• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Küreselleşme ve Kemalizm

Mustafa Kemalin deyişiyle (2) “Varlığını ve bağımsızlığını koruyamayan ulus ölmüş demektir” ve Atatürk sürdürür; “Tam bağımsızlık kaçınılmaz olarak; tutum (siyaset), eğitim, maliye, iktisat, türe (adalet), akıncılık (askerlik) ve ekin (kültür) gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir”. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımlılık, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir. Biz bunu sağlamadan barış ve dinginliğe erişeceğimiz inancında değiliz. (6) Atatürk demektedir ki “Özgürlük ve Bağımsızlık benim kimliğimdir”. Küreselleşme ise; dünyanın her yanında anamalcıların (sermayenin), emeği, bağımsızlığı ve insanları ağır boyunduruk ve denetim altına almasıdır. Küreselleşmenin karşıtı ise ulusçuluktur. Bir insan hem ulusçı ve hem de küreselleşmeci olamaz.

Gerek Osmanlının son dönemlerinde ve gerekse çok ocaklı (partili) dönemden bu güne değin sürdürülen toplumsal ve akçal (iktisadi) tutum nedeniyle bağımsızlık büyük vurgun yemiştir. İşte bugün, Türkiye’yi uygarlık dünyasında eksili gösteren ve küçük düşüren, özgürlük ve bağımsızlığımızı yitirmiş olmaktan doğmaktadır. Bunun sonucunda, ülke ve ulus bütün onurundan, yaşama becerisine sürdürülebilirliğinden uzaklaşmış, ayrı bir kimliğe bürünme çabası içinde benlik, görenek ve geleneklerini yitirme sürecine girmiştir. İşte, küreselleşme ya da Türkçe anlamıyla yuvarlaşma denen yeni dünya sömürü düzeni budur. Adı çekici kendi öldürücüdür.

Atatürk büyük bağımsız utkusunun kazandıktan sonra şunu der; “Beyler çok çalıştık, çabaladık, savaştık, kan akıttık ve bağımsızlığımıza kavuştuk. Ancak, bağımsızlığı korumak, bağımsızlığı elde etmekten daha zordur. Onu korumak için iktisaden güçlü olmak gerekir.(4) 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat kurultayı açıldığında Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılmış; ama, Toplumculuk (Cumhuriyet) duyurulmamıştı. O günleri Ankara’da yaşayan Sovyet Elçisi Aralof, anılarında Mustafa Kemal ile bu konuyu konuştuklarını yazıyor (5) Atatürk der ki: “-… Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim kentsoylularımızı (burjuvazimizi) ise henüz (kenter) burjuva sınıfı durumuna getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız, çünkü anaparamız (sermayemiz) yok. Yabancılar bizi eziyor. Benim amacım ulusal tecimi kalkındırmak, üretim yerleri açmak, yer altı varlıklarını ortaya çıkarmak, Anadolu tacirine yardım etmek, varsıllaşmasını sağlamaktır. Bunlar devletin önünde duran işler. Bunları yasalaştıracağız.”

Aralof, Mustafa Kemal Paşa’ya Rusya kalıbını önerince, Atatürk: “-Rusya’da iş başkadır” diye yanıt verir. “Rusya’yı Türkiye ile karşılaştıramazsınız! Rusya’da işçi sınıfı daha başkaldırıdan önce örgütlenmiştir, yüksek bir bilinç düzeyine erişmişti.” Atatürk’ün o günlerde Aralof’a söyledikleri şaşırtıcı bir gerçeklik taşıyor, Mustafa Kemal’in tarihsel bilincinin kanıtlarını ortaya döküyor, bugünden dönüp geriye bakınca Mustafa Kemal’in tuttuğu yolun doğruluğu anlaşılıyor. Ne var ki, kentsoylusu, anaparası, üretim yerleri, bankası olmayan bir ülkede ekonomik kalkınmayı başarmak nasıl olacaktı?.. Tek bir yol vardı o da devletçilik ve öyle oldu.

1929 bunalımı dünyayı kasıp kavururken Türkiye devlet eliyle yatırımları yaşama geçiriyordu, bu yöntem çok partili yönetimlerden sonra da sürdü. İktisaden güçlü olmak için yer altı ve yerüstü kaynaklarımızı üretime açmamız gerekirdi. Atatürk’ün gösterdiği çözüm bugünkü sözde ülke yöneticilerinin benimsediği tefeci ekonomisi asla değildir. Tefeci ekonomisi her kez borcu daha çok borçla kapatarak borcu ve üremi (faizleri) büyüterek ülkeyi göçme noktasına getirmektedir. Dış tefecilerin (IMF, Dünya Bankası ve AB) boyunduruğuna girmektir. Halkın birikimine yüksek ürem vererek kendi halkını da devletini soyan bir tefeci durumuna getirmek, en korkuncu bunu geçim ve yaşam biçimi durumuna getirmektir.

Osmanlı zamanında, Murat Han’a elçi gelir ve der “Hünkarım Lehistan Polonya iktisadi sıkıntısı çözmek için Osmanlıdan borç para yardımı istemektedir. Ne dersiniz?” Hünkar der “İvedilikle verilsin”. Elçi sorar “niye çabuk karar verdiniz.” Hünkar der; “eğer bir ülke diğer bir ülkeye iktisaden borçlanırsa, o ülke siyasi bağımsızlığını yitirir ve borç aldığı ülkeye bağlanır. İşte bunun için hemen olur dedim.”

IMF’nin Küreselleşmedeki Yeri

IMF-Uluslararası Para Birikeci; ulusların katkıları ile oluşturdukları ve gerektiğinde bu kasadan üretimle borç aldıkları bir bankadır. Bu birikecin bir yönetimi ve karar organı vardır. Gerektiğinde, ülke maliyesini yönetir, denetler ya da el koyar.

Manisalı’ya göre (3), IMF şudur. Türkiye’ye sunulan IMF izlencesinde döviz kuru değişmez tutulmuş ve değişmez tutulduğu için de zaman geçtikçe “döviz ucuzlamıştır”. Olması gereken piyasa kurunun çok altında kalan döviz fiyatı dışalımın ucuzlamasına yol açmıştır. 1995’te Gümrük Birliği yüzünden kapıları açılan ekonomi bir de ucuzlatılmış dış alım ile karşı karşıya bırakılmıştır. Teknik bir durum gibi gösterilen olay günümüzde siyasi sonuçlar doğurmaya başladı ve şunlar oldu: (3) 1. Kapılar Gümrük Birliği ile açılmış iken “düşük kur” uygulaması ile dışalım ucuzlatılmış ve güdülenmiştir, 2. Dışalım iş kolu hızla büyüyor ve kazançlı duruma gelen dışalım ile içeride güçlü bir dışalım lobisi oluşmuştur. 3. Düşük kurlar, dışsatımın kazancını azaltmış; sanayici dışalıma ve ticarete bir kasa kaymıştır ve fabrikasını yabancıya satmıştır. 4. Hızla büyüyen dış açık, ekonomiyi dış borç almaya zorlamış, dış borç büyümüştür. 5. Böylelikle iç üretimin ve dış satışın yerini dış alım ve dış borç almıştır. 6. Ekonomi ve siyaset böylelikle, ABD ve Avrupa’ya daha bağımlı duruma getirilmiştir. Siyaset ve genörgütün (bürokrasinin) direnci kırılmıştır. Soğuk Savaş sonrasında ABD ve Avrupa, kendi dışındaki ülkeleri aynı yöntemle Batı yayılmacılığına bağlamıştır. (3) 1990 sonrasında ise şu sonuçlar oluşmuştur; Bu ekonomiler Batı’ya (ve çokuluslu işletmelere) tek yanlı bağlanmıştır. İçeride yanlı sorunlar birden bire artmıştır ve dış borç yükleri, bu ülkelerin ulusal tutum izleyebilme olanaklarını zayıflatmıştır (3).

IMF’nin ağır siyasi sonuçlar doğuran önerileri, başlangıçta yakın teknik uygulamalar olarak sunulmuştur; değişmeyen ve düşük kur uygulaması, tarım kesimine yardımların kesilmesi, buluş belgesi (patent), berkitme (tahkim) anlaşmalarıdır. Sonuçta, IMF tutumları iç pazarın çokuluslu şirketlerin denetimlerine geçmesine ve dış bağımlılığın yükselmesine yol açmıştır. Bu aslında Batı’nın “küreselleşmenin altyapısını oluşturma” yöntemidir. IMF’yle önerilen ve “teknik araçlar” olarak sunulan uygulamalar aslında, “köklü ekonomik değişiklik yaratan” ekonomi tutumu araçları olmuşlardır. Bunların köklü siyasi araçlar olduğu, üstü örtülerek saklanmıştır; kamuoyuna yalın, uygulanması zorunlu olan teknik konular gibi gösterilmişlerdir.

IMF bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrasında ABD ve AB adına çok önemli siyasal sonuçlar yaratmıştır. Uygulattığı programlarla Türkiye, Arjantin, Brezilya başka olmak üzere birçok ülkeyi, ABD ve Avrupa’ya daha da bağımlı duruma getirmiştir. Bu arada, Soğuk Savaş sonrasında aralarında birleşerek daha da büyüyen Batı’nın çokuluslu şirketleri, IMF bağlantılı ile pazarlardaki egemenliklerini genişletmişlerdir. Pazar ekonomisinin sözde suçsuz teknik araçları olarak önerilen uygulamalar büyük siyasi sonuçların ve bunalımların tetikçileri olmuşlardır.

Küreselleşme İçin İstenen de Aslında Bu Değil miydi?. İşte yuvarlaşma denen yutucu siyasetin, eğitimin, maliyenin, iktisadın, türenin, akıncılığın ve ekinin dünyayı yönetenlerin istediği gibi törpülenmesi ve sömürücülerce ülkenin varlığı ve geleceğinin tutuklanmasıdır.

2002’de bugün Türkiye ekonomide dışa bağımlı tefeci iktisadı sürdürmektedir. 115 milyar borcu ile (IMF, Dünya Bankası ve diğer tefeciler) Türkiye’nin maliyesi (vergi algısı, üretimi) IMF eline geçmiştir. AB’ye kayıtsız koşulsuz bağlılık nedeniyle iç ve dış siyaseti ABD ve AB denetimine girmiştir, türesi Avrupa Adalet Divanı ve AB’nin denetimindedir, Askerlik olarak NATO yolu ile ABD’ye bağlıdır, Kültür olarak İngiliz yaşantısı, müzik, dil ve eğitimini benimsemiştir (4).

Bir Türk’ün ilk okuldan, üniversite bitirinceye değin Türkçe eğitim görebilme anayasal hakkı elinden alınmıştır (4). Yabancı dil bilmek ayrı, yabancı dilde eğitim görmek ayrı olaylardır. Kendi ülkende başka bir ülkenin dilinde eğitim görmek, ancak sömürge ülkelerde vardır. Ana dilinde eğitim görmeyen ulus, yabancı dilde düşünüp ürün veremez. Bu hem Atatürk’ün Özgürlük düşüncesine ve hem de anayasaya aykırıdır.

Türkiye’de katıksız Türkçe konuşulur. Bir dil üretken ve türetken değilse o dil değildir. Ulusun dili, o ulusun özgürlük ve bağımsızlığının en önemli belirtkenidir (4). Çok uluslu Osmanlı döneminden kalan Arapça ve Farsça, Yunanca, İtalyanca, Fransızca ve Ermenice yayın ve yaşam terimleri ile günümüzde İngilizce’den alınan bilim-teknik, araç-gereç, yöntem ve yaşam terimlerinin Türkçeleri üretilmeli ve kullanılmalıdır. Satış yerleri, işyerleri, işletme adları, markalar yalnız Türkçe yazılmalıdır. Burası bizim ülkemiz.

Türkiye Cumhuriyeti adı bile Türkçe değildir (4). Türk- Türkçe, iye Arapça (eli) demek ve Cumhuriyet Arapça Toplumculuğu demektir. Dolayısıyla Türkiye’nin adı Türkeli Toplumculuğu olarak değiştirilmelidir. Ayrıca, bunun bir yararı da, böylelikle İngilizce olarak Türkiye yerine aptal-hindi demek olan Turkey değil, Turkland denilecektir.

Bugün Dünya’da yuvarlaşma dümenine girmeyen Fransa ve Çin’de ilerleme +6 ile +9 düzeyinde iken bu sürece girenlerde eksilerdedir.

Dünya nüfusunun en varlıklı yüzde 20’sinin yaşadığı gelişmiş ülkeler, Dünya gelirinin yüzde 82’sini, tüm yabancı yatırımların yüzde 68’ini, tüm telefon hatlarının yüzde 74’ünü ellerine geçirmiş ve 1970’den beri yoksul ülke sayısı 25’ten 48’e çıkmıştır (4). Yeryuvarında en varlıklı yüzde 20 ile en yoksul yüzde 10 arasındaki fark 1960’da 30 kat iken, 1999’da 60 kata, 1997’de ise 74 kata çıkmıştır. Türkiye yeni dünya sömürü düzeni olan Küreselleşme dönemi dışına çıkmalıdır.

Türkiye’nin Ekonomisi Ne Ölçüde Büyük? 2000 yılı verilerine göre Türkiye 159 milyar dolarlık kesintisiz ulusal gelirle (KUG-GSMH) satın alma gücü olarak dünya 17. büyük ekonomisidir (4). ABD 9.601 trilyon dolarla birinci ve onun arkasından Çin 4.951 trilyon dolarla ikinci, Japonya 3.436 trilyon dolarla üçüncü, Hindistan 2.375 trilyon dolarla dördüncü, Almanya 2.047 trilyon dolarla beşinci ve onları 6. Fransa, 7. İngiltere, 8. İtalya, 9. Brezilya, 10. Rusya, 11. Meksika, 12. Kanada, 13. Güney Kore, 14. İspanya, 15. Endonezya, 16. Avustralya, 17. Türkiye izliyor, bundan sonra Arjantin, Hollanda, Güney Afrika ve Tayland geliyor (4). Bu durumu ile Türkiye birçok ülkenin pazarı olma anlamında ilginç bir ülke görünümünde. Ancak, tükettiği para, ürettiği değil, borç aldığıdır, unutulmasın.

Türkiye’de Ekonomik Yuvarlaşma

Küreselleşmenin bir sonucu olarak Türkiye’de ekonomik yaşamı değiştiren 21 Şubat 2001 bunalımında, sanayi, tecim ve yumuş (hizmet) işkolları yabancıların eline geçmeğe başlamıştır. Yabancılar Türk işletmelerini bir bir ele geçirmeye ya da ortaklık paylarını arttırmağa ve ezici çoğunluğu ellerinde tutmağa başlamışlardır. Yabancı işletmelerle yapılan evlilikler sonucu denetim hemen tümüyle yayılmacıların eline geçmektedir. Özelleşme dümeni altında giden bu tezgah, Türkleri kendi yurtlarındaki üretim özeklerinde, yabancı yönetimlerin işçisi durumuna getirmeğe başlamıştır. Açıkçası, düşük ücretle çalıştırılan Türkiye’deki Almanya doğmuştur, 2000’den beri yabancılara açılan büyük işletme sayısı 200’ü geçmiş, 10 işletmenin tümü, 25 işletmenin ise yüzde 99’u yabancılara satılmıştır. Yabancı anamalcılar özellikle, besin, işleyim (otomotiv) bankacılık ve iletişim işkollarına ağırlığını koymuşlardır. Ekonomik bunalımdaki üretim işkolu (reel sektör), yabancıların sanki kucağına düşmüştür. Türkiye’nin üretim kaynaklarını sıra düzen eline geçiren, yuvarlaşan Dünya’nın yabancı yatırımcıları, Türkiye’yi kendi ülkesinde tutuklamaktadır. Türkiye, sanki altımızdan bir halı çekilir gibi çekilip alınmaktadır.

Yabancılara, Türkiye’nin üretim kaynakları küreselleşme (yuvarlaşma) kılıfı ile peşkeş çekilirken, Türk halkının parası yüksek ürem, Türk lirası’na güvensizlik avutması ile bankalarda tutuklanmakta ve üretim işkoluna aktarılması sanki engellenmektedir. Tutuklanan paralar yöneticilerce kullanılırken, Türk lirası’nda mı yoksa dolar’da mı duracağını şaşıran ve şaşırtılan halkın birikimleri, bir günlük ani değişimlerle tezgahcı yöneticilerin oyunlarıyla çalınmaktadır. Kaldı ki, karapara ve haksız kazançlarla elde edilen birikimler çoktan yurtdışına çıkmıştır. Ülkede kalan para, emekli ve emekçilerin birikimleridir. İnsanlar, salt varlıklarını korumak için, ürem, bono, dolar izleme sersemi olmuşlardır. Dolar her yükseldiğinde birikimci yerinde sayarken, TL’den başka kazancı olmayan yüzde 70’lik acınası halk, yöneticiler eliyle biraz daha yoksullaştırıldığının ayırdında bile değildir. Ne yazık ki gelecek yıllar için bile umut yoktur.

IMF isteği üzerine Amerika’dan alınan uyarı ile, 15 günde 15 yasa çıkararak toplumcu devlet yapısı çökertilirken, Türkiye dış değişimlere duyarlı biçime getirilmiş, var olan kısıtlı kaynaklar bankacılık iş koluna aktarılırken, kamunun dokuncaları (zararları) arttırılmıştır. Paranın değer yitirmesiyle halkın yarı yarıya azalan satın alma gücü, sürekli zamlar ve pahalılık karşısında geriletilmeyi sürdürüyor. Yeni yasalar bunalımdan çıkılmasını sağlamazken, üretim araçları ve denetim yabancıların eline geçiyor, aynı 1918’deki gibi Türkiye yoksullaşıyor ve ne yazık ki gümbür, gümbür göçüyor, 1912 Balkan savaşları sırasında olduğu gibi.

Derin bir durgunluk içinde yüksek pahalılık yaşayan bu ülkede artık anlaşılmalıdır ki 1948’de biten Atatürk döneminden sonraki akçal tutum yolu başarısızdır. Türk ekonomisinin yapısını gözönüne almayan tutumlar, bunalıma neden olmuştur. Böylece Türkiye gelişmekte olan ülkeler içinde 81’inci sıraya gerilemiştir. Özellikle yüksek üremin nedeni; iç borç birikiminin bir türlü eritilememesidir. Anapara (sermaye) yatırımları güven bunalımı nedeniyle yüzde 23 azalmıştır. 2001’de ödenmeyen senetler yüzde 76 artmıştır. Kapanan işyerlerinin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Para durumu kamu giderlerini karşılayamaz durumdadır.

Türkiye’nin geleceğine duyulan güvensizlik, birikimleri hızla dışarıya kaçırtmıştır. Türkiye, Türk yatırımcıların Türkiye’deki fabrikaları kapatarak komşu ülkelere taşımasını sanki görmemekte, yabancı yatırımlara yalvarmaktadır. Son iki yılda Türkiye’ye gelen yabancı yatırım 75 milyon dolar iken, Türkiye’den dışa yapılan yatırım 2.5 milyar dolardır. Son iki yılda yalnızca Bulgaristan ve Romanya’ya kaçan büyük sanayi sayısı 1000’i aşmıştır. Türkiye hazır bir alt yapıyı yabancılara sunuyor. Ah benim çareyi kendinde değil, yabancılarda arayan beceriksiz ve vurdum duymaz yönetimim, Atatürk’ün izinde değil, Osmanlı’nın boşvermişliğindeyiz. IMF, küreselleşme, AB derken ayırdında değiliz ülkemiz altımızdan akıp gidiyor. Kendi ülkemizde, kendi tesisleremizin işçisi oluyoruz. İşin ayırdında değiliz. Kapılmışız bir fırtınaya gidiyoruz. Küreselleşme ırmağında yuvarlandıkça, yuvarlanıyoruz. (küreselleşiyor). Artık dur demeliyiz, bu duruma Atatürkçüler. Tören Atatürkçülüğü değil, eylem, değişim ve devrim Atatürkçülüğüne. Hep birlikte haydiiii…….haydiiii……..çok geç olmadan……………………….

1. Boyacıoğlu, Hacer, 2002, Ekonomide Yitiriş, Cumhuriyet.

2. Bilgeli, Vedii, 2002, Türkiye Cumhuriyeti ve ABD-1, Cumhuriyet, 27 Ekim, olaylar ve Görüşler, s. 2 yıl 79, s. 28144

3. Manisalı Erol, 2002, Masum Araçların Dev Sonuçları, Cumhuriyet, 28 Ekim, s. 11

4. Ercan Ahmet, 2002, Seçim Bildirgeleri

5. Selçuk İlhan, 2002, Burjuva ile Komprador Arasında, Cumhuriyet

6. Atatürk, M. Kemal, 2001, Söylev.


Prof. Dr. Ahmet ERCAN

 
Geri
Top