan “ben kimim?” sorusuna sahih bir cevap verememişse, başka sorulara doğru cevap vermiş olması onun kurtuluş ve huzuru için yeterli olmuyor.
Enformatik cehaletin her tarafımızı kuşattığı günümüzde, bilgi devrimi masalını bir kenara bırakıp, kendi benimiz, nefsimiz, varlığımız üzerinde düşünelim. Kendimizi bilmeden “öteki”ni bilemeyeceğimizi yeniden hatırlayalım.
HALİL AKGÜN