Hikâyesi – Ömer Kavur (1981)
“Hayır. Birbirini sevmeyen karı kocalara karşıyım.Mutsuz çocuklara karşıyım. Sevgisiz evlere karşıyım”
İstemediği bir evliliğe sürüklenmekte olan bir adamla onun kasabasına atanan bir öğretmenin aşklarının hikâyesi.
Senaryosunu Selim İleri ve Ömer Kavur’un yazdığı, diyalogları İleri’nin kaleminden çıkan ve yönetmenliğini Kavur’un yaptığı bir Türkiye yapımı. Sinemamızın 1980’lerdeki önemli eserlerinden biri olan yapıt 1982’de Antalya’da üçüncülük ödülü alırken (Sinan Çetin’in “Çirkinler de Sever” ve Ali Özgentürk’ün “At” filmleri sırası ile birincilik ve ikinciliği almıştı); ayrıca Yönetmen, Yardımcı Kadın ve Erkek Oyuncu (Güler Ökten ve Orhan Çağman), Görüntü (Salih Dikişçi) ve Müzik (Cahit Berkay) ödüllerini de kazanmıştı.
Ertesi yıl “Göl” filminde de birlikte çalışan Kavur ve İleri ikilisinin bu ilk iş birliği adına uygun bir havada karşımıza getirdiği bir “kırık aşk”ı olanca sadeliği ve Yeşilçam’ın hemen tüm abartılı melodram oyunlarından uzak tutarak anlatabilmesi ile ilgi çekiyor öncelikle.
Başroldeki Hümeyra ve Kadir İnanır’ın filmin yalın sinema diline uygun oyunculukları ve özellikle ikincisinin sadeliğin içinden yaratabildiği performansı ile de dikkat çeken film, bazı diyaloglardaki edebî havasının gereksizliği, hikâyedeki kimi gerçekçilik sorunları ve hikâyenin akışı ile ilgili kurgu sorunlarına rağmen kesinlikle ilgiyi hak ediyor.
Türk sinemasının okullu ilk yönetmeni olarak biliniyor Kavur.
Aslında Faruk Kenç 1930’lu yıllarda sinema eğitimi almak için Almanya’ya gitmiş ve Münih’teki Bavyera Devlet Fotoğrafçılık Okulu’nu bitirmişti ama herhalde Fransa’da yüksek lisans dahil sinema okuyan, orada kısa filmler çeken ve Fransız yönetmen Alain Robbe-Grillet’nin
asistanlığını yapan Kavur’un eğitimi tam anlamı ile sinema üzerine olduğu için bu unvan ona tahsis edilmiş durumda.
Kusurlarına rağmen sinemamızın en önemli aşk filmlerinden birini, toplumsal bir eleştiriyi arka planına almanın da ötesine taşıyıp öne çıkaracak şekilde yaratmayı başaran Kavur sinemamızın övünç duyabileceği örneklerine imza atmış bir isim. Evet, kusurları olan bir film bu ama sonuç kuşkusuz ki Türk sinemasının en sade ve dürüst bir dil ile anlatılmış aşk hikâyelerinden biri.
Şehirler arası otobüslerin mola yerinden telefon eden bir kadının (Aysel’i Hümeyra oynuyor) görüntüsü ile açılıyor film.
Aradığı erkek (Fuat rolünde Kadir İnanır var) “Hemen geliyorum” diyor onu tanıyınca. Sonra birlikte yürüyen bir kadın ve erkeğin ayaklarını gösteriyor kamera ve sonra da Ayvalık’ın siyah-beyaz görüntüleri ile açılış jeneriği başlıyor.
Cahit Berkay’ın hikâyenin hüzünlü kırıklığını yansıtan başarılı müziğinin eşlik ettiği bu jenerikle geçmişe dönüyor ve şimdi yarım saatliğine buluşan bu iki insanın geçmişte kalan hikâyelerini izlemeye başlıyoruz.
Hikâye Ayvalık’ta geçiyor ve çekimler 1981’de gerçekleştirilmiş.
Ülkenin pek çok yerine göre daha modern bir bölge elbette Ayvalık ama Aysel ile Faruk’un aşkını imkânsız kılan ikincisinin nişanlı olması ve bu nişanın toplumun sosyal ve ekonomik koşulları ile sıkı ilişkisi. Faruk’un ailesi Ayvalık’ın eşrafındandır ama malî açıdan sıkıntı içindedirler. Nişanlısı Belgin’in (Özlem Onursal) ailesi ise yeni zenginlerdendir ve 1980 askerî darbesi ile perçinlenen liberalizmin de sembolüdür adeta. Kız kardeşi Fitnat’ın da (Güler Ökten) -eski parlak günlerine dönme arzusu ile- ısrarla vurguladığı gibi nişanın evlilikle sonuçlanması zorunludur aralarında hiçbir sevgi olmayan genç çiftin. Erkek tarafı eski refahına kavuşacaktır, kız tarafı ise -ne yazık ki senaryo onların bu konudaki arzusunu hiç izah etme gereği duymuyor ama herhalde- sahip olmadıkları geçmişe bu evlilikle kavuşacaklardır.
Senaryonun bu izah etmeme durumunun (Belgin’in babası (Orhan Çağman) kendi oğlunun işe yaramaz olduğunun farkında olduğu için işini Fuat’ın yürütmesini istemektedir ama iki genç arasındaki zorunlu birlikteliği başlatan bu değil gibi görünüyor hikâyenin akışına göre) yanında, bir diğer sorunlu örneği de İstanbul’da okumuş olan Belgin’in başta gösterilen rahatlığı ile evliliği kabullenmesi arasındaki çelişki. Böylesine önemli bir konuda ailesine boyun eğen bir kadının başlardaki veya nişan töreninden sonraki rahatlığı da inandırıcı olamıyor doğal olarak.
Kavur’un bu önemli filmi en sert eleştirisini bireyleri çıkışsızlığa ve kıstırılmışlığa mahkûm eden toplumsal düzene getiriyor. Sevgiye değil, çıkarlara dayalı evliliklerin kutsandığı; bu aşksız birliktelikleri sürdürürken öte yandan herkesin bildiği ama görmezden geldiği (ya da dedikodusunu yapmakla yetindiği) yasak ilişkilere sahip olma ikiyüzlülüğüne rahatça başvuran bireylerden oluşan bir toplumun sahteliğini çok net bir şekilde ortaya koyuyor hikâye.
Aysel’in ağzından zaman zaman manifesto gibi çıkan ve senaryonun sorunlu kurgusu yüzünden her zaman doğru zamanlama ile ve doğru kişiye yönelik olmayan sözler bu eleştirinin vurgusunu artırıyor. Aslında sahnelerin birbirine bağlanma ve hikâyenin doğal bir şekilde akması ile ilgili sorunlar olmasaydı, hem bu eleştiri hem de filmin tümü çok daha üst bir seviyeye ulaşabilirmiş; ama bu hâli ile bile Kavur ve İleri ikilisinin üzerine gittiği mesele bize yansıyor açık bir şekilde. Hikâyenin en ilginç karakterlerinden biri olan resim öğretmeni Bedri’nin (Kamran Usluer yalın ve etkileyici bir performans sunmuş) yalnızlığı ve vicdanlı bir aydın olarak bozuk bir toplumsal düzendeki kaçınılmaz akıbetinin de aynı eleştirinin bağlamında değerlendirilmesi gerekiyor. Filmin hem içerik olarak hem görsel açıdan en önemli unsurlarından biri Bedri’nin hikâyesi ve onun son sahnelerindeki görsel dil.
Bedri resme yetenekli öğrencilerinin büyüyüp, sanatın bir yerinin olamayacağı yeknesak ve mazbut hayatlara atılmalarından mutsuzluğunu dile getirdiğinde, “İz bırakmış şeyler kolay silinemez” diye cevap veriyor Aysel. Finali ile de bu sözü doğrulayan filmin Aysel’in geçmişte yaşadıklarını üzeri hayli kapalı sözlerle anlatması filmin gücünü azaltıyor açıkçası. Bir hayal kırıklığından söz ediliyor ama bunun kişisel mi yoksa 1980 darbesi öncesindeki bir toplumsal hareketle mi ilgili olduğu anlaşılmıyor. Yine de 1981’de olduğumuzu ve ülkenin askerî bir yönetim tarafından idare edildiğini düşünürsek, senaryonun bu konuda daha ileri gitmesinin mümkün olmadığını da kabul etmek gerekiyor. Kadının “Bir kaynaşmanın içindeydim. Duman gibi dağılıp gitti o kaynaşma” sözlerinin 1970’li yılların kaosuna işaret ettiği açık sonuçta. Buna karşılık darbe sonrası hızla bireyselleşen ve bu bağlamda bireysel refahın diğer tüm değerlerin öne geçtiği topluma karşı tavrını net bir şekilde gösteriyor senaryo. Belgin’in ailesini bu açıdan toplumun geçirmeye başladığı ve Turgut Özal’lı yıllar boyunca hızını kesmeyen dönüşümün bir sembolü olarak görebiliriz.
“Hayatı inkâr ederek hiçbir şeyi düzeltemeyiz” mesajını veren ama adını nihayete erişememişlikten, yitirmişlikten ve hüzünden alan film bu seçimleri ile bir çelişkiye düşmüyor bekleneceğinin aksine. Tüm baş karakterlerin farkında olduğu/olmadığı ve önemsediği/önemsemediği yalnızlıkları, Aysel’in geçmişindeki adı konmayan hayal kırıklığı, Bedri’nin yaşadıkları ve emekli olan eski öğretmenin yorgun yalnızlığının karşısına Fuat’ın aşkını tüm kasabaya ilan ettiği sahneyi koyarak bakmamız gerekiyor hikâyeye. Kırılsa da, yadırgansa da aşkın izini bırakacağına inanıyor film ve bizim de inanmamızı bekliyor. Her ne kadar, “Bilmiyorum. Sanki başka türlü olmalıydı bütün bunlar” sözlerinin işaret ettiği bir teslimiyeti/yılgınlığı gösterse de hikâye, yıllar sonra duyulan bir sesin nasıl güçlü bir etki yaratabileceğini de gösteriyor güçlü bir şekilde.
Kasabanın meczubu karakterini önemli ve sade görselliği ile vurucu bir sahnede başarı ile kullansa da, onu sonradan unutuveren senaryoda İleri’nin “Sevgi bağlılık istiyor. Bizse bundan kaçıyoruz” benzeri iddialı yargı cümleleri her zaman hikâye ile uyuşmuyor. Bu örnek cümle, filmdeki aşkın kırık bir hikâyeye dönüşmesini bu kaçınmaya bağlıyor meselâ ama kesinlikle filmin meseleleri arasında yer almıyor bu bağlanma korkusu ve asıl olarak toplumsal ve başka bireysel nedenler aşka engel olan. Fuat ile Aysel arasındaki kültür farkları da yine -Aysel’in tepkisizliği ile-boşta bırakılıyor ve “Bu kitapların hepsini okudun mu?”sorusu kapsamında dile getirilip bir kenara atılıyor hemen. Oysa ikisi arasındaki aşkın oluşumu ve gelişimini doğrudan etkileyecek bir fark bu. Birtakım gerçekçilik problemleri (Aysel’in Fuat’ı evine yemeğe davet etme cüretkârlığı gibi), zaman zaman Aysel’e mesaj kaygılı cümleler söyletilmesi vb. sorunlar da var senaryoda.
Kavur’un, görüntü yönetmeni Salih Dikişçi ile birlikte inşa ettiği görsel dünya ise takdirleri hak edecek bir düzeyde. Sinemamızda en azından o dönemlere kadar pek görülmeyen bir doğallığı olan görüntüler filme dürüst bir gerçekçilik ve onun üzerinden de etkileyicilik sağlıyor. Yağmur altındaki tereddüt sahnesi ve Bedri’nin denize açıldığı sahne Kavur’un yönetmenlik ustalığına örnek gösterilebilecek güzellikteler ve sinemamızın yetenekli isimlerinin kısıtlı imkânlarla çalışmak zorunda kalmalarının seyirci olarak bizler için ne önemli bir kayıp olduğunun da kanıtı. Filmin parlak bölümleri arasına Belgin’in erkek kardeşi Yavuz (Halil Ergün) ile Fuat’ın kavga ettiği sahneyi de ekleyebiliriz. Bu sahnenin sonu, üzeri örtülen mutsuzlukların bir insanın ruhunu nasıl paramparça edebileceğini gösteriyor bize. Sahte ve korkak bir hayata sığınanın, dürüstlüğün sahiciliği ve cesareti karşısında kapıldığı dehşetin çok parlak bir örneği olarak sinema tarihimizde yerini alıyor bu bölüm.
Filmin başında siyah-beyaz olarak, hikâye boyunca da sık sık farklı mekânları ile karşımıza gelen Ayvalık’ın güzelliği, özellikle insandan arınmış olduğu sahnelerde “Sanki başka türlü olmalıydı bütün bunlar” cümlesinin karşılığı olarak düşünülebilir. İnsanların korkuları, hırsları ve kişisel çıkarları uğruna, ulaşabilecekleri yalın mutlulukların ve sevgilerin yanlarından geçip gitmesine izin vermeleri veya buna neden olan bir düzene boyun eğmeleri işte bu hikâyede olduğu gibi aşkların “kırılması”na yol açıyor. Özetle söylemek gerekirse, Kavur bir aşkın bulunması ve kaybedilmesini olanca samimiyet ve sadelik ile anlatıyor ve ortaya problemlerine rağmen sinemamızın önemli yapıtlarından biri çıkıyor.