• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Kıble Aynı Hikayeler Farklı

yeşüLL

limitsizsiniz...!
Özel üye
Herkesin İstanbul'a geldiğinde görmek istediği camiler vardır. Sultanahmet, Süleymaniye, Eyüp, Fatih, Ortaköy, Hırka-i Şerif gibi büyük camiler bunların başında gelir. Kimi mimarî, kimi manevî özellikleri ile dikkat çektiği için çok fazla ziyaret edilir.

Ancak İstanbul'un kucakladığı camiler bunlarla sınırlı değil. Mimarî anlamda çok dikkat çekmese de kuruluş hikâyesi ilginç pek çok cami İstanbul'un ara sokaklarında gizli. Biz de kıyıda, köşede saklanmış bu camilerin hikâyesini derledik.


Üçbaş Nurettin Hamza Camii: Üçbaş Camii, 1532'de Fatih'te inşa edilmiş. Mimar Sinan'ın tarihi tespit edilebilen ilk eseri olma özelliğini taşıyor. Fevzi Paşa Caddesi'nin arka taraflarında, Arif Efendi Sokak'ın hemen başındaki bu cami, ismini Adapazarı'nın Üçbaş köyünde doğan berber Nurettin Hamza'dan alıyor. Nurettin Hamza, 1530'lu yıllarda Fatih'e gelir ve bir berber dükkânı açar. Ancak işinin o kadar ehlidir ki civarda 'sosyete berberi' diye anılır ve çok fazla ücret ister. Bu nedenle 'parayı çok seven berber' diye söz edilir kendisinden. Üçbaş Camii'ni yaptırdığında herkes çok şaşırır. "Sen parayı çok severdin, nasıl oldu da cami yaptırdın?" diye sorarlar. O da şu cevabı verir: "Parayı çok severim doğru, ama işin ucunda ölüm var. Öldükten sonra da parayı yanımda götürmek için cami yaptırdım."
 
Kâtip Sinan Camii: 1496'da inşa edilen ve Laleli'de bulunan bu caminin hikâyesi, kubbesinin yanı başındaki Katip Sinan'ın kabrinden geliyor. Kabrin yerde değil de kubbenin kenarında bulunmasının sebebi ise şöyle anlatılıyor: Katip Sinan vefat ettikten sonra bu caminin bahçesine gömülür. Ancak ertesi gün sabah namazına gelen cemaat, naaşın kubbe kenarında olduğunu görür. Hayretler içerisinde, naaş tekrar gömülür. Fakat bir sonraki gün yine aynı manzara ile karşılaşılır. Caminin imamı ve cemaati işin içinde bir keramet olduğunu düşünerek naaşa dokunmadan, kubbe kenarına sanduka yapar. Günümüzde sanduka hâlâ kubbe kenarında duruyor.
 
Sanki Yedim Camii: Fatih Camii ile Zeyrek arasındaki Kırbacı Sokak'ta bulunan Sanki Yedim Camii'nin hikâyesi en az adı kadar ilginç. Camiyi 18. yy'da Keçeci Hayrettin veya Adanalı Şakir Efendi'nin yaptırdığı rivayet ediliyor. Keçeci Hayrettin Efendi, İstanbul'daki selâtin camileri gibi güzel bir cami yaptırmaya özenen birisiymiş. Bu yüzden de nefsinin her istediğine boyun eğmez, yok yere para harcamazmış. Canı bir şey yemek istediğinde 'sanki yedim' der ve o anda harcaması gereken parayı biriktirirmiş. İşte Keçeci Hayrettin Efendi, kenara biriktirdiği bu paralarla Fatih'teki bu camiyi yaptırmış. Cami 1. Dünya Savaşı'ndan önce çıkan yangında harap olmuş ama 1959-60 yıllarında halkın yardımlarıyla tekrar inşa edilmiş.
 
Akbıyık Camii: Ahırkapı'da, demiryolu ile sahil arasındaki bu cami, İstanbul'un en eskilerinden. Fetih yılında, 1453 tarihinde Akbıyık Muhyiddin Efendi tarafından yapılmış. Zamanla harap olan cami 1950 yılında, aslı gibi olmasa da restore edilmiş. Akbıyık Camii'nin en önemli özelliği İstanbul camileri içine kıbleye göre en ileri noktada bulunması. Bu yüzden "İmamü'l Mesâcid" (mescitlerin önderi) adını almış.
 
Şemsi Paşa Camii: Sıraladığımız camiler arasında, bulunduğu yer ve kuruluş hikâyesi açısından en güzel caminin Şemsi Paşa Camii olduğunu söyleyebiliriz. Burası da 1580 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmış. Salacak sahilinden köprüyü görüyor ve avlusunda 27 bin eserin bulunduğu halk kütüphanesi var. Caminin hikâyesi ise şöyle: Titizliği ile ünlü Şemsi Paşa, Sokullu Mehmet Paşa ile sık sık şakalaşırmış. Bir gün Şemsi Paşa, Sokullu Mehmet Paşa'ya "Sokullu camini kuşlar pislemiş." diye takılmış. O da, "Gökyüzüne açık olan her yer kuşların pislemesine müsaittir." demiş. Bu sözü unutmayan Şemsi Paşa, cami yaptıracağı zaman Mimar Sinan'a, "Bana öyle bir cami yap ki üzerine kuşlar pislemesin." demiş. Mimar Sinan da uzun bir araştırmadan sonra kuzey-güney rüzgârlarının kesiştiği noktayı bulmuş ve camiyi oraya inşa etmiş. Bu yüzden cami 'Kuşkonmaz' adıyla da anılıyor.
 
Kılıç Ali Paşa Camii: Tophane Meydanı'nda bulunan cami Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış. 1581 yılında inşa edilen bu caminin hikâyesi de şöyle: Kılıç Ali Paşa, cami yaptırmak için Sultan III. Murad'dan yer ister. Sultan da, Kaptan-ı Derya olmasından dolayı Kılıç Ali Paşa'ya denize cami yapmasını söyler. Bunun üzerine çok üzülen Paşa, Mimar Sinan ile anlaşır ve Tophane rıhtımının kenarına taş, toprak, moloz yığarak caminin inşasına başlar. Kılıç Ali Paşa Camii deniz üzerine kurulan ilk camidir.
 
Laleli Camii: Adı üzerinde, Laleli'de bulunan cami 1763 yılında inşa edilmiş. Dönemin padişahı III. Mustafa'ya her sözünde bir hikmet olan Lâleli Baba adında bir zattan bahsedilir. Padişah da bu zatı merak edip ziyaret eder. Ziyaret sırasında Laleli Baba ile Sultan arasında tatsızlık olur. Akşamında da Sultan rahatsızlanır. Rahatsızlığına şifa bulamayınca Lâleli Baba'dan dua istemek zorunda kalır. Ancak Laleli Baba'nın bir şartı vardır: "Eğer yaptırdığınız şu camiyi bana bağışlar ve padişahlığınızı da, bütün yetkileriyle birlikte bana bırakırsanız, kurtulmanız için dua ederim. Sultan camiyi hemen vermesine rağmen saltanatını vermek istemez. Fakat içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için saltanatını da vermeye razı olur. Laleli Baba'nın duasını alır ve hastalığından kurtulur. Yapılan cami, Lâleli Baba'ya bağışlandığı için caminin adına da onun ismi verilir.
 
Yıldız Camii: 1884-86 yıllarında inşa edilen Yıldız Camii, son dönem Osmanlı eserlerinden eşsiz bir yapıt. Planı dönemin padişahı II. Abdülhamid'e ait. Caminin içindeki tahta kafesler de yine Sultan'ın eseri. Eser, planı bir padişah tarafından çizilen tek cami. Ayrıca Peygamber Efendimiz'in miraca yükseldiği mekân olan Mescid-i Aksa'ya benzemesi de dikkat çekiyor.
 
Sinan'dan Mihrimah Sultan'a...

Mihrimah Sultan Camii:
Mihrimah Sultan adına Mimar Sinan tarafından yapılan iki cami bulunuyor. Biri Üsküdar sahilde, diğeri Edirnekapı'da. Bu camilerin öyküsü ise şöyle rivayet ediliyor: Mimar Sinan, Mihrimah Sultan'a âşıktır. Bu yüzden ona olan sevgisini sanat eserlerinde gösterir ve Mihrimah Sultan adına iki cami yapar. Bu camileri öyle bir estetik ve hesaplama anlayışıyla inşa eder ki; senede bir gün Edirnekapı'daki caminin minaresinin ardından güneş kıpkızıl bir hal alıp batarken, Üsküdar'daki caminin iki minaresi arasından ay doğar. Mimar Sinan'ın hesaplamalarını ay ve güneşe göre yapmasının sebebi de Mihrimah Sultan'ın adından kaynaklanıyor. Mihr ü Mah, güneş ve ay anlamına geliyor.
 
Yiyecek ekmeği zor bulurken cami yaptırmış

Takkeci İbrahim Ağa Camii:
Mimar Sinan tarafından inşa edilen cami Topkapı'da bulunuyor. Rivayetlere göre: 1500'lü yıllarda Topkapı surlarının dibinde, küçük bir kulübede fakir bir takkeci yaşarmış. Hayattaki en büyük isteği bir cami yaptırmakmış ancak takke satarak ekmeğini bile zor kazanırmış. İbrahim Efendi adındaki bu takkeci, bir gün rüyasında bir zat görür. Bu zat ona "Rızkın iki salkım üzümdedir, Bağdat'a git." der. Aynı rüyayı üç kez gören İbrahim Efendi, "Herhalde bize yol göründü!" diyerek yola koyulur. Bağdat'a vardığında onun kuru ekmek yediğini gören bir hancı, İbrahim Efendi'ye acıyarak kapının önündeki asmadan iki salkım üzüm kopartır ve İbrahim Efendi'ye verir. Ardından İbrahim Efendi'ye nereden geldiğini sorar. İbrahim Efendi de durumu anlatır. Hancı, "Bir rüya için buralara gelinir mi? Ben de rüyamda İstanbul'da, Topkapı'da yaşayan bir İbrahim Efendi'nin kulübesinin altında iki küp altın görüyorum. Ama altın için bile oralara gitmedim, sen iki salkım üzüm için buralara geliyorsun." der. Durumu anlayan İbrahim Efendi, İstanbul'a geri döner ve bulduğu iki küp altınla camiyi yaptırır.
 
Geri
Top