Dünya üzerindeki hayvan türünden canlıların hemen tümünün en önemli özelliklerinden biri, hayatta kalabilmek ve karınlarını doyurabilmek için devingen olmak zorunda olmalarıdır. Bu devingenliğin sınırları, verroa biti türündeki bazı asalaklarda görüldüğü kadarıyla, bir bal arısının kafası kadar küçük bir alanı çevreleyebileceği gibi, bazı kuşların, balıkların ve insanların sınır tanımayan dolaşımlarına olanak sağlayacak biçimde, yerkürenin tüm kıta ve denizlerini de kapsayabilir. Bu kapsamda, bireysel ya da toplu bir biçimde, kısa ya da uzun süreli yeni bir yaşam çevresi oluşturmak amacıyla, yerküre üzerinde yapılan yer değiştirme hareketlerine Türkçe'de göç adı verilmiştir.
Ali Püsküllüoğlu Öz Türkçe Sözlük'ünde göçü, evi barkı ile birlikte yer değiştirme işi olarak tanımlamaktadır. Her ne kadar buradaki ev - bark sözcükleri mecazi olarak aile - çoluk, çocuk anlamında kullanılmaktaysa da, barınak anlamındaki evin Türk dilinde daha yakından tanındığı bilinmektedir. Ev, Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlük'ünde, ne şekilde olursa olsun içinde oturulan yer: Konut. Yalnız bir ailenin içinde oturabileceği şekilde yapılmış konut. İçinde bir iş görülen yer: orduevi, halkevi, ticaret evi, yapım evi, açıklamalarıyla tanımlanmıştır. Açıklamalarda yer alan ve ev anlamına gelen konut sözcüğünün kökünde konmak fiili bulunmakta, bu fiil ise göçmek - konmak biçiminde Türk halkı arasında sıkça kullanılmaktadır. Bir anlamda devingenlik ve durağanlığı ifade eden bu ikili fiilin Türk kültürü içinde göçebeliği ve yerleşik kent yaşamını da belirlediği düşünülebilir. Bu fiillerden türetilmiş sözcükler ise bu iki ayrı tür yaşam biçimini vurgulayan bir çeşitlilik sergilemektedirler. Kısaca bakıldığında, göçmek fiilinden türetilmiş sözcükler arasında, göç, göçebe, göçebelik, göçelge, göçer, göçeri, göçmen; konmak fiilinden türetilmiş sözcükler arasında da, kon, konak, konaklamak, konuk, konuklamak, konukluk, konu-komşu, konuksever, konulmak, konum, konumluk, konuş, konut, kondu, gecekondu örnekleri dikkati çekmektedir.
Bu sözcüklerden de anlaşılabileceği gibi, Türkçe'de, halk dilinde kullanılan göçmek konmak ikilisi, ifade ettiği anlamların yanısıra, devingenliğin karşıtı olarak durağan bir mekânsal olguyu, bir anlamda mimarlığı belirlemektedir. Bu kapsamda, Türk kültüründe göç'ün mimarlık'la yoğun bir ilişkisinin bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, Türklerin tarihinde göçün özel bir konumunun olduğu herkesçe bilinmektedir. Orta Asya steplerinde yaşayan ve hayvancılıkla geçinen Türk asıllı göçebeler, sürülerini otlatmak için zaten devingen bir yaşam türünü benimsemişlerdir. Steplerdeki otlakların verimsizleştiği dönemlerde ise, güvenli bir yaşam sürdürebilecekleri ülkelere göç etmeyi yeğlemişlerdir. At sırtında, Doğu'ya, Batı'ya ve Güney'e yönlenen bu göçler, sökülüp takılabilen, hafif bir barınak türünü de beraberlerinde taşımak zorunda kalmışlardır. Yurt, otağ ya da çadır adını verdikleri bu barınaklar, göçebe kültürünün ilginç mimari örneklerini oluşturmaktadırlar (resim 1-2).
Korunaklı yurtlar soğuk yörelerde, gölgelik kara çadır sıcak bölgelerde yararlı olmuş; üç direkli, üçgen formlu çadırlar ise, Bering Boğazı yoluyla Kuzey Amerika'ya geçmiş ve burada typee adını almıştır (resim 3).
Taşınabilmesi için hafif ve kolay sökülür-takılır olması gereken tek mekânlı yurt ve çadırlardaki çok işlevli yaşam biçimi, bazı araştırmacılara göre, yerleşik düzene geçildiğinde Türk Evi adı verilen konut türüne aktarılmıştır (Küçükerman 27, 63). Böylece, yurt içinde yer alan oturma, yemek yeme, çalışma ve yatma işlevlerinin Türk evinin tek bir odasının iç düzenlemesinde de görülmesi bu hipoteze bağlanmaktadır. Ayrıca, özellikle ondördüncü yüzyıla kadar İran, Kafkasya ve Anadolu'da yapılan türbe ve kümbet gibi bazı yapı türlerinin biçimlendirilmelerinde de yurt ve otağ'lardan yararlanılmış olduğu bazı tarihçilerce belirtilmektedir (Arseven 27) (resim 4).
Yedinci yüzyılda vur-kaç akınları ile başlayan Anadolu'nun Türkleşmesi, onbirinci yüzyıldaki savaşlarla hızla gerçekleşme yoluna girmiş, Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemlerinden sonra Osmanlıların tüm Anadolu'yu ele geçirmeleriyle tamamlanmıştır. Bu Türkleşmenin, büyük aileler halinde Orta Asya'dan göç eden Türk boylarının, Bizanslılar'dan, ya da yerli halklardan boşalan veya boşaltılan kent ve köylere kondurulmalarıyla gerçekleştirildiği bilinmektedir (Grousset 148-159). Türk akınları sırasında Bizans - Anadolu kentlerinin nasıl bir fiziki değişime uğradığı konusunda çeşitli varsayımlar ileri sürülmektedir. Kentlerde Türkler tarafından yapılan dinî ya da sivil işlevli yapıların sergilediği yüksek inşaat kalitesi, plan çözümleri ve mimari bezeme anlayışı, bunların büyük bir olasılıkla akıncılarla birlikte, ya da hemen sonra boy göçleriyle gelen, İran ve Orta Asya kent kökenli mimarlar gözetiminde yerel işçilerce yapılmış olabileceklerini düşündürmektedir. Ancak, klasik çağ Anadolu kentinin düzgün ızgara plan şemalarına karşılık Türklerle gelen kentleşme anlayışı daha homojen, topoğrafyanın gereklerine uygun ve zaman içinde gelişen bir yerleşme düzenini yansıtmıştır. Örneğin, Osmanlıların ilk yıllarında Bursa kalesinin alınması ve zaman içinde bu kentin ilk Osmanlı başkenti olarak gelişmesi bu anlayışa ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
Araştırmalara göre Osmanlı ordusu kaleyi ele geçirdikten sonra çadırlı ordugâh hemen kale kapısı dışındaki düzlük alana kurulmuş, kale içindeki Bizans sarayı, bey sarayı olarak ordu komutanına tahsis edilmiş, en büyük kilise de camiye çevrilerek kullanıma açılmıştır (resim 6-7). Ordunun konuşlandığı ve bugün Bursa'nın tarihî çarşı bölgesi olarak gelişmiş olan alan, muhtemelen o yıllarda da hem işgalden evvelki kent halkının, hem de kenti ele geçiren Osmanlı ordusunun gereksinmelerini karşılamak için civar köylerden getirilen malların satışa sunulduğu bir pazar yeri idi (resim 8). Kenti ele geçiren Orhan Gazi'den sonra tahta geçen Murat I. Hüdavendigar ise, kendi adıyla anılan külliyesini merkezin üç-dört kilometre batısındaki Çekirge köyünde gerçekleţtirerek, göçebe geçmiţinden gelen ve kentsel yerleşmelerden uzak, doğa içinde bağımsız bir yaşam özlemini dile getirmiştir. Aynı davranış, I. Murat'tan sonra sultan olan Yıldırım Beyazıd'da da görülmektedir: I. Beyazıd da surlarla çevrelediği kendi külliyesini kentin iki-üç kilometre doğusundaki bir tepe üzerinde gerçekleştirmiş, merkezle bu külliyeler arasındaki boş alanlar ancak zaman içinde diğer sultanlar tarafından doldurularak Bursa tek bir kent haline dönüşmüştür. Bu ilk külliyelerde yer alan sultan köşkleri ahşapla yapıldıkları için zaman içinde yangınlarla yok olmuşlar, taş ve tuğlayla gerçekleştirilen diğer yapılar ise yapılan onarımlarla günümüze kadar gelebilmişlerdir (Goodwin 35-57) (resim 9).
Göçebe olarak geldikleri Anadolu'da yerleţik düzene geçen Türk kavimlerinin göçme alışkanlıklarından tümüyle vazgeçmedikleri, kentlerde oturdukları halde, mevsimlik göçlere büyük önem vererek yaz ve kış aylarında mekân değiştirdikleri görülmektedir. Bugün bile yazları Toroslar'ın yüksek yaylalarına, kışları ılık Akdeniz kıyılarına göçen, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve geleneksel çadırlarında barınan Türkmen boyları güney Anadolu yörelerinde görülebilmektedir. Onikinci yüzyılda Anadolu'da güçlü bir imparatorluk kuran Selçuklu sultanları, başkentleri Konya'yı değerli mimari yapıtlarla donatarak yerleşik kent düzenini önemle vurgularken, Orta Asya'dan getirdikleri göçebe alışkanlıklarından da tümüyle vazgeçmemişler; yaz aylarını yüksek orta Anadolu platosunun merkezinde yer alan Konya'da ya da Beyşehir gölü kıyısındaki Kubadabad sarayında geçirirken, kışlamak için Akdeniz sahillerini, Antalya ve Alanya'yı yeğlemiş, fırsat buldukça her yaz sonunda tüm sarayı bu kışlık başkentlere taşımışlardır. Antalya ve Alanya saraylarının hiç bir bölümü günümüze ulaşamamışsa da, bu yüzyıllarda yapılmış bazı ufak köşkler dönemin mimarisi üzerinde ipuçları vermektedir (resim 10-11-12).
Alanya yakınlarında, Sedre çayı vadisinde, onüçüncü ya da ondördüncü yüzyılda gerçekleştirilmiş olan iki katlı Sedre Kasrı, devşirme taşla yapılmış bir av köşkü olup, her iki katı da köşe teraslarıyla manzaraya ve serinletici rüzgara yönlendirilmiş yazlık bir binadır. İçinde dolap nişlerinin bulunmaması, binanın göçebe kültürüne uyumunu belirlemekte, at ve develerle taşınan eşya sandıklarının dolap nişlerinin yerini aldığı belli olmaktadır. Sedre Kasrı'nın en ilginç yönlerinden biri de yapıldığı yıllardan kalan bazı duvar sgraffito'larının, kabaca da olsa, o yıllardaki yaşamı belgelemesidir. Bu çizimler arasında sarıklı bir devecinin yularından çektiği deve, onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllardaki ulaşım ve göç araç ve yöntemlerini göstermesi açısından önemli bir belge-çizim sayılabilir.
Öte yandan, en küçük kasabadan, en büyük kente kadar hemen bütün Anadolu yerleşmelerinin yazlık olarak kullandıkları bir yakın yerleşme daha bulunmaktadır. Başkent olmadan önce Ankara'daki Çankaya bağları, Konya'nın Meram bağları, Muğla'nın Karabağları, Adana'nın Bürücek, Mersin'in Namrun, Beypazarı'nın İnönü yaylaları bu tür yazlık yerleşmelerin tipik örneklerindendir. Örneğin, bugün artık büyüyen Konya'nın içinde kalmış olan Meram'daki bağ evleri, yaz aylarında açık havada yaşamayı vurgulayan, ancak bitişikteki kent mimarisinden etkilenmiş birer büyük konak anlayışıyla gerçekleştirilmişlerdir (resim 13-14). Muğla'nın yazın göçülen yaylası Karabağlar'da ise, kırsal yaşamı vurgulayan çok gevşek bir konut dokusuna servis veren, tütün tarlaları arasında, yolların kesişme noktalarında oluşturulmuş küçük merkezlerle dikkati çekmektedir (resim 15-16). Bu merkezlerde yer alan kahve, fırın, bakkal gibi işlevler tümüyle yaz yaşantısını vurgulayan bir mimariye göre oluşturulmuşlardır: Çoğu onyedinci yüzyıldan beri buralarda baş köşeyi işgal eden yazlık mescitler ise, serin iç mekânları ve ilginç üst örtüleriyle Anadolu'daki basit, kırsal kesim camileri arasında özel bir yere sahiptirler (resim 17-18). Beypazarı'nın İnönü yaylasında olduğu gibi, yayla evleri genellikle kaba yonu taş ve zaman içinde yok olarak doğaya geri dönen kaba ahşapla gerçekleştirilmişlerdir (resim 19-20-21). Bolu ve Gerede'nin basit çoban barınakları yine bu mimarinin tipik örneklerinden iken, son yıllarda gelişen dağda villa yapma merakı yüzünden, yavaş yavaş ortadan yok olmaktadırlar (resim 22-23). Kaybolmakta olan bu tür basit ve geçici yapıların bir diğeri de, güneybatı Akdeniz bölgesinde ve Trakya'da izlenen mevsimlik sepet evlerdir (resim 24-25).
1920'lerden sonra Batı'dan gelen yeni bir yaşam biçimi olarak, yaylaya çıkmak yerine deniz kenarlarına göç etmek geçerli hale gelince, özellikle İstanbul'da, kent içi göç diyebileceğimiz bir yer değiştirme türü izlenmiştir. Yoğun bir biçimde yapılaşmış İstanbul merkezinden, yazların daha rahat geçirilebileceği Marmara sahilleri ve Adalar'da büyük bahçeli villaların oluşturduğu varoşlara göçülmesi, 1970'li yıllara kadar süregelmiş; o tarihten itibaren, denizin kirlenmesi ve apartmanların yoğunlaşması sonucu, Marmara sahilleri sürekli yerleşme bölgelerine dönüşünce de, kentin üst-gelir düzeyindeki aileleri için bu işlevi, günümüzde olduğu gibi, yalnızca Adalar yürütür olmuştur.
Yazın Türkiye'nin en sıcak bölgelerinden biri olan Antalya - Side sahillerinde de deniz kenarına yapılan mevsimlik göçlerin ilginç bir yapı türünden yararlandığını izleyebiliyoruz (resim 26-27). Genellikle iç bölgelerdeki fakir köylülerce kullanılan, altı ya da sekiz ahşap direkle yerden yükseltilerek serinletilen, bir kaç bölümlük bu barakalar, bölgenin turistik bir merkez olmasından ve büyük otellerin yapımıyla doğal güzelliklerini büyük ölçüde yitirmesinden sonra, yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır.
Anadolu'ya gelen dış göçlerin yalnızca Doğu'dan, Orta Asya'dan kaynaklandığı söylenemez. Osmanlıların, askeri amaçlı göçleri, onbeşinci yüzyılda Avrupa'da, Batı'ya doğru, sürdürdükleri, imparatorluğun sınırlarını Balkanlar'da Viyana önlerine kadar genişlettikleri bilinmektedir. Ancak, onyedinci yüzyılda başlayan gerileme döneminde bu toprakların yavaş yavaş elden çıkarılması sırasında, Anadolu'ya Batı'dan kaynaklanan göçlerin de başladığı görülmektedir. Savaş nedeniyle oluşan bu göçler özellikle 1876-1877 Omanlı-Rus savaşı sırasında, Girit'in Yunanistan'a verilmesinden sonra, 1912 ve 1913 Balkan Savaşları ile, 1914-1919 arasında I. Dünya Savaşı yıllarında yoğunluk kazanmış, özellikle İstanbul ve Edirne'nin barındırma kapasitelerini zorlamıştır. Savaş göçmenlerinin konut gereksinmelerini karşılayabilmek için, çeşitli kentlerde ızgara plan şemalı, düzgün göçmen mahalleleri oluşturulmuştur. Afyon'daki Mecidiye ve Ankara'daki Sakarya-Boşnak (resim 28) mahalleleri ile, tarihî Side kenti üzerine empoze edilen Yeni Side köyü bu tür yerleţmelerin örneklerindendirler (resim 29-30). Genellikle düzgün sokaklarla çerçevelenmiş, kare planlı yapı adaları üzerinde, sokakların kesişme noktalarında, geleneksel yöre mimarlığına uyum gösteren bir veya iki katlı evler yapıldığı, adaların geri kalan bölümlerinin bahçe olarak düzenlendiği böylece yoğunluğun insancıl ölçülerde tutulduğu görülmektedir. Dönemin başkenti İstanbul'da ise, savaş göçmenleri için alınan önlemler farklı bir mimari görüntü sergilemektedir. Özellikle I. Dünya Savaşı'nın son yılında, 1918 Fatih yangınında 7500 konut yanınca, savaş göçmenleriyle birlikte kent halkı için de barınak büyük bir sorun haline gelmiş, kent içindeki her kovukta birkaç aile birden barınır duruma düşmüştür. Bu duruma bir çare bulmaya çalışan Evkaf Nezareti, Laleli'de, Harikzedegan Apartmanları adıyla bilinen toplu konut sitesini yaptırmış (resim 31-32), böylece bir büyük konut yapısını birçok aileyle paylaşma durumu Türk kültürüne ilk kez girmiştir.
Anadolu'da son yıllarda izlenen buna benzer büyük sosyal ve kültürel değişimlerden biri de iç göçler nedeniyle ortaya çıkmıştır. Ülkenin kırsal ve kentsel kesimi arasında gelişen ulaşım koşullarının da yardımıyla, köylerde geçim zorluğu çeken küçük toprak sahiplerinin iş bulma amacıyla kente akımı savaş sonrası yıllarda başlamış, 1950'den sonra ise artarak sürmüştür. 1950-1960 arasında Türkiye ölçeğinde kentsel nüfus artışının %80'i aştığı saptanmıştır (Şenyapılı 45). Anadolu kentlerinin konut kapasitesini zorlayan bu hızlı nüfus artışı, kent çevresindeki kırsal alanlarla hazineye ait bölgelerde, zayıf ve ucuz malzemeyle bir gecede yapılabildiği için önleyici yasalardan kaçabilen ve adına gecekondu denilen, alt yapıdan yoksun, bir tür kaçak barınağın oluşmasına neden olmuştur (resim 33-34). 1950-1980 arasında büyük kentlerin tüm çevrelerini yoğun bir biçimde kaplayan bu gecekondular, zaman içinde sahipleri tarafından iyileştirilip sağlıklaştırılarak geliştirilmiş (resim 35-36), daha sonra da kent merkezlerine en yakın varoşlar olarak, merkezden kaçmaya çalışan orta sınıfın beğenilerine yönelik, spekülatif amaçlı, yüksek katlı yapılaşmaya açılmışlardır. Böylece, 1940'larda kırsal bölgelerden gelen dar gelirli bir grup olarak kent toplumuna katılan gecekondu sahipleri, 1990'lı yıllarda yüksek arazi spekülasyonu sayesinde zenginleşerek, geleneksel kültür ve değerlerini yitirmiş bir tüketim toplumuna dönüşmüşlerdir.
Hızlı kentleşme sonucu ortaya çıkan ve kırsal konutla kentsel konut arasında bir yere oturtulabilen gecekonduların mimari değerlerinden sözetmek zorsa da, bunların özellikle eğimli araziler üzerinde inşa edilen örneklerinde araziye uyum, yol, istinat duvarı yapımı gibi konularda belirli bir duyarlılık sergiledikleri; küçük de olsa ağaçlandırılmış bahçeleri, manzaraya yönelik balkonlarıyla hâlâ geçmişten gelen bazı değerleri taşıdıkları görülmektedir. Bu nedenle bazı gecekondu bölgeleri kent yeşilini artıran, az katlı olmaları nedeniyle kentsel yoğunluğu zorlamayan bir görüntü sergilemektedirler.
Doğu - Batı arasında doğal bir geçit olarak tanımlanan Anadolu yarımadasının tarih boyunca her iki yöndeki göçlerden nasıl etkilendiği, gelip geçen değişik kavimlerin kültürlerini nasıl sindirerek zenginleştiği, arkeologlar ve tarihçiler tarafından sürekli olarak irdelenmekteyse de, bu konuda yapılabilecek daha pek çok araştırma bulunduğu da kabul edilmelidir. Öte yandan, Orta Asya'da olsun, Anadolu'da olsun, göç olgusunun Türkler için ne denli önemli bir konu olduğu herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, hangi nedenle ve ne yoğunlukta olursa olsun, göçlerin Türk ve Anadolu kültürleri üzerinde büyük etkileri olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Politikadan ekonomiye, sosyal yapıdan sanata kadar bir çok alanda etkili olabilen göç olgusunun mimarlıkla olan ilişkilerinin de daha yakından çalışılması gerekmektedir. Tarih içinde sürekli olarak olagelmiş göçlerin günümüzde çeşitli nedenlerle değiştikleri, çeşitlendikleri de izlenmektedir. Bir zamanlar yürüyerek, at ve deve sırtında, tekerlekli arabaya binerek yapılan ve günler, haftalar, aylar, hatta yıllar süren göçler, teknolojinin gelişmesiyle birlikte hızlanmış; geçen yüzyıldan başlayarak tren, buharlı gemi, uçak gibi araçlarla, toplu taşımanın hız ve kapasitesi giderek artmıştır. Göç ve devinimin en büyük yardımcısı ise, kişiye büyük bir özgür dolaşım olanağı sağlayan özel otomobilin keşfi olmuştur (resim 37-38).
Eski zaman göçlerinin büyük yıldızı devenin bundan böyle ancak hayvanat bahçelerinde bir garip yaratık olarak seyredilebileceği, yeryüzündeki devinimin ise gün geçtikçe artan özel otomobillere bağlı olacağı belli olmaktadır. Öte yandan, yaşam çevrelerini yaşanmaz hale getiren insan topluluklarının, oraları da kirletmek için, henüz bakir başka dünyalara göçmek üzere araştırmalar yaptıkları ve uzay araçları geliştirdikleri bilinmektedir. Ortaçağlarda oluşan göçlerin mimariyle ilk ilişkileri yol kenarı konaklamaları için inşa edilen hanlar ve kervansaraylar ile olurken; günümüzde bu ilişki büyük istasyon binaları, uçak ve otobüs terminalleri ile kurulmuştur. Yeryüzünde ya da gökyüzünde kurulacak uzay istasyonları ise, gelecekteki göçlerin mimari başyapıtları olmaya adaydırlar.
Ali Püsküllüoğlu Öz Türkçe Sözlük'ünde göçü, evi barkı ile birlikte yer değiştirme işi olarak tanımlamaktadır. Her ne kadar buradaki ev - bark sözcükleri mecazi olarak aile - çoluk, çocuk anlamında kullanılmaktaysa da, barınak anlamındaki evin Türk dilinde daha yakından tanındığı bilinmektedir. Ev, Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlük'ünde, ne şekilde olursa olsun içinde oturulan yer: Konut. Yalnız bir ailenin içinde oturabileceği şekilde yapılmış konut. İçinde bir iş görülen yer: orduevi, halkevi, ticaret evi, yapım evi, açıklamalarıyla tanımlanmıştır. Açıklamalarda yer alan ve ev anlamına gelen konut sözcüğünün kökünde konmak fiili bulunmakta, bu fiil ise göçmek - konmak biçiminde Türk halkı arasında sıkça kullanılmaktadır. Bir anlamda devingenlik ve durağanlığı ifade eden bu ikili fiilin Türk kültürü içinde göçebeliği ve yerleşik kent yaşamını da belirlediği düşünülebilir. Bu fiillerden türetilmiş sözcükler ise bu iki ayrı tür yaşam biçimini vurgulayan bir çeşitlilik sergilemektedirler. Kısaca bakıldığında, göçmek fiilinden türetilmiş sözcükler arasında, göç, göçebe, göçebelik, göçelge, göçer, göçeri, göçmen; konmak fiilinden türetilmiş sözcükler arasında da, kon, konak, konaklamak, konuk, konuklamak, konukluk, konu-komşu, konuksever, konulmak, konum, konumluk, konuş, konut, kondu, gecekondu örnekleri dikkati çekmektedir.
Bu sözcüklerden de anlaşılabileceği gibi, Türkçe'de, halk dilinde kullanılan göçmek konmak ikilisi, ifade ettiği anlamların yanısıra, devingenliğin karşıtı olarak durağan bir mekânsal olguyu, bir anlamda mimarlığı belirlemektedir. Bu kapsamda, Türk kültüründe göç'ün mimarlık'la yoğun bir ilişkisinin bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, Türklerin tarihinde göçün özel bir konumunun olduğu herkesçe bilinmektedir. Orta Asya steplerinde yaşayan ve hayvancılıkla geçinen Türk asıllı göçebeler, sürülerini otlatmak için zaten devingen bir yaşam türünü benimsemişlerdir. Steplerdeki otlakların verimsizleştiği dönemlerde ise, güvenli bir yaşam sürdürebilecekleri ülkelere göç etmeyi yeğlemişlerdir. At sırtında, Doğu'ya, Batı'ya ve Güney'e yönlenen bu göçler, sökülüp takılabilen, hafif bir barınak türünü de beraberlerinde taşımak zorunda kalmışlardır. Yurt, otağ ya da çadır adını verdikleri bu barınaklar, göçebe kültürünün ilginç mimari örneklerini oluşturmaktadırlar (resim 1-2).
Korunaklı yurtlar soğuk yörelerde, gölgelik kara çadır sıcak bölgelerde yararlı olmuş; üç direkli, üçgen formlu çadırlar ise, Bering Boğazı yoluyla Kuzey Amerika'ya geçmiş ve burada typee adını almıştır (resim 3).
Taşınabilmesi için hafif ve kolay sökülür-takılır olması gereken tek mekânlı yurt ve çadırlardaki çok işlevli yaşam biçimi, bazı araştırmacılara göre, yerleşik düzene geçildiğinde Türk Evi adı verilen konut türüne aktarılmıştır (Küçükerman 27, 63). Böylece, yurt içinde yer alan oturma, yemek yeme, çalışma ve yatma işlevlerinin Türk evinin tek bir odasının iç düzenlemesinde de görülmesi bu hipoteze bağlanmaktadır. Ayrıca, özellikle ondördüncü yüzyıla kadar İran, Kafkasya ve Anadolu'da yapılan türbe ve kümbet gibi bazı yapı türlerinin biçimlendirilmelerinde de yurt ve otağ'lardan yararlanılmış olduğu bazı tarihçilerce belirtilmektedir (Arseven 27) (resim 4).
Yedinci yüzyılda vur-kaç akınları ile başlayan Anadolu'nun Türkleşmesi, onbirinci yüzyıldaki savaşlarla hızla gerçekleşme yoluna girmiş, Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemlerinden sonra Osmanlıların tüm Anadolu'yu ele geçirmeleriyle tamamlanmıştır. Bu Türkleşmenin, büyük aileler halinde Orta Asya'dan göç eden Türk boylarının, Bizanslılar'dan, ya da yerli halklardan boşalan veya boşaltılan kent ve köylere kondurulmalarıyla gerçekleştirildiği bilinmektedir (Grousset 148-159). Türk akınları sırasında Bizans - Anadolu kentlerinin nasıl bir fiziki değişime uğradığı konusunda çeşitli varsayımlar ileri sürülmektedir. Kentlerde Türkler tarafından yapılan dinî ya da sivil işlevli yapıların sergilediği yüksek inşaat kalitesi, plan çözümleri ve mimari bezeme anlayışı, bunların büyük bir olasılıkla akıncılarla birlikte, ya da hemen sonra boy göçleriyle gelen, İran ve Orta Asya kent kökenli mimarlar gözetiminde yerel işçilerce yapılmış olabileceklerini düşündürmektedir. Ancak, klasik çağ Anadolu kentinin düzgün ızgara plan şemalarına karşılık Türklerle gelen kentleşme anlayışı daha homojen, topoğrafyanın gereklerine uygun ve zaman içinde gelişen bir yerleşme düzenini yansıtmıştır. Örneğin, Osmanlıların ilk yıllarında Bursa kalesinin alınması ve zaman içinde bu kentin ilk Osmanlı başkenti olarak gelişmesi bu anlayışa ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
Araştırmalara göre Osmanlı ordusu kaleyi ele geçirdikten sonra çadırlı ordugâh hemen kale kapısı dışındaki düzlük alana kurulmuş, kale içindeki Bizans sarayı, bey sarayı olarak ordu komutanına tahsis edilmiş, en büyük kilise de camiye çevrilerek kullanıma açılmıştır (resim 6-7). Ordunun konuşlandığı ve bugün Bursa'nın tarihî çarşı bölgesi olarak gelişmiş olan alan, muhtemelen o yıllarda da hem işgalden evvelki kent halkının, hem de kenti ele geçiren Osmanlı ordusunun gereksinmelerini karşılamak için civar köylerden getirilen malların satışa sunulduğu bir pazar yeri idi (resim 8). Kenti ele geçiren Orhan Gazi'den sonra tahta geçen Murat I. Hüdavendigar ise, kendi adıyla anılan külliyesini merkezin üç-dört kilometre batısındaki Çekirge köyünde gerçekleţtirerek, göçebe geçmiţinden gelen ve kentsel yerleşmelerden uzak, doğa içinde bağımsız bir yaşam özlemini dile getirmiştir. Aynı davranış, I. Murat'tan sonra sultan olan Yıldırım Beyazıd'da da görülmektedir: I. Beyazıd da surlarla çevrelediği kendi külliyesini kentin iki-üç kilometre doğusundaki bir tepe üzerinde gerçekleştirmiş, merkezle bu külliyeler arasındaki boş alanlar ancak zaman içinde diğer sultanlar tarafından doldurularak Bursa tek bir kent haline dönüşmüştür. Bu ilk külliyelerde yer alan sultan köşkleri ahşapla yapıldıkları için zaman içinde yangınlarla yok olmuşlar, taş ve tuğlayla gerçekleştirilen diğer yapılar ise yapılan onarımlarla günümüze kadar gelebilmişlerdir (Goodwin 35-57) (resim 9).
Göçebe olarak geldikleri Anadolu'da yerleţik düzene geçen Türk kavimlerinin göçme alışkanlıklarından tümüyle vazgeçmedikleri, kentlerde oturdukları halde, mevsimlik göçlere büyük önem vererek yaz ve kış aylarında mekân değiştirdikleri görülmektedir. Bugün bile yazları Toroslar'ın yüksek yaylalarına, kışları ılık Akdeniz kıyılarına göçen, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve geleneksel çadırlarında barınan Türkmen boyları güney Anadolu yörelerinde görülebilmektedir. Onikinci yüzyılda Anadolu'da güçlü bir imparatorluk kuran Selçuklu sultanları, başkentleri Konya'yı değerli mimari yapıtlarla donatarak yerleşik kent düzenini önemle vurgularken, Orta Asya'dan getirdikleri göçebe alışkanlıklarından da tümüyle vazgeçmemişler; yaz aylarını yüksek orta Anadolu platosunun merkezinde yer alan Konya'da ya da Beyşehir gölü kıyısındaki Kubadabad sarayında geçirirken, kışlamak için Akdeniz sahillerini, Antalya ve Alanya'yı yeğlemiş, fırsat buldukça her yaz sonunda tüm sarayı bu kışlık başkentlere taşımışlardır. Antalya ve Alanya saraylarının hiç bir bölümü günümüze ulaşamamışsa da, bu yüzyıllarda yapılmış bazı ufak köşkler dönemin mimarisi üzerinde ipuçları vermektedir (resim 10-11-12).
Alanya yakınlarında, Sedre çayı vadisinde, onüçüncü ya da ondördüncü yüzyılda gerçekleştirilmiş olan iki katlı Sedre Kasrı, devşirme taşla yapılmış bir av köşkü olup, her iki katı da köşe teraslarıyla manzaraya ve serinletici rüzgara yönlendirilmiş yazlık bir binadır. İçinde dolap nişlerinin bulunmaması, binanın göçebe kültürüne uyumunu belirlemekte, at ve develerle taşınan eşya sandıklarının dolap nişlerinin yerini aldığı belli olmaktadır. Sedre Kasrı'nın en ilginç yönlerinden biri de yapıldığı yıllardan kalan bazı duvar sgraffito'larının, kabaca da olsa, o yıllardaki yaşamı belgelemesidir. Bu çizimler arasında sarıklı bir devecinin yularından çektiği deve, onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllardaki ulaşım ve göç araç ve yöntemlerini göstermesi açısından önemli bir belge-çizim sayılabilir.
Öte yandan, en küçük kasabadan, en büyük kente kadar hemen bütün Anadolu yerleşmelerinin yazlık olarak kullandıkları bir yakın yerleşme daha bulunmaktadır. Başkent olmadan önce Ankara'daki Çankaya bağları, Konya'nın Meram bağları, Muğla'nın Karabağları, Adana'nın Bürücek, Mersin'in Namrun, Beypazarı'nın İnönü yaylaları bu tür yazlık yerleşmelerin tipik örneklerindendir. Örneğin, bugün artık büyüyen Konya'nın içinde kalmış olan Meram'daki bağ evleri, yaz aylarında açık havada yaşamayı vurgulayan, ancak bitişikteki kent mimarisinden etkilenmiş birer büyük konak anlayışıyla gerçekleştirilmişlerdir (resim 13-14). Muğla'nın yazın göçülen yaylası Karabağlar'da ise, kırsal yaşamı vurgulayan çok gevşek bir konut dokusuna servis veren, tütün tarlaları arasında, yolların kesişme noktalarında oluşturulmuş küçük merkezlerle dikkati çekmektedir (resim 15-16). Bu merkezlerde yer alan kahve, fırın, bakkal gibi işlevler tümüyle yaz yaşantısını vurgulayan bir mimariye göre oluşturulmuşlardır: Çoğu onyedinci yüzyıldan beri buralarda baş köşeyi işgal eden yazlık mescitler ise, serin iç mekânları ve ilginç üst örtüleriyle Anadolu'daki basit, kırsal kesim camileri arasında özel bir yere sahiptirler (resim 17-18). Beypazarı'nın İnönü yaylasında olduğu gibi, yayla evleri genellikle kaba yonu taş ve zaman içinde yok olarak doğaya geri dönen kaba ahşapla gerçekleştirilmişlerdir (resim 19-20-21). Bolu ve Gerede'nin basit çoban barınakları yine bu mimarinin tipik örneklerinden iken, son yıllarda gelişen dağda villa yapma merakı yüzünden, yavaş yavaş ortadan yok olmaktadırlar (resim 22-23). Kaybolmakta olan bu tür basit ve geçici yapıların bir diğeri de, güneybatı Akdeniz bölgesinde ve Trakya'da izlenen mevsimlik sepet evlerdir (resim 24-25).
1920'lerden sonra Batı'dan gelen yeni bir yaşam biçimi olarak, yaylaya çıkmak yerine deniz kenarlarına göç etmek geçerli hale gelince, özellikle İstanbul'da, kent içi göç diyebileceğimiz bir yer değiştirme türü izlenmiştir. Yoğun bir biçimde yapılaşmış İstanbul merkezinden, yazların daha rahat geçirilebileceği Marmara sahilleri ve Adalar'da büyük bahçeli villaların oluşturduğu varoşlara göçülmesi, 1970'li yıllara kadar süregelmiş; o tarihten itibaren, denizin kirlenmesi ve apartmanların yoğunlaşması sonucu, Marmara sahilleri sürekli yerleşme bölgelerine dönüşünce de, kentin üst-gelir düzeyindeki aileleri için bu işlevi, günümüzde olduğu gibi, yalnızca Adalar yürütür olmuştur.
Yazın Türkiye'nin en sıcak bölgelerinden biri olan Antalya - Side sahillerinde de deniz kenarına yapılan mevsimlik göçlerin ilginç bir yapı türünden yararlandığını izleyebiliyoruz (resim 26-27). Genellikle iç bölgelerdeki fakir köylülerce kullanılan, altı ya da sekiz ahşap direkle yerden yükseltilerek serinletilen, bir kaç bölümlük bu barakalar, bölgenin turistik bir merkez olmasından ve büyük otellerin yapımıyla doğal güzelliklerini büyük ölçüde yitirmesinden sonra, yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır.
Anadolu'ya gelen dış göçlerin yalnızca Doğu'dan, Orta Asya'dan kaynaklandığı söylenemez. Osmanlıların, askeri amaçlı göçleri, onbeşinci yüzyılda Avrupa'da, Batı'ya doğru, sürdürdükleri, imparatorluğun sınırlarını Balkanlar'da Viyana önlerine kadar genişlettikleri bilinmektedir. Ancak, onyedinci yüzyılda başlayan gerileme döneminde bu toprakların yavaş yavaş elden çıkarılması sırasında, Anadolu'ya Batı'dan kaynaklanan göçlerin de başladığı görülmektedir. Savaş nedeniyle oluşan bu göçler özellikle 1876-1877 Omanlı-Rus savaşı sırasında, Girit'in Yunanistan'a verilmesinden sonra, 1912 ve 1913 Balkan Savaşları ile, 1914-1919 arasında I. Dünya Savaşı yıllarında yoğunluk kazanmış, özellikle İstanbul ve Edirne'nin barındırma kapasitelerini zorlamıştır. Savaş göçmenlerinin konut gereksinmelerini karşılayabilmek için, çeşitli kentlerde ızgara plan şemalı, düzgün göçmen mahalleleri oluşturulmuştur. Afyon'daki Mecidiye ve Ankara'daki Sakarya-Boşnak (resim 28) mahalleleri ile, tarihî Side kenti üzerine empoze edilen Yeni Side köyü bu tür yerleţmelerin örneklerindendirler (resim 29-30). Genellikle düzgün sokaklarla çerçevelenmiş, kare planlı yapı adaları üzerinde, sokakların kesişme noktalarında, geleneksel yöre mimarlığına uyum gösteren bir veya iki katlı evler yapıldığı, adaların geri kalan bölümlerinin bahçe olarak düzenlendiği böylece yoğunluğun insancıl ölçülerde tutulduğu görülmektedir. Dönemin başkenti İstanbul'da ise, savaş göçmenleri için alınan önlemler farklı bir mimari görüntü sergilemektedir. Özellikle I. Dünya Savaşı'nın son yılında, 1918 Fatih yangınında 7500 konut yanınca, savaş göçmenleriyle birlikte kent halkı için de barınak büyük bir sorun haline gelmiş, kent içindeki her kovukta birkaç aile birden barınır duruma düşmüştür. Bu duruma bir çare bulmaya çalışan Evkaf Nezareti, Laleli'de, Harikzedegan Apartmanları adıyla bilinen toplu konut sitesini yaptırmış (resim 31-32), böylece bir büyük konut yapısını birçok aileyle paylaşma durumu Türk kültürüne ilk kez girmiştir.
Anadolu'da son yıllarda izlenen buna benzer büyük sosyal ve kültürel değişimlerden biri de iç göçler nedeniyle ortaya çıkmıştır. Ülkenin kırsal ve kentsel kesimi arasında gelişen ulaşım koşullarının da yardımıyla, köylerde geçim zorluğu çeken küçük toprak sahiplerinin iş bulma amacıyla kente akımı savaş sonrası yıllarda başlamış, 1950'den sonra ise artarak sürmüştür. 1950-1960 arasında Türkiye ölçeğinde kentsel nüfus artışının %80'i aştığı saptanmıştır (Şenyapılı 45). Anadolu kentlerinin konut kapasitesini zorlayan bu hızlı nüfus artışı, kent çevresindeki kırsal alanlarla hazineye ait bölgelerde, zayıf ve ucuz malzemeyle bir gecede yapılabildiği için önleyici yasalardan kaçabilen ve adına gecekondu denilen, alt yapıdan yoksun, bir tür kaçak barınağın oluşmasına neden olmuştur (resim 33-34). 1950-1980 arasında büyük kentlerin tüm çevrelerini yoğun bir biçimde kaplayan bu gecekondular, zaman içinde sahipleri tarafından iyileştirilip sağlıklaştırılarak geliştirilmiş (resim 35-36), daha sonra da kent merkezlerine en yakın varoşlar olarak, merkezden kaçmaya çalışan orta sınıfın beğenilerine yönelik, spekülatif amaçlı, yüksek katlı yapılaşmaya açılmışlardır. Böylece, 1940'larda kırsal bölgelerden gelen dar gelirli bir grup olarak kent toplumuna katılan gecekondu sahipleri, 1990'lı yıllarda yüksek arazi spekülasyonu sayesinde zenginleşerek, geleneksel kültür ve değerlerini yitirmiş bir tüketim toplumuna dönüşmüşlerdir.
Hızlı kentleşme sonucu ortaya çıkan ve kırsal konutla kentsel konut arasında bir yere oturtulabilen gecekonduların mimari değerlerinden sözetmek zorsa da, bunların özellikle eğimli araziler üzerinde inşa edilen örneklerinde araziye uyum, yol, istinat duvarı yapımı gibi konularda belirli bir duyarlılık sergiledikleri; küçük de olsa ağaçlandırılmış bahçeleri, manzaraya yönelik balkonlarıyla hâlâ geçmişten gelen bazı değerleri taşıdıkları görülmektedir. Bu nedenle bazı gecekondu bölgeleri kent yeşilini artıran, az katlı olmaları nedeniyle kentsel yoğunluğu zorlamayan bir görüntü sergilemektedirler.
Doğu - Batı arasında doğal bir geçit olarak tanımlanan Anadolu yarımadasının tarih boyunca her iki yöndeki göçlerden nasıl etkilendiği, gelip geçen değişik kavimlerin kültürlerini nasıl sindirerek zenginleştiği, arkeologlar ve tarihçiler tarafından sürekli olarak irdelenmekteyse de, bu konuda yapılabilecek daha pek çok araştırma bulunduğu da kabul edilmelidir. Öte yandan, Orta Asya'da olsun, Anadolu'da olsun, göç olgusunun Türkler için ne denli önemli bir konu olduğu herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, hangi nedenle ve ne yoğunlukta olursa olsun, göçlerin Türk ve Anadolu kültürleri üzerinde büyük etkileri olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Politikadan ekonomiye, sosyal yapıdan sanata kadar bir çok alanda etkili olabilen göç olgusunun mimarlıkla olan ilişkilerinin de daha yakından çalışılması gerekmektedir. Tarih içinde sürekli olarak olagelmiş göçlerin günümüzde çeşitli nedenlerle değiştikleri, çeşitlendikleri de izlenmektedir. Bir zamanlar yürüyerek, at ve deve sırtında, tekerlekli arabaya binerek yapılan ve günler, haftalar, aylar, hatta yıllar süren göçler, teknolojinin gelişmesiyle birlikte hızlanmış; geçen yüzyıldan başlayarak tren, buharlı gemi, uçak gibi araçlarla, toplu taşımanın hız ve kapasitesi giderek artmıştır. Göç ve devinimin en büyük yardımcısı ise, kişiye büyük bir özgür dolaşım olanağı sağlayan özel otomobilin keşfi olmuştur (resim 37-38).
Eski zaman göçlerinin büyük yıldızı devenin bundan böyle ancak hayvanat bahçelerinde bir garip yaratık olarak seyredilebileceği, yeryüzündeki devinimin ise gün geçtikçe artan özel otomobillere bağlı olacağı belli olmaktadır. Öte yandan, yaşam çevrelerini yaşanmaz hale getiren insan topluluklarının, oraları da kirletmek için, henüz bakir başka dünyalara göçmek üzere araştırmalar yaptıkları ve uzay araçları geliştirdikleri bilinmektedir. Ortaçağlarda oluşan göçlerin mimariyle ilk ilişkileri yol kenarı konaklamaları için inşa edilen hanlar ve kervansaraylar ile olurken; günümüzde bu ilişki büyük istasyon binaları, uçak ve otobüs terminalleri ile kurulmuştur. Yeryüzünde ya da gökyüzünde kurulacak uzay istasyonları ise, gelecekteki göçlerin mimari başyapıtları olmaya adaydırlar.