• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Kentsel Yoksulluk

KıRMıZı

TeK BaşıNa CUMHURİYET
V.I.P
Kentsel Yoksulluk


GİRİŞ

Bu çalışmada, temel değerlerinden birisi olarak her insanın üyesi olduğu toplum içerisinde gerekli katkıyı alabilmesini sağlamak olan sosyal hizmet mesleği perspektifinden, dünyada giderek artan “kentsel yoksulluk” sorununa İstanbul örneğinde değinilmektedir. Konunun kavramsal çerçevesi, kentleşme, kentlileşme, göç ve kentsel uyumsuzluğun sebepleri ve ortaya çıkardığı yansımalar, Türkiye’nin en büyük metropolü olan İstanbul bağlamında ele alınmaktadır.
"Kentsel yoksulluk" sorunun yapısal/küresel kaynaklarına bu bağlamda değinilmektedir. Kentsel yoksulluk sorunuyla ilgili literatür, ekonomik ve politik yapının yeniden örgütlenmesine vurgu yapmakta, refah devleti uygulamalarındaki gerilemenin, yoksulluk sorununu şiddetlendirdiği ileri sürülmektedir. Bu makalede, kentsel yoksulluk olgusunun kavramsal çerçevesi çizildikten sonra; İstanbul’da yoksulluk sorunda rol oynayan faktörlerin aydınlatılması için gerekli bilgilere yer verilerek kent yoksulluğunun ortaya çıkışı, tarihsel gelişimi de bu çerçevede ele alınmıştır.
Tüm diğer büyük metropoller gibi İstanbul’da dünyayı saran küresel yoksulluktan etkilenen bir metropol görünümündedir. Bu çalışmada, kentsel yoksulluk probleminin gelişimi ve sebepleri üzerinde görüşler ortaya konmuştur. Genelden özele bir gelişim izlenmiştir. Önce dünya sonra Türkiye ve özelde de İstanbul’a inilmiştir.
İnsanın gelişmesi için eşitlikçi sosyal refah yapılarını yaygınlaştırmayı görev edinmiş sosyal hizmet mesleği kent yoksulluğunu azaltmaya, önlemeye çalışan bir meslektir.
21. yüzyıla girdiğimiz ve insanlığın bilgi toplumu sürecini yaşadığı bir dönemde, insanların ekonomik ve sosyal politikalar vasıtasıyla refah ve mutluluk içinde yaşamaları önem taşımaktadır. Yoksulluk, yalın kelime haliyle bile korkunç bir insanlık gerçeğini yansıtmaktadır. Dünyada yaklaşık olarak her beş kişiden birisi yoksuldur. Buna ilave olarak bölgesel sorunlar, iç savaşlar ve ekonomik ambargolar gibi dolaylı sebeplerden dolayı da insanlar istemeseler dahi yoksulluğa mahkum edilmektedirler. Yoksulluk özellikle kadın ve çocukları son derece olumsuz biçimde etkilemektedir. Hayat standartlarında ortaya çıkan dengesiz gelişmeler, gelir dağılımı bozuklukları ve ilave olarak pek çok dışsal etkenler yoksulluğu artırıcı etkiye sahiptir. Gelişme, çağdaşlaşma ve refah toplumu olma amacına uygun olarak, yoksullukla mücadele politikalarının geliştirilmesi ve süratle uygulanması önem kazanmaktadır(Eş,2000:4).

I. YOKSULLUK

1.1.Yoksulluk Nedir?
Geçinmekte çok sıkıntı çekilme durumu anlamına gelen yoksulluğun bir çok tanımı vardır. Yoksulluk (poverty) teriminin ilk anlamlı tanımı, 1901 yılında Seebohm Rowentree tarafından yapılmıştır. Bu tanıma göre yoksulluk, toplam kazançların, biyolojik varlığın devamı için gerekli olan yiyecek, giyim vb. asgari düzeydeki fiziki ihtiyaçları karşılamaya yetmemesidir (Field 1983:51).
Yoksulluk kavramının tanımlanması, kavramın doğasındaki dinamik ve göreli karakterden ötürü oldukça güçlükler içermektedir. Kavramın tanımlanmasındaki ve buna bağlı olarak ölçülmesindeki güçlük, yoksulluğun çeşitli boyutlarının birbirinden ayrılarak incelenmesi yöntemiyle giderilmeye çalışılmıştır. Diğer bir ifadeyle, yoksulluğun, hangi 'yoksunlukları' içerdiğinin saptanmasını gerektirmiştir. Buna göre, temel olarak iki tür yoksulluk ortaya çıkmaktadır:

Mutlak Yoksulluk ve Göreli Yoksulluk.

Mutlak yoksulluk; kişinin gelir ve tüketim harcaması bakımından sahip olduğu maddi güce bakılarak saptanmaktadır. Tüketim harcamalarına göre yapılan hesaplamalar, bir kimsenin günlük olarak alması gereken kaloriyi sağlayacak temel gıdaların gerektireceği harcamaya göre yapılmaktadır. Buna göre, en düşük maliyetli gıda harcamalarının parasal değeri bir yoksulluk eşiği oluşturmakta; gelir azlığı dolayısıyla bu eşiğin altında kalanlar 'mutlak yoksul' olarak nitelenmektedir. Mutlak yoksulluk yaklaşımı, kendi içinde pek çok sorun içermekle beraber; açlık sorununu da barındıran yetersiz beslenme koşullarıyla yüz yüze olan az gelişmiş ülkelerin yoksulluk durumunu tanımlamak için uygun görünmektedir(Şenses,2001:63).
Dünya Bankası, günlük geliri asgari 2400 kalori değerindeki besini almaya yetmeyen insanları, mutlak yoksul olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşıma göre, günlük bir dolarlık harcama seviyesi mutlak yoksulluk sınırını oluşturmaktadır. Günlük bir dolar mutlak yoksulluk sınırı, ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre farklılaştırılmıştır. Türkiye'nin dahil edildiği Doğu Avrupa ülkelerinin içinde bulunduğu grup için bu miktar dört dolardır(Seyyar, 2003: 39).
Bu bağlamda kişi başına tüketilen kalori düzeyine bağlı “mutlak yoksulluk” (absolute poverty) kavramı önemli bir göstergedir (DPT 2001:103).
Mutlak yoksulluk, insanın biyolojik olarak kendisini üretebilmesi için gerekli kaloriyi ve gerekli diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmeyen kişiler mutlak yoksul sayılmaktadırlar. Tanımın insanın biyolojik özelliklerini esas alarak yapılmış olması ona mutlaklık niteliği kazandırmaktadır. Göreli yoksulluk ise insanın bir toplumsal varlık olmasından yola çıkmaktadır. O toplumda kabul edilebilir en aşağı tüketim düzeyinin altında kalanlar göreli yoksul kabul edilmektedirler.
Günümüzde yoksulluk denildiğinde daha çok göreli yoksulluk kavramı anlaşılmaktadır. Mutlak yoksulluk için muhtaç (destitute) gibi daha özelleştirilmiş kavramlar yeğlenmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve daha sonraki yıllarda kabul edilen Avrupa Şartı gibi insan hakları belgelerinde insanın yaşam hakkı, onurlu yaşam hakkı olarak nitelenmiştir. Onurlu yaşam hakkı vurgulaması yaşam hakkının bireyin biyolojik yeniden üretimi düzeyinde düşünülmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle insan hakları belgelerinde gizil olan yoksulluk hattı (poverty line) anlayışının da göreli yoksulluk anlayışı üzerinden tanımlandığı-söylenebilir.

BM çevrelerinde yoksulluk kavramının operasyonalize edilebilmesi için “basic needs” (temel gereksinme) kavramı geliştirilmiştir. 1976 yılında Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) küresel konferansında ayrıntılı olarak tanımlanan temel gereksinmeler kavramı daha sonra Dünya Bankasınca da benimsenmiştir.

Temel gereksinimler;

1) Bir ailenin (beslenme, barınma, giyim vb.) özel tüketimi için gerekli minimumlar,
2) İçinde yaşanan topluluk için topluluk tarafından sağlanan toplu tüketim konusu olan gerekli hizmetler (güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, kamu ulaşımı, sağlık ve eğitim vb.),
3) Kendilerini etkileyen kararların alınmasına katılma,
4) Mutlak düzeydeki temel gereksinmelerin, temel insan haklarının daha geniş bir çerçevesi içinde karşılanması,
5) İstihdama temel gereksinme stratejisine hem amaç hem de araç olarak yaklaşılması, olarak tanımlanmıştır.
Bu aynı zamanda yoksulluğun ne olduğunu da tanımlamış bulunmaktadır. Temel gereksinmeler insan olmanın getirdiği onurlu yaşam hakkının evrensel düzeyde gerçekleştirilmesi olarak yorumlanabilir. Burada bireylerin toplumdan dışlanmasını engellemeye çalışan ve bireylerin kendi geleceklerini oluşturmada fırsatların tam olarak kapanmamasını sağlayan bir tutum bulunmaktadır.
Ama üzerinde uluslararası düzeyde uzlaşma sağlanmış olan bu yoksulluk çizgisinin yeterliliği her zaman eleştiriye açıktır. Bu yeterlilik ölçütü büyük ölçüde insana verilen değere bağlıdır. Eğer bir insanın hakkı onun varolan potansiyelini gerçekleştirmesine olanak verecek genel ve özel koşullar içinde yaşaması olarak düşünülürse, temel gereksinmeler tanımı dar kalacaktır. Temel gereksinmeler tanımına, kendini ifade edebilme, yaratıcılığını geliştirme ve kendini gerçekleştirme, mutlu ortamlarda yaşamını sürdürme gibi ögeleri eklemek gerekecektir.
Temel gereksinmelerin tanımına ilişkin bu yorumlar dışlanma gibi önemli bir başka kavramı gündeme getirmiş bulunuyor. 1960 lı yıllar için yoksulluk kavramı yaşanmakta olan toplumsal olguları kavramakta yeterli olurken, 1990’ların dünyasında “dışlanma” gibi acımasız bir olgunun gelişmesi karşısında artık yeterliliğini kaybetmektedir. Küreselleşen ve teknolojik olarak yeniden yapılanan dünya ekonomisi içinde uyum yapamayan gruplar ve kişiler daha kolayca dışlanabilmektedir. Dışlanma da üç farklı boyut kendisini göstermektedir. Bunlar emek piyasasından dışlanma, siyasal süreçlerden dışlanma ve toplumsal ilişki ağlarından dışlanmadır. Bu gruplar toplum dışına itilmişlerdir. Yoksullar belli bir ölçüde toplumla ilişkilidir. Sanayi toplumunun dünyasında sistemin yoksullara gereksinmesi vardır. Oysa bilgi toplumuna geçen küreselleşen dünya da varsılların yoksullara gereksinmesi süratle azalmakta ve dışlanma olgusu yaşanmaktadır. Böyle üç farklı boyutta dışlanmış bir bireyin ya da ailenin yoksulluk çizgisini aşması büyük ölçüde yok olmaktadır. Dışlananlar kronik yoksullar haline gelmektedir.
Yoksulluk deneyimi sadece bir gelir azlığı, temel kentsel hizmetlerden mahrum olma değildir, aynı zamanda alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekanında marjinalleşme, sağlıksız çevre koşullarında yaşamını sürdürme, adalet, eğitimden, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanabilme, şiddete daha açık olma, yeterli güvenliğe sahip olmamaktır. Bu bütünlük hem mekansal düzeyde hem bireysel düzeyde yoksulluğun sürekli olarak yeniden üretilmesinin koşullarını yaratmaktadır. Onun yaşanlar için bir kader gibi algılanmasına yol açmaktadır.
Yoksul bir ülkenin, gelişmemiş bir bölgesinin, fakir bir mahallesinde doğan bir çocuğun yoksul olma olasılığı çok yüksektir. Bu örnek bir yanlış anlayışa yol açmamalıdır. Gelişmiş bir ülkenin, dünya kenti niteliğindeki bir metropolünde, çok yoksul mahallelerin bulunması beklenen bir durumdur. Bu mahallelerde de yoksulluk hep birlikte yaşanan bir deneydir. Çocuğun içine doğduğu bir yoksul mahallede yoksulluk çok rahatsızlık uyandırmayan, razı olunan bir yaşam biçimi haline gelebilmektedir.
Yoksulluğa bir birey ya da aile düzeyinde yaklaşıldığında da bir bütün olarak yaşandığı görülmektedir. Yoksullar kendi yaşam deneylerinde, yeterli genişlik ve kalitede konut mekanlarına sahip değillerdir, toplumsal ilişki ağlarını geliştirecek fazla zamana sahip bulunmamaktadırlar, yeterli bilgi ve hünerlerle donatılmamışlardır, kendileri için uygun bilgilere, finansman kaynaklarına ulaşamamaktadır, bu koşullar birbirini desteklemekte, yoksulu içinden çıkamadığı bir yaşam biçimine hapsetmektedir.
İlkel toplumdan modern topluma ya da sanayi öncesi bir toplumdan sanayi toplumuna geçiş başarıyla gerçekleşebilseydi, yoksulluk olgusu büyük ölçüde ortadan kalkacaktı öngörülerine karşın, modernizm öncesinde nüfusun çok büyük kesimi kırsal alanlarda yaşamakta, tarım ile uğraşmakta, İçine kapalı küçük ekonomiler içinde kendi tüketimleri için üretim yapmakta ve üretimlerinin çok sınırlı bir kesimini pazara sunmakta idi. Geçimlik ekonomilerde üretim ve tüketim faaliyetleri birbirinden ayrışmamıştır. Sanayileşme sürecine girildiğinde ise piyasa için tarımsal üretime geçilerek köylülük kimliği dönüşüme uğramıştır. Köylerden çözülen büyük kitleler kentlerde sanayileşmenin ve ilgili hizmetlerdeki gelişmelerin yarattığı emek talebini karşılamak için kentlere doğru hareketlenmeye başlamıştır. Kente gelen bu köylü kitleleri kentteki yoksulluğun kaynağını oluşturmaktadır. Bu kitlelerin yoksulluğa kaynaklık etmesine değişik açıklamalar getirilebilmektedir. Bunlardan bir bölümü yapısaldır. Kapitalist sistemin karlılık oranlarını yüksek tutabilmesi için kentlerde işsiz yedek emek ordularına gereksinmesi bulunmaktadır. Yedek emek ordusu demek güvencesiz iş ve dolayısıyla yoksulluk demek olmaktadır. Kentlere gelen bu grupların, kent ekonomisinin gerektirdiği bilgi ve hünerlere sahip olmayışı, dolayısıyla düşük gelirli işlerde çalışmak ve gecekondu mahallerinde yaşamak durumda kalmalarına-neden-olmaktadır.
Eğer bir toplumda modernleşme sürecinde ileri aşamalara varılmış, uygun makro ekonomik politikalar izlenmiş ve yüksek istihdam düzeyleri sağlanmış olsa bile yine de yoksullar bulunmaktadır. Bunu dıştan gözleyenler yoksulluk olgusunun tamamen ortadan kaldırılamayışı için açıklamalar yapmak durumda kalmaktadır. Bunlardan biri toplumda zayıf ve duyarlı olanların (vulnerable) varlığıdır, özürlüler, korunmaya muhtaç çocuklar, yaşlılar vb. gruplar toplumda çok değişik nedenlerle zayıf kalmış olanlardır. Bu zayıflıkları onları yoksulluğa itmektedir. Bu nedenle yoksulluktan kurtulmalarına olanak verecek düzeyde yardım edilmelidirler. Bu toplumlarda zayıf ve duyarlı olanların dışında da hala bir yoksul kesim kalmaktadır. Onlar toplumun marjinalleri olarak adlandırılmaktadır. Bizim yoksulluk diye tanımladığımız kalitedeki bir yaşamı kendi yaşam biçimleri olarak seçmişlerdir. Böyle olunca da çok önemli sağlık sorunlarıyla karşılaşmadıkları sürece dıştan yardım edilmeye kapalı kalmaktadır.

Günümüzde eğer bir şahsın geliri onun temel ihtiyaçlarını karşılayacak seviyenin altına düşüyorsa, o şahıs yoksul kabul edilir. İşte bu asgari seviyeye “yoksulluk sınırı” (poverty line) denilmektedir (Ekin 2000:78). Dünya Bankasının 1990’daki çalışmasına göre bir insanın hayatta kalabilmesi için gerekli minimum kalori miktarı olan 2400k/cal “mutlak yoksul” olarak tanımlanmıştır (DPT 2001:104).
Yoksulluğun evrenselliği ve satın alma paritelerinin farklılıkları da düşünülerek, ortalama bir hesaplama yöntemi ile mutlak yoksulluk sınırı az gelişmiş ülkeler için kişi başına günde 1$ kabul edilirken, Latin Amerika ve Karaibler için bu sınır 2$, Türkiye’nin dahil olduğu ve Doğu Avrupa ülkelerinin de içinde bulunduğu grup için 4$, gelişmiş sanayi ülkeleri için 14.40$ olarak belirlenmiştir (DPT 2001:104).
Mutlak yoksulluk yaklaşımının salt gıda harcamaları üzerinde odaklanan “dar” biçimi yanında gıda dışı harcamaları da hesaba katan “geniş” biçiminden de söz edilebilir ( Şenses 2001:64).
Günümüzde mutlak yoksulluk kavramı beraberinde ülkeden ülkeye değişen “nisbi” yoksulluk kavramını da beraberinde getirmiştir. Nisbi yoksulluk, fakir hanehalkı veya birey ile o toplumda yaşayan ve mevcut şartlara göre ortalama bir gelire sahip olan hanehalkı veya birey arasındaki gelir kaynaklarına sahip olma gücü arasındaki açıklığı ifade etmektedir ( Dumanlı 1996:8).
Fuchs’un geliştirdiği nisbi fakirlik tanımına göre, “toplumdaki ortalama bir ailenin gelirinin yarısından daha az bir gelire sahip olan aileler yoksuldur.

YOKSULLUĞUN BELİRLENMESİNDE YARARLANILABİLECEK GÖSTERGELER

● Kişi başına düşen ulusal gelir,
● Kişi başına düşen gelir / harcama miktarları,
● Cinsiyet bazında ulusal gelirin dağılımı,
● Bölgeler / iller bazında ulusal gelirin dağılımı,
● Harcamalar içinde gıda maddelerine ayrılan pay,
● Bireyler için yapılan eğitim harcamaları,
● Bir öğretmene düşen öğrenci sayısı
● Cinslere göre okur-yazarlık oranı,
● Cinslere göre ortalama yaşam beklentisi,
● Doğum oranı artış hızı
● Bebek ölüm oranı,
● Sağlıklı beslenme durumu ve düzeyi,
● Temiz suya erişebilen kişi / aile sayısı,
● Kişi başına düşün doktor sayısı,
● Kişi başına yapılan sağlık harcamaları,
● Genel işsizlik oranı,
● Cinsiyete dayalı işsizlik oranları,
● Katılım mekanizmalarında cinsiyete göre durum,
● Kişi başına düşen telefon sayısı,
● Elektriği bulunan evlerin kır ve kent bazında oranları,
● Kişi başına tüketilen enerji miktarı,

1.2. Dünyada Yoksulluk

1.2.1. Devletin Değişen Rolü: Refah Devletinden Neo-Liberal Devlete
Devletin değişen rolü dolayısıyla, sosyal güvenlik harcamalarında kesintiye gidilmesi, mekansal farklılaşmaları yeniden arttırmıştır. Yeni durumda, ekonomik alan uluslararası rekabete açılarak, serbest piyasa koşullarına göre şekillenmiştir. Bölge içi ve bölgeler arasındaki rekabetin artması, işsizlik, yoksulluk ve sosyal kutuplaşmanın derinleşmesiyle sonuçlanmıştır(Swyngedouw, 1997:174;akt Bıçkı 2001).
Refah devletinin dönüşümü ile kentsel yoksulluk arasında bir ilişki kurulmasının temel nedeni, refah devletinin aynı zamanda en büyük işveren ve yatırımcılardan biri olarak düşünülmesidir. Refah devletinin krizi, bir yandan kamunun işveren olma konumunun zayıflamasına ve dolayısıyla işsizliğin artmasına yol açarken; diğer yandan, sosyal harcamaların kısılmasından ötürü, dar gelirli kentlilerin yaşam koşullarının zorlaşmasına neden olmuştur. Refah devletinin yatırım alanından çekilmesiyle oluşan boşluk, küresel serbest piyasa koşullarına göre işlediği düşünülen yerel yönetim-özel sektör işbirliği ile doldurulmuştur. Söz konusu işbirliğinin kentsel mekandaki yansımalarının ve yoksulluk sorunu üzerine olan etkilerinin, kentsel yenilenmeyi de içeren yeniden yapılanma faaliyetleri aracılığıyla da izlenmesi mümkündür.
Refah devletinin dönüşümüyle kentsel yoksulluk arasındaki ilişkiyi kuran en önemli öğe, konut ihtiyacının karşılanması konusudur. Refah devleti, barınma ihtiyacını dezavantajlı kitleler açısından bir kamusal ödev olarak ele aldığı için, düşük gelir gruplarına yönelik sosyal konut üretimini 80'li yıllara kadar desteklemiştir. Fakat, 80'li yılların sonrasında, neo-liberal programlar çerçevesinde bu alanın büyük oranda piyasa mekanizmasına bırakılmış olması; gelişmiş ülkelerde, bir yandan evsiz yoksulların artışını, diğer yandan alt ve orta sınıfların konut kiralarının yüksekliği nedeniyle bulundukları yerlerden başka bölgelere göç etmesi sonucunu doğurmuştur. Söz konusu etkileri meydana getiren yeniden yapılanma projelerine Fransa'nın Euralille; Almanya'nın Frankfurt ; Birleşik devletlerin New York kent merkezleri örnek olarak gösterilmektedir.
Birleşik Devletler ve Kuzey Avrupa'daki kentsel yoksulluğun kent merkezlerinde yoğunlaştığı gözlenmektedir. Buralarda yaşanan sanayisizleşme dolayısıyla, yönetim faaliyetleri ve küresel işlevler dışında kalan iş yaşamı alt-kentlere kaydığından, merkezde yaşamını sürdüren dezavantajlı kitleler ya doğrudan işsiz kalma nedeniyle ya da ancak ilerleme pozisyonu olmayan hizmet sektöründeki düşük ücretli işler bulabilmeleri dolayısıyla, içinden çıkılması mümkün görünmeyen bir yoksulluk sarmalında yaşamaktadırlar. Buralarda yaşayan kitle, ağırlıklı olarak yabancı göçmen veya etnik dezavantaja sahip, eğitim düzeyi düşük yerli kimselerden oluşma ABD ve Kuzey Avrupa ülkelerinin kentlerinde sorun, küreselleşme sürecinin getirdiği politik-ekonomik dönüşümler neticesinde, özellikle etnik dezavantaj taşıyan ve çoğunlukla göçmenlerden oluşan kent içi yoksulları kapsamaktadır. Getto yoksulları veya sınıf-altı biçiminde isimlendirmelere sahip olan bu kitle, mutlak yoksulluğun ötesinde bir takım özelliklerle -sosyal dışlanma; marjinalleşme; illegalleşme gibi- birlikte düşünülmektedir.
Doğu Avrupa, Balkan ülkeleri ve Rus Kentleri; bu ülkelerin kentleri, ulusal kalkınmacı/sosyalist sistemden pazar ekonomisine geçişin sıkıntılarını yaşamaktadır. Bu ülkelerde öncesinde görece iyi olan gelir dağılımı giderek bozulmakta ; ulusal kalkınmacı/sosyalist sistemdeki kolektif düzenleme koşulları altında mümkün olmayan bir sosyo-mekansal eşitsizlik deneyimi güçlenmektedir. Kentsel mekanın örgütlenişinde meydana gelen farklılaşma; bu ülke kentleri açısından travmatik bir dönüşümü sergilemektedir.
Dünyada yoksulluğun boyutlarını bütünsel olarak görebilmek için gerek ulusal düzeyde gelir dağılımı araştırmalarını yürüten istatistik kuruluşlarının yaptıkları araştırmaların, gerekse uluslararası kuruluşların sonuçları son derece önem taşımaktadır. Ulusal düzeyde yapılan gelir dağılımı araştırmalarında kişilerin kendilerini ve ailelerini geçindirebilecek belirli bir minimum gelir esas alınmakta ve bu gelirin altında gelire sahip olan nüfus “yoksul” olarak adlandırılmaktadır. Dünyada halen gelir dağılımı konusunda düzenli ve kapsamlı gelir dağılımı istatistiklerini yapan kuruluşların başında Dünya Bankası gelmektedir. Dünya Bankası, günlük 1 $ ya da 2 $’ın altında bir gelirle yaşamını idame ettirmek zorunda olan nüfusu “yoksul” olarak adlandırılmaktadır. Şüphesiz, Dünya Bankası’nın bu metodolojisi de bazı iktisatçılar tarafından eleştirilmektedir.
Dünyada gelir yoksulluğunun boyutlarını gösteren bazı istatistikler şu şekildedir:
-Bangladeş’te günde 1 doların altında bir gelire sahip nüfus oranı % 30, günde 2 dolardan daha az bir gelire sahip nüfus oranı ise % 79’dur.
-Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde nüfusun % 66.6’sı günde 1 doların altında bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu ülkede günde 2 doların altında bir gelire sahip nüfus oranı ise % 84 tür.
-Zambiya’da da gelir yoksulluğu oldukça yüksek boyutlardadır. Bu ülkede nüfusun % 72.6’sı 1 doların altında bir gelire sahip bulunmaktadır. Nüfusun % 91.7’si ise 2 doların altında bir gelirle yaşamını idame ettirmektedir.
Dünyada yoksulluğun Güney Asya ve Güney Sahra ülkelerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Güney Sahra ülkeleri yoksulluk oranı açısından Güney Asya bölgesini de aşmakta ve yaklaşık her iki kişiden birinin yoksul sayıldığı bir görünüm sergilemektedir. Öte yandan yoksulların 1998 yılında yaklaşık %30’unun yaşadığı Doğu Asya ve Pasifik ile Latin Amerika ülkelerinde yoksulluk oranının yaklaşık %15 dolayında olduğu görülmektedir (DPT 2001:115).
Genel eğilimler olarak, kırsal yoksulluk Asya’da kentsel yoksulluk ise, kentleşme düzeyinin şimdiden çok yüksek oranlara ulaşmış olmasının bir sonucu olarak Latin Amerika’da en yüksek boyutlara ulaşmıştır. Öte yandan, hızlı kentleşme sonucunda kentsel yoksulluk oranlarının yakın bir gelecekte Asya ve Afrika’da da önemli ölçüde artması beklenmektedir ( Şenses 2001:116).

1.3. Türkiye’de Yoksulluk

Türk kentlerinin ve İstanbul’un pozisyonu, daha ağırlıklı olarak Doğu Avrupa ve Latin deneyimlerini andırmaktadır. Doğu Avrupa kentlerinin deneyimiyle ortak yönü, 80'ler sonrasında ulusal kalkınmacılığın terk edilip görece daha liberal bir politik uygulamaya doğru geçilmesinden; Latin deneyimiyle ortak yönü, kırsal parçalanma ile meydana gelen göç sonrasında yaşanan kentleşmeyle ilgisinden dolayıdır.
Batı ile benzerlik, özellikle kentsel yoksulluğun yaşanma kalitesi ve ekonomik-politik dönüşümlerle derinleşmesinde görülebilir. Sistemle uyumlu, görece kendi halinde, kentin dışındaki kamu arazilerine el koymayla sınırlı bir çerçeveye sahip olan gecekondu yoksulluğu; kolay yoldan sınıf atlamaya yönelik, informal ilişki ağlarının desteğinde, zaman zaman illegal boyutlar alabilen daha saldırgan bir girişimcilik stratejisinin gelişebileceği bir karaktere doğru yönelmektedir. Yükselmek adına pek çok şeyi göze alabilecek bu kitlenin davranış biçimi ile; Batı'nın sınıfaltı yoksullarının, hayatta kalabilmek ve kendisini dışlayan toplumdan, kendi hakkına düşeni koparabilmek düşüncesiyle başvurduğu illegallik eğilimi benzerlik göstermektedir.
Türkiye’de yapılan araştırmalar yoksulluğun yaygın olduğunu göstermektedir. Yoksulluk sınırı 1$ olarak kabul edilerek yapılan çalışmalarda Türkiye’de nüfusun %15’inin yoksul olduğu tespit edilmiştir ( DPT 2001:141).Şayet günlük yoksulluk sınırı 1.5 $ olarak kabul edilirse yoksul kişi oranı %38’e çıkmaktadır.
Mutlak yoksulluk için kullanılan bir dolarlık gelir standartına göre, Türkiye'de yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfusun oranı %2.4' tür. Buna karşın, temel yapabilirlik olanaklarından yoksunlukla tanımlanan 'insani yoksulluk oranı %16.4'e çıkmaktadır. Çeşitli öznel faktörlerden dolayı Türkiye'de henüz yaygın bir mutlak yoksulluğun şartları olmasa bile; insanlık onuruna yaraşır kaliteli bir yaşam sürdürebilmenin olanaklarının da yeterli olduğu söylenemez (Oruç 2001:81).
Yoksulluğun nedenlerine inildiğinde ise çeşitli faktörler görülmektedir;

(2)
1.3.1. İş ve Çalışma Yaşamındaki Dönüşümler
Son 20-25 yılda tüm dünyada artan bir işsizlik fenomeni gözlenmektedir. Gözlenen işsizliğin önemli bir bölümü, istihdam daraltıcı ileri teknoloji ürünlerinin kullanıma sokulmasından kaynaklanmaktadır. Bilgisayarlaşma(computerization) olarak da ifade edilen bu durumda , insan emeğine olan ihtiyacın azalması sonucunda işsizlik kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.
Küresel rekabet koşulları altında, firmaların verimlilik artışı sağlama amacına bağlı olarak, görece pahalı girdilerden biri olan ücretten tasarruf edilmeye çalışılması, yalnızca imalat sektöründe değil; hizmet sektöründe de işgücü indirimini sağlayacak formülleri gündeme getirmektedir. Hizmet sektöründe giderek yaygınlaşan otomasyona, bankacılık işlemleri örnek olarak gösterilebilir.
İşsizliğe katkı yaptığı düşünülen faktörlerden bir diğeri, kamu ekonomilerinin neo-liberal programlar çerçevesinde küçültülmesi gereğince gündeme gelen özelleştirme faaliyetidir. Özelleştirme ile işsizlik arasındaki ilişkiyi, otomasyon konusunda olduğu gibi, küresel rekabet kavramı sağlamaktadır. Rekabet gücünü arttırmak isteyen özel sektörün maliyet düşürmek amacıyla daha az emek faktörü ile daha çok verim elde etme mücadelesi, işsizlik sorununa doğrudan ve dolaylı olarak etki etmektedir. Bu türde iş kayıplarının özellikle sanayi tipi üretimde kitlesel olarak istihdam olunan orta sınıf işçiler için ağırlığı bulunmaktadır. Sendikal örgütlenmelerin güçlü olması dolayısıyla, emek miktarının azaltılamadığı ve maliyetinin de düşürülemediği durumlarda, firmalar, emeğin daha ucuz olduğu bölgelere üretimlerini kaydırabilmektedir.
İşsizliğin genelde gelişmişlik düzeyi ve ekonomik büyüme ile ilişkisinin kurulmasına rağmen, gelişmiş ekonomilerde de aynı sorunun varlığı söz konusudur. Örneğin, 1991 yılı verilerine göre, Birleşik Krallık'ta çalışma yaşında olduğu kabul edilen 16 yaş ve üzerindeki nüfusun çalışma hayatına katılımları şu şekildedir: Hane halklarının % 35.7 'si iki veya daha çok çalışan bireyden oluşur iken; hemen hemen aynı oranda bir miktarı hiçbir işi olmayan bireylerden meydana gelmektedir. Daha ilginç olan nokta, çalışma yaşında olmayan(bağımlı) çocukların % 17.4'ü, herhangi bir çalışanı olmayan ailelerde dünyaya gelmektedir. Bu oran yalnızca Londra dikkate alındığında %22.9'a yükselmektedir(Dunford,1997:265;akt.Bıçkı 2005:20).
Sassen'e göre(1994:102;akt. Bıçkı 2005:20); işsizliğin büyük kentlerde uzun süredir varlığını koruması, bir yandan işverenin pazarlık konumunu güçlendirirken; diğer yandan iş piyasasındaki en dezavantajlı grupların daha güvensiz ve marjinal işleri kabul etme durumlarını ortaya çıkarmaktadır. İnformal işlerin artışıyla iş yaşamının istikrarsızlaşması ve iş olanaklarının kutuplaşması, yeni sosyal bölünmelere neden olmaktadır.
Sonuç olarak; ister, yaygın olarak kabul edildiği biçimiyle yapısal faktörlerden kaynaklansın; isterse de bir yanlış teşvik sonucu ortaya çıktığı kabul edilsin, yoksulluk sorunun ardında yatan 'gelir eksiltici bir faktör olarak yaygın bir işsizlik sorununun' olduğu gerçeği değişmemektedir.

1.3.2. Gelir Dağılımı Bozukluğu;
Yerleşim yerlerine göre Gini oranları değerlendirildiğinde oranın 1’e yaklaşması eşitsizliklerin artışını göstermekte, 0’a yaklaşması hali ise eşitsizliklerin azalmasını ve sıfır haline ulaştığında ise hiçbir eşitsizliğin kalmadığını veya bir başka deyişle tam eşitsizlik durumuna ulaşıldığı sonucu hipotetik olarak kabul edilmektedir. Gelir, mülkiyet vb. anlamında Gini oranları değerlendirildiğinde Türkiye 0.49 oranı ile ciddi boyutlarda eşitsizliklerin yaşandığı bir ülke olarak değerlendirilmelidir (DPT 2001:141). Nüfusun ilk %20’lik dilimi milli gelirden %4.86 pay alırken son %20’lik kısmı milli gelirden %54.88 pay almaktadır.
1.3.3. Ücretlerin Düşüklüğü;
Yapılan araştırmalarda gerek kamu gerekse özel sektörde ücretlerin yıllar itibariyle reel olarak düşüş trendine girdiği görülmektedir. Kamu kesiminde 1991 yılında 100 olan reel ücret endeksi 1998 yılında 73.9’a düşmüştür. Özel kesimde ise 1991 yılında 100 olan reel ücret endeksi 81.8’e düşmüştür (DPT 2001:143).
1.3.4. Bölgelerarası Farklılıklar; Türkiye’de coğrafi olarak dezavantajı, yatırım önceliklerine ilişkin politikalardaki eksiklikler, kesintisiz enerji kaynağı, kalifiye işgücü vb. sanayinin yer seçiminin temel belirleyicilerinden pazara yakınlık veya güvenli ulaşılabilirlilik gibi etmenlerin yanısıra, yatırıma dönüşebilir sermayenin yetersiz birikimi tarihsel olarak bölgeler arasında dengesiz gelişme sorununu gündeme getirmiştir. Türkiye’de yoksulluğun en az yaşandığı bölge %4 ile Ege Bölgesi’dir. Ege Bölgesi’ni %7 ile Marmara Bölgesi, %11 ile Akdeniz, %12 ile İç Anadolu Bölgesi, %19 ile Karadeniz Bölgesi, %24 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi takip ederken %25 ile Doğu Anadolu Bölgesi Türkiye’nin en yoksul bölgesidir (DPT 2001:143).
1.3.5. Kayıtdışı İstihdam; Türkiye’de hızlı nüfus artışı, göç ve kentleşme ile istihdam yapısı işsizliğin artmasına neden olmaktadır. Kayıtlı sektörde iş bulamayan işgücü ise, kayıtdışı istihdama yönelmektedir. Bir anlamda işsizlik kayıtdışı istihdam arasında doğrudan bir ilişki vardır. İşsizlik arttıkça kayıtdışı istihdamın boyutları da genişlemektedir (Ekin 2001:29). Türkiye’de tarım kesiminde istihdamın %89’u, madencilik kesiminde istihdamın %6’sı imalat sanayinde istihdamın %21’i, inşaat kesiminde istihdamın %51’i ve hizmetler sektöründe istihdamın %22’si kayıtdışıdır. Kayıtdışı çalışma ise düşük ücret, sosyal güvenlikten yararlanamama ve netice olarak yoksulluğu getirmektedir (Lordoğlu 1989:116).
1.3.6. Kentleşme ve İç Göç; Türkiye’de göç olgusunun ve beraberinde getirdiği kentleşmenin nedeni, tarımda, modern üretim tekniklerinin kullanılması, buna karşılık tarımda çalışmasına ihtiyaç duyulan insan gücü miktarının azalması, tarımsal verimliliğin yetersizliği ve toprakların miras yoluyla paylaşılmasıdır (Akad 1982:135). Türkiye’de 1999 yılı verilerine göre kentli işsiz sayısı kırsal açık işsiz sayısının 3 katı kadardır. Ülkemizde kentleşme ekonomik büyüme ile birlikte yürümediğinden göç yoluyla kente gelenler işsiz kalmakta veya kayıtdışı sektörde çalışmaktadırlar (Özsoylu 1994:20).
 
2. İSTANBUL’DA KENTSEL YOKSULLUK

2.1.Kentsel Yoksulluk Kavramı

Kent özelinde yaşanan yoksulluk kentsel yoksulluk olarak ifade edilmektedir (Dumanlı 1996:3). Kalori ihtiyacı aynı olsa bile, kentsel yerlerdeki tüketim kalıpları ile mal ve hizmet fiyatları kırsal yoksulluktan farklılık arz etmektedir. Kentsel yoksulluğun ayırt edici özelliklerinden birisi de maliyetleri arttıran faktörlerdir. Ulaştırma maliyetleri buna önemli bir örnek teşkil edebilir. Ayrıca kentli kesimin tüketim eğilimleri, kırsal kesimden farklıdır (Dumanlı 1996:1119).
Kentsel yoksulluk (urban poverty) kavramı, kentsel mekandaki yoksulluğun, küreselleşme süreçlerinin etkisiyle, belli bölgelerde yoğunlaşma eğilimini anlatmaktadır. Buna göre, kırsal yoksulluğun basitçe karşısına konacak bir kentli yoksulluğundan daha fazla bir anlam içeriğine sahiptir. Literatürde, 'yeni yoksullar', 'sınıf-altı yoksulluğu' biçiminde de kullanımlara sahip olan kavram, bilindik genel yoksulluk anlayışından farklı bir yoksulluk tipini tarif etmektedir ( Bıçkı 2005:1).
Yeni kentsel yoksulluğun, genel yoksulluktan ayırıcı tarafı, küresel ekonomik alanda meydana gelen dönüşümler neticesinde, evvelce yoksulluk sorunu olmayan kitlelerin yoksul hale gelmesi, bu yoksulluğun görece kalıcı olması ve bu özellikteki kitlenin giderek toplumsal ve mekansal süreçlerden dışlanmasıdır. Kentsel yoksulluk, kimi durumlarda bir sınıf-altı(underclass) yoksulluğu biçiminde ele alınmaktadır. Sınıf-altı kitleden kastedilen, düzenli bir işi olmayan veya hiçbir işi olmayan, devlet yardımlarına bağımlı, suç işleme potansiyeli yüksek, herhangi bir barınağı olmayan veya çok kötü barınma koşullarına sahip bir kitledir. Sınıf-altı biçiminde tanımlanan kitleye daha çok Birleşik Devletler'in metropollerinde ve 'dünya kenti' biçiminde tanımlanan Batılı ülkelerinin metropollerinde rastlanmaktadır. Daha az yaygın olmakla beraber, gelişmekte olan ülkelerin en büyük kentlerinde de benzer bir kitlenin ortaya çıkmakta olduğu gözlenmektedir. Gökdelen altlarında, metro banliyölerinde karton kutular üzerinde sürdürülen yaşam, bu kitlenin hem toplumsal hem de mekansal bakımdan 'yersizliğini' sergilemektedir. Bir zenginlik ve ilerilik simgesi olarak görülen metro ve gökdelenlerin bu kitlenin kartonlu yaşamına sahne oluşturmaları, meydana gelen zenginliğin hangi eşitsiz ölçüler içinde paylaşıldığını da göstermektedir. Türkiye'de sokak çocukları, baliciler vb. olarak nitelenenler dışında, sınıf-altı ile benzerlik kurulabilecek yaygın bir kitle gözlenmemektedir( Bıçkı 2005:2).
Işık ve Pınarcıoğlu’na İstanbul’un gecekondu bölgelerine ilişkin, “Nöbetleşe Yoksulluk” tanımlamasına göre (2001:155); ülkemizde 1980 sonrası meydana gelen gelişmelerle, İstanbul’a göç dalgalarına katılan grupların kendi aralarında kurdukları bir ortaklıktır. Nöbetleşe yoksulluk, esas olarak İstanbul’a önceden gelmiş göçmen grupları ile kente daha sonradan göç eden imtiyazsız gruplar üzerinden zenginleşmeleri, bir anlamda yoksulluklarını bu gruplara devredebilmeleri sonucunu doğuran bir ilişkiler ağıdır.

2.2. İstanbul’da Kentsel Yoksulluğun Gelişimi

Son dönem Osmanlı ile Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak yaklaşık 1950’lere kadar ki süreçte İstanbul toplumunun sosyo-ekonomik ve kültürel farklılıkları ile kentsel mekan doğu-batı temsiliyeti içindeki bir ikili çerçevede değerlendiriliyordu. Osmanlı-İslam gelenekleri ve değerlerinin yaşadığı Aksaray, Fatih, Eyüp gibi artık kenarlaşmış semtlerle batılı yaşam tarzının apartmanlarla simgeleştiği Beyoğlu, Nişantaşı ve Harbiye gibi modern semtler aynı zamanda yoksulluk ve zenginlik ayırımına da tekabül etmekteydi (Alada ve diğerleri 2002:244).
II. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan taşralı zengin tipinin üst sınıfa geçiş arayışı ile İstanbul’a gelmeleri neticesinde ortaya çıkan kentsel göç, savaş sonrasında da kırsal alandaki yoksul insanların gelişleriyle devam etmiştir. Bu ortaya çıkan göç, sanayinin gelişiminden daha hızlıdır ve sanayinin istihdam edemediği yoksul insanlar için farklı iş alanlarının devreye girmesine sebep olmuştur. 1950’li yıllarda üretimde hizmet sektörünün hızlı gelişimine paralel olarak “henüz” örgütlü sektörlerce kapsanmayan alanlarda hizmet sunmanın ve böylece kentsel ekonomik mekanda kalıcılık kazanmaya başlamanın kentin fiziksel mekanına yansıması ise, kentlerin kenarlarına kurulan derme çatma barakaların mahalle statüsüne geçmeye başlaması, fabrikaların bu ucuz işgücünden yararlanabilmek için yakınlarındaki boş alanlarda gecekondu mahalleleri oluşmasına “sıcak bakmalarına” yol açmıştır (Şenyapılı 2000:164-165). Böylece örgütlenmemiş yapı ve düşük gelir ile marjinal ya da enformel olarak tanımlanabilen iş olanaklarını kullanarak varolmaya çalışan yeni kentliler, en temel kentsel kamusal hizmetlerden yoksun, aile ve kısmen hemşehrilik dayanışması içinde bir biçimde varolabildikleri gecekondularla barınma ihtiyaçlarını karşılayabilmişlerdir. Kültürel ve sınıfsal farklılığın mekandaki yansıması olarak gecekondu mahalleleri insanları ancak politik bir güce eriştikten sonra kamusal hizmetleri elde etmişlerdir. 1970’li yılların sonlarına doğru gecekondu bölgelerinde yapılan alan çalışmalarının ortaya koyduğu ortak bir tespite göre, halkta gelecekten umut beklentisi yüksektir (Kıray 1998:148-149).
1940’lı yıllarda başlayarak 1980’lere kadar yoğun biçimde yaşanan kente göç süreci sadece İstanbul için baktığımızda 1945’te toplam nüfus içinde İstanbul’un payı (1.078.399/18.790.174) %5.7 iken, 1980’de %10.5, 2000’de %15, 2010 yılında %19 olması beklenmektedir ve bunun ortaya koyduğu mekansal toplumsal eşitsizlik durumu, kentin ekonomik devinim süreci içinde kendiliğinden ortaya çıkan yapısal özellikler olarak değerlendirilmiştir. İş dünyasının aşırı nüfus göçünden rahatsız olmadığı, gecekondulaşmayı pek dert etmediği, marjinal sektördeki gelişmeye “dinamizm” nitelemesi yaptığı bu dönemin kilit kavramı “iç pazara dönük büyüme” idi (Sönmez 2001:86). Gecekondularda yaşayanlar politik güce kavuştukça yasallık kazandırılmış, ileriye dönük yasaklayıcı hukuki düzenlemelerle dönem dönem farklı yönetsel ve siyasal müdahalelere konu olmuştur.
1950’den günümüze geçen dönemde kentsel yoksulluk, toplumun istihdam olanakları açısından örgütsüz marjinal kesimleriyle (işin süreksizliği ve güvensiz oluşu dolayısıyla en düşük gelir getirisi olması itibariyle) gecekondu toplumunda örtüşmektedir. Kentlerde sosyo-kültürel özellikler açısından merkez-çevre ya da modern ve geleneksel ayrımında mekanlar yaratılmakla birlikte buralardaki yaşantı karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde eş zamanlı ve eş mekanlı olabilmektedirler (Tekeli 1976:15).
Büyük kentlerdeki gecekondu toplumunun 1940’lı yıllardan bugüne geldiği çizgisinde ortaya çıkan temel bir özelliği, değişik sınıf öğelerini kucaklayan kültürel bir benzeşmeyi temsil ediyor olmalarıdır. 1973’te yayınlanan gecekondu çalışmasında Mübeccel Kıray, nüfusun Ankara’da %61’i, İstanbul’da %45’i ve İzmir’de %43’ünün gecekondularda oturduğunu ve gecekonduda yaşayanlar için klasik sınıf tanımlamalarından hiçbirisinin kullanılamayacağını açıklamaktadır (Kıray 1998:91-99). Bugünün kentlerinde yaşanan yoksulluğun geçmiştekinden farklı olarak toplumun daha geniş bir kesimini etkisi altına alarak sürekli biçimde yaygınlaşan “yeni kentsel yoksulluk” olarak kavramsallaştırılması söz konusudur (Alada ve diğerleri 2002:246).
Köyden kente göçün başlıca nedenleri olarak hızlı nüfus artışı, tarımda makineleşme ve eşitsiz ekonomik kalkınma, yani bölgeler ve kent ile kır arasındaki farklılıklar sayılabilir. Bu bağlamda,Türkiye’de 1960’larda kentlerde yaşayanlar toplam nüfusun % 26’sını oluştururken, bu oran 1980’lere gelindiğinde % 45’lere yükselmiştir. Köyden kente göç edenlerin hızla artması sonucunda, günümüzde kentsel nüfus toplam nüfusun % 65’ini oluşturmaktadır.
Buraya kadar gelinen süreçte, 1980’li yıllarla birlikte sermayenin küreselleşmesine bağlı olarak bütün dünyada ulusal gündemlere, kamu sektörünü olabildiğince daraltıcı, yapısal uyarlama, liberalizasyon ve özelleştirme politikaları yerleşti. Küreselleşme eğilimlerinin sonucu ve bütünleyicisi olarak “yerel” ayrı ve yeni bir önem kazanırken, bu bağlamda kentin bizzat kendisi sermaye birikiminin ana unsuru oldu. Kentler özellikle üretim iletişim potansiyelleri, kimlikleri ve rekabet güçleri ile dünya sistemi içinde belirleyici aktörler olarak yer almaya başladılar. Bu yer alış biçimleri kentler arası hiyerarşik yapıyı oluşturdu (Alada ve diğerleri 2002:244).
1980 yılından sonra meydana gelen gelişmelerin bir sonucu, kente eskiden göç etmiş olanların yeni gelenler üzerinden rant elde etme eğilimleridir. Kent çeperindeki araziler çeşitli gruplarca sahiplenilmiş olduğundan, yeni gelenler gecekondu yapamamakta, ancak kendilerinden önce gelenlerin yapmış oldukları gecekonduları kiralayabilmektedirler. Dolayısıyla, gecekondu kiracıları kentteki en yoksul gruplardan birini oluşturmaktadır. Bir başka en yoksul grup ise, kentin eski tarihi dokusu içindeki “çöküntü alanları”nda kiracı olarak ya da terkedilmiş binalarda kira ödemeden oturan, çok kötü ve sağlıksız koşullarda yaşayan ailelerdir. Hatta günümüzde “çadır kentler” bile oluşabilmektedir. Özetle, yoksul insanın konutu olarak ortaya çıkan gecekondular günümüzde rant kaynağı haline gelmiştir (Pınarcıoğlu ve Işık, 2001).

(3)
2.3. Küreselleşme ve İstanbul

Bu belirlemeler ışığında İstanbul’a bakıldığında, bir tarafta yıllarca yatırım yapılamamış altyapı, ulaşım, sağlık ve konut gibi metropollere ait yönetsel sorunlar altında ezilmiş ve yine kendi iç dinamikleriyle yayılmaya devam eden kendi haline bırakılan İstanbul, diğer tarafta ise, bu bölüme dayanarak projelendirilmiş, küreselleşen dünyanın aktörlerinin tecrit edilmiş bir biçimde yaşayabilecekleri, uluslar arası zincirin bir parçası olarak yapılandırılan ve kentsel çevreyle ilişkisi seyirlik ve görselliğe indirgenmiş küresel İstanbul yer almaktadır. Kentin 20 yıl içinde geçirdiği mekansal farklılaşma ve buralara yansıyan yeni toplumsal yaşam biçimleri kentin eşitsizlikler üzerinde bir kez daha bölünmüşlüğünü yansıtır. Çünkü Türkiye’de gelirin en eşitsiz dağıtıldığı il, İstanbul’dur. İstanbul’un en varlıklı kesimini oluşturan %20, gelirin %64’ünü; en fakir %20, gelirin %4’ünü almaktadır ( Sönmez 2001:92).
Küresel ekonomideki dönüşümler ve teknolojik ilerleme ile beraber genel bir işsizlik ortaya çıkmaktadır. Sanayi üretiminden hizmet üretimine olan yönelim, eski manifaktür işleri tasfiye eder iken yerlerine daha önce var olmayan yeni iş alanları açmaktadır. Ancak, yeni yaratılan işler miktarca az olduğu gibi; az bir kısmı uzmanlık gerektiren, dolayısıyla yüksek getiriye sahip işlerdir. Geriye kalan işler ise, kısmi zamanlı, uzmanlık gerektirmeyen ve dolayısı ile düşük getirili işlerdir.
Uzmanlık işleri dışında kalan işlerin düşük getirili olmasından ötürü, buralarda istihdam olunan kitlenin yoksulluk sarmalını aşması mümkün olmamaktadır. Sonuç olarak, yoksulluğun yapısal faktörlerle analizinde çalışıp çalışmama ve çalışılıyor ise ne türden bir işe sahip olunduğu önem kazanmaktadır.
İstanbul’un kentleşme evrimine paralel olarak ortaya çıkan kentsel yoksulluğun küreselleşmenin bugün geldiği noktayla bağlantılı olarak düşünülmesi gereklidir. Bugün küreselleşmeyle beraber bütün dünyada derin toplumsal eşitsizliklerin keskinleştiği, kentsel yoksulluğun hızla yaygınlaştığı görülmektedir. Yoksulluk artık az gelişmiş ve gelişmiş ülkelerin ortak problemi haline gelmiştir. Dünyanın en zengin ülkesi ABD’de New York kentinde, yoksul olarak dünyaya gelen bebek sayısı 1996 yılına gelindiğinde %20 artış göstermiştir. 1990-1996 yılları arasında evsiz doğan çocuk sayısı %21 artmıştır. Yine yapılan çalışmalarda görülüyor ki New York kentinde gettolarda yaşayanların %40’ı yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Latin Amerika ülkelerinde 1970-1990 yılları arasında kentsel yoksulluk %29’dan %39’a çıkmıştır. Brezilya’da Sao Paulo kentinde, yoksulların yerleşim yeri olan favelalarda yaşayanların kent nüfusuna oranı 1973’de %1.1 iken, 1993’te %19.4’e çıkmıştır (Alada ve diğerleri 2002:248).
Kent yoksulluğu sadece bir gelir eksikliği değildir. Beraberinde bazı problemleri de ortaya çıkarmaktadır.

Özellikle İstanbul’da bu problemler kendini göstermektedir. Bunlar;

- Kentsel uyumsuzluk
- Gecekondulaşma
- Sosyal marjinallik
- Sağlıksız çevre
- İşsizlik
- Kayıtdışı istihdamda artış
- Örgütsel suçlarda artış ve kentsel şiddet
- Sokak çocuklarında artış
- Kadın problemleri’dir.

2.4. İstanbul’da Gelir Dağılımı Göstergeleri
İstanbul, Türkiye’de hanelere giren gelirden %27.5 pay almaktadır ve toplam hanelerin yaklaşık %15’ine sahiptir. Yapılan bir çalışmada , 2000 yılının ilk yarısında İstanbul’da hanelere giren gelir 11 katrilyon TL’yi bulmuştur. Bu gelir İstanbul haneleri arasında eşit bölüşülseydi, hane başına cari fiyatlarla aylık gelir 946 milyon TL’yi bulurdu.
İstanbul gelirinden %29 pay alan en üstteki %1’lik gruba ait hanelerin 2000’in ilk yarısında aylık gelirleri 27.5 milyar TL’yi ya da dolar bazında 47 bin doları bulmuştur. Buna karşılık en alttaki yüzde 1’lik hanelere ayda ortalama 85 milyon (146$) girmiştir. Böylece en üsteki %1’lik grup ile en alttaki %1’lik grup arasında aylık gelir arasında 322 kat fark olmuştur. Aynı fark Türkiye genelinde 232 kattır (Sönmez 2001:93). İstanbul’da gelirin bölüşümü gelir grupları itibariyle dağılımı şöyledir;
Süper Zengin: Aylık geliri 2000’de ortalama 27.5 milyar TL’yi bulan bu grup 18 bin dolayında aileden oluşmakta ve İstanbul gelirinin %29 almaktadır.
Yüksek Gelir Grubu: Bu tasnife aylık ortalama geliri en az 1 milyar 968 milyon ile en çok 4 milyar 674 milyon olan %1 lik gruplar girmektedir. Bu gruptaki hanelerin %6’sı İstanbul gelirinden %17.6 pay almaktadır.
Üst-Orta Gelir Grubu: Bu tasnife aylık ortalama geliri en az 823 milyon olan gruplar ile en fazla 1 milyar 967 milyon TL olan %1’lik gruplar girmektedir. Bunlar nüfusun %17’sini oluşturmakta ve gelirden %21.2 pay almaktadır.
Alt-Orta Gelir Grubu: Bu grup İstanbul nüfusunun yarısından fazlasını %51’lik kısmı oluşturmaktadır. Ortalama geliri 804 milyon ile 303 milyon arasında olan gruplardır. Gelirden aldıkları pay ise %26’dır.
Düşük Gelirli Grup: Bu kesim ayda 300 milyon ve daha az geliri içermektedir. Toplam nüfus içindeki payı %25’dir ve gelirden aldıkları pay ise %5.9’dur. Bu grubun en yoksul %1’i ayda 85 milyon hane geliriyle geçinmektedir (146$) (Sönmez 2001:94).

2.5. İstanbul’da Kentlileşme ve Yoksulluk Nedenleri
Kentlileşme, temelde insanların kentle bütünleşmesini ifade eder. Bütünleşme kavramı genelde, bir nüfus grubunun daha büyük bir nüfus grubuyla kaynaşması anlamına gelir. Kentlileşme, kentleşme akımı sonucunda toplumsal değişmenin insanların davranışlarında ve ilişkilerinde değer yargılarında maddi ve manevi yaşam biçimlerinde değişiklikler ortaya çıkarması sürecidir ( Keleş:1980:70). Başka bir değişle ‘kırlılıktan uzaklaşma, organize edilmiş sosyal hayata geçiş’ olarak da kentlileşme ifade edilebilir.
Kente uyumluluğu engelleyen birçok sebep vardır. Genel olarak bu sebepler üç ana başlık altında toplanabilir. Birincisi, kente göç edenlerin sosyo-kültürel yapısı, ikincisi, kentin yapısı ve kuralları, üçüncüsü ise kentin sahip olduğu kültürel yapıdır.

2.5.1. Kente Göçle Gelenlerin Sosyo-Kültürel Yapısı
Şahsın sahip olduğu kültürel değer; sanat, ilim, teknoloji, felsefe, din gibi sahaları ile sosyal teşkilatları ve bunun şekil ve kaideleri, kısacası bütün hayat tarzını ifade eder (DPT 1983:1). Bu farklılıklar neticesinde bazı dikkate değer sorunlar görülmektedir. Bunlar; sosyal çatışma,farklı örf ve adetler,kültürel bünye farklılığı ve yabancılaşmadır.

2.5.2. Kırsal Alanda Mevcut Olan Kültürlerin Ve Değerlerin Kent Değerleriyle Çatışması
Bu çatışma neticesinde büyük kentlerimizde özellikle İstanbul’da gecekondu kültürünün doğmasına neden olmuştur. Gecekondularda kır değerlerinin devam ettiği ve bunlara saygı gösterenlerin çokluğu dikkati çekmektedir. “Türk kırlısının kişiliğini etnik grubu, dini ve mezhebi şekillendirir. Kırdaki bu kişilik büyük ölçüde kentlerde de devam eder. Çünkü hemşehriler hemen hemen aynı bölgelere yerleşmektedirler. Kentlerdeki hemşeriler yalnızca aynı köyden olanlar değil, aynı kazadan, aynı vilayetten hatta bazen aynı mezhepten olanlardır ( Karpat 1976:108). Örneğin; Ordu mahallesi, Erzincanlılar mahallesi, Trabzonlular mahallesi gibi mahallelerin doğmasına sebep olmuştur.
Aynı yörelerden gelenler aynı yerlere yerleşerek kent çevresinde kendi içinde kapalı “kültür odacıkları” oluşturmaktadır. Herhangi bir mahalle ya da semt ölçeğinde olan bu odacıklar o insanların terk ettikleri yörelerin küçük bir modeli olmaktadır (Ökten 1983:226). Böylece Erzurumlular, Erzincanlılar, Sivaslılar, Rizeliler görünürde kentlerde ama gerçekte her biri kendi “memleketlerinde”yaşamaktadırlar. Bu durum insanların kente intibaklarını engelleyen önemli bir nedendir. Bugün İstanbul’da bu gruplaşma açık şekilde görülmektedir. Öyle ki artık ilçeler bile göçle gelen insanların ait oldukları illere göre tasnif edilmektedir.

2.5.3. Ekonomik Yetersizlik
Göçle birlikte kente gelen nüfusun, kentte karşılaştığı en temel güçlük işsizlik ve geçim sıkıntısıdır. Yoksulluğun ana kaynağı da zaten budur. Bu problem büyük kentlerimizde, örneğin İstanbul’da değişik sektörlerin doğmasına yol açmıştır. İşportacılık bunun en güzel örneğidir.
Büyük kentlere göç eden bu kırsal nüfus, kentte yaşamak uğruna bu yoksulluğa katlanmaktadır. Ve bu insanlar yoksulluğu hayatlarının bir parçası olarak algılamaktadırlar. Bazı araştırmacılar bu durumu “yoksulluk kültürü” olarak nitelendirmektedirler. E.M.Rogers’da Lewis’ten esinlenerek yoksulluk kültürü konusunda bazı ilkeler ortaya koymaktadır.

Bu ilkeler:
-Dar görüşlü yönetim,
-Milli işletmelerde bütünleşme eksikliği,
-Düşük seviyede katılma,
-Yaşamak için devamlı mücadele” (Türkdoğan 1982:226).
Büyük kentlerin gecekondu halkının sahip olduğu bu durum onun toplum hayatına her yönüyle katılmasını engeller. Bu katılımın asgari seviyede olması ise bu insanların içlerine kapanmasına neden olmaktadır.
İstanbul genelinde yapılan bir araştırmada “ücretli işçi-memur” meslek sınıfında kamu ve özel sektörde sadece faal nüfusun %36.6’nın bulunduğunu buna yakın bir oranın esnaf-zanaatkar-şoför olarak çalıştığını göstermiştir. Emeklilerin oranı %14.5 ve işsizlerin oranı ise %1.5’un üstünde olduğu ortaya konmuştur (Kazgan 1999:25). Çalışma yaşamına katılma oranı düşük olduğu halde iş arayanlarında düşük olması, çalışanların ezici çoğunluğunun 18-44 yaş grubunda toplanması, kadınların %70’inin ev kadını olması İstanbul’da genelde faal işgücüne katılma oranının düşüklüğüne işaret eder. Çalışanların vasıfsız işlerde yoğunlaşması çalışan işgücünün kalitesinin düşüklüğünü göstermektedir. Çalışanlar genelde yaptıkları işlerden mutlu değildirler. Düşük ücret ve bekledikleri işi bulamamaları bunda en önemli faktördür (Kazgan 1999:26).
Yine gecekondu bölgelerinde oturup çalışma hayatına katılan nüfusta sigortalı çalışma oranı düşüktür. Erkeklerde bu oran %61 olduğu halde kadınlarda %20’lere kadar inmektedir. Bu da bize kayıtdışı çalışmanın yüksekliğini göstermektedir. İstanbul’da yaşamanın maliyeti yüksektir. Günlük işe gidiş gelişlerdeki masraflar zaten düşük ücretle çalışan bu yoksul kesimin gelirinden önemli bir payı almaktadır.

2.5.4. Eğitim Düzeyinin Düşüklüğü
Kentin iş hayatı, uzmanlaşmış ve beceri kazanmış insanları kabul etmektedir. Özellikle yüksek gelir getiren işler, yüksek veya mesleki teknik eğitimi gerektirmektedir. Göçle gelen gecekondu nüfusu mevcut eğitim düzeyiyle bu işlere girmekte uzun süre zorluk çekmektedir. Kentin mevcut teşkilatlarına katılma, bu teşkilatları kullanma yüksek gelir elde etme mümkün olmadığı sürece kente intibak gerçekleşmeyeceğine göre gecekondu insanının kente intibakı bir problem olarak önemini korumaya devam edecektir. Bu durum büyük kentlerimize vasıfsız işgücü yığılmasına ve enformal sektörün doğmasına sebebiyet verecektir ve nitekim vermiştir.
İstanbul genelinde Kazgan’ın (1999:18) yapmış olduğu araştırmalarda genelde aile reislerinin eğitim durumu ölçüldüğünde %80’den biraz fazlasının ilkokul mezunu olduğu görülmektedir. Gecekondu semtlerinde veya kentsel yoksulluğun fazla hissedildiği bölgelerde bu oranın %95’leri bulduğu tespit edilmiştir. Günümüzde bu alanlarda yaşayanların büyük çoğunluğu çocuklarını okutabildikleri kadar okutmak niyetindedirler. Kent yaşamında şunu görmüşlerdir; daha iyi iş ve gelir, eğitim düzeyinin yüksekliğiyle alakalıdır. Çocuklarının bu eğitimi alarak sefalet ortamından kurtulmalarını istemektedirler.

2.5.5. Göç Edenlerin Kentliye Duyduğu Eziklik Duygusu:
Göçle büyüyen az gelişmiş toplum kentlerinde, modern sektörlerde istihdam imkanı olmadığı zaman yoksulluk kültürü ortaya çıkmaktadır. Bu kesimin bir yoksulluk kültürüne sahip olduğunu ve koşullar değiştikçe bunalımlı ve sadece anlık yaşamaya önem verdikleri, geleceğe ise önem verilmediği görülür (Kıray 1982:57).
Böyle yoksulluk kültürü çerçevesinde yetişen çocuklar çok defa dağılmış aile ve şiddet çerçevesinde yaşamaktadırlar. Eğitim şanslarını da kullanamazlar. Bu yapı dışarıda bir müdahale ile değiştirilmedikten sonra kuşaktan kuşağa aktarılarak sağlamlaşır (Kıray 1982:57-66). Gerçi, Türkiye’de ve özellikle büyük şehirlerde farklı gelişmesine rağmen bu durum gecekondularda şehre intibakı engelleyecek sorunların doğmasına sebep olmaktadır. Bu duruma İstanbul’da Gülsuyu mahallesi ile Bağdat Caddesi, Ataköy ile Kağıthane Bölgesi ve daha birçok tezat bölge en güzel örnektir.

Sosyal dışlanmayla-yoksulluğun ilişkisi şöyle kurulabilir: Eğer birey, bir sosyal dışlanmaya muhatap ise, topluma etkin olarak katılmada sınırlı bir yapabilirliğe (capability) sahiptir. Yapabilirlik, toplumda etkin olarak işlev görme ve toplumun geneline eşit ve tam olarak katılabilme yeteneğidir. Buna göre, yapabilirlik kavramı, yoksulluk ve sosyal dışlanma arasındaki bağı kurmakta; sosyal dışlanma, kişiyi yoksul kılan temel yeteneklerin yokluğunu belirlemektedir. Bu bağlamda, yoksulluk, daha az iyi olma hali değildir; ekonomik araçlardan yoksunluk dolayısıyla iyi olmak durumunu sürdürmekten yoksunluktur. Diğer bir ifade ile, yoksulluktan çıkış için gerekli olan temel ekonomik araçlardan yoksun olma durumudur


İsmet Galip Yolcuoğlu
 
Geri
Top