• Merhaba Ziyaretçi.
    "Minimalist Fotoğraflar" konulu yarışmamız başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de yarışmada görmek istiyoruz...

Kürtçe Vernaküler Bir Dil midir? - Dr. Noyan Umruk

wien06

V.I.P
V.I.P
Kürtçenin evrensel bir dil olup olmadığı konusunda önemli bazı düşünürlerin çalışmalarına ve vardıkları sonuçlara bakmak gerekiyor.

Önce, Dr. Şükrü Mehmet Sekban.

Kendisi 1881 Ergani doğumlu ve Kürt kökenli bir kişi. İlk tahsilini Ergani Maden’de ve Hozat’ta (İkizdere), orta tahsilini Diyarbakır’da ve lise tahsilini de İstanbul Çengelköy ve Askeri Tıbbiye Okulunda yapıyor.

Daha sonraki yıllarda Kürtçü çevrelerle temas kuran Dr. Sekban,1908 yılında İkinci Meşrutiyet’ten sonra kurulan Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti kurucuları arasında bulunuyor.

Kürtçülük davasının bir numaralı savunucularından biri oluyor. Ve Kürtçenin resmi lisan olmasını savunuyor. Hoybun komitesinin Bağdat Şubesi reisliğini de yapan Şükrü M. Sekban, Kürtler hakkında Cemiyeti Akvam’a bir mektup gönderiyor…

Bu ana kadar sergilenen profil bütünüyle bir Kürt milliyetçisini anlatıyor…

Hatta, o kadar ki, Şükrü Sekban’ın Türkiye’den ayrılışı hep Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti’ni pekiştirdiği özel günlere denk düşüyor.

Örneğin 1919 yılındaki istifa ile birlikte Bağdat’a gidiş ve Türkiye’ye geldikten sonra Lozan Antlaşması’nı müteakiben tekrar Bağdat’a dönüş.

Ayrıca tam Aralık 1923’te, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinden kısa bir süre sonra bir mektupla Kürtlere muhtariyet ve Kürtçenin resmi lisan olmasının savunulması girişimi…

Sekban’ın, Ankara Hükümeti’ne karşıt bir kişilik olduğu anlaşılıyor.

Peki, daha sonra neler oluyor?

Bütün bu dış deneyimlerden sonra ( Bunun içersine Kürtçe eğitim isteminin yakından izlendiği Bağdat yaşamı da dahildir.) Ortaya muhteşem bir Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti hayranlığı çıkıyor.

“Gazinin önünde tazimle eğiliyorum”

diyor ve bu bağlamda, Şükrü Mehmet Sekban şunları söylüyor:

“ Bu iki halkın ( Türk ve Kürtlerden bahsediyor) iktisadi tesanüd, ırk ve din birliği, müşterek kültür gibi çeşitli siyasi ve milli birlik faktörleri dışında çok kuvvetli, kudretli bir faktörü daha vardır. Bu, Gazi’nin yüksek şahsiyetidir.

Gerçekten, devlet idaresinin en yüksek kademesinde Gazi Mustafa Kemal gibi bir lidere sahip olmak, bir millet için bir saadet, bir hazinedir. O’nun Türkiye’de gerçekleştirdiği reformun nimetlerinin vüsatini hiç kimse inkar edemez. Bu O’nun hiç solmayacak ve zamanla da muhteşem vüsatinden hiç kaybetmeyecek bir değerdir. Her sadık insanın yapacağı gibi, derin bir saygı ve hayranlık hissi içinde, O’nun büyük eserleri ve gelecek nesillere vaadettiği ümitlerin genişliği önünde tazimle eğiliyorum”…

Şükrü Sekban gibi Kürt entellektüelleri tarihsel ve toplumbilimsel gerçeklerin gerisinde olabilecek aydınlığa sahip kişilerdi. Atatürk dönemi, halkın bu tür derinliğe ve hoşgörüye sahip entelektüel seçkinler tarafından yönlendirildiği bir devirdi.

O dönem aydınlarının hepsi ,toplumsal duyarlılığı ve inceliği özümsemiş , çok yönlü okumuş kimselerdi. Bu pozitif yönlerinden dolayı yanlışlarından dönebilme becerisini de gösterebiliyorlardı.

Ama, bu yanlışlardan dönebilme özelliği de spontane bir şekilde toplumun birlikteliğini sağlama adına saygın bir sağduyuya yönelikti.

Gelelim Şükrü Sekban’ın Fransızca yazdığı “Kürt Sorunu“ adlı metindeki cümlelere:

Sayfa 22-23

“… Ben de önceki sahifelerde zikrettiğim mektubunda özetlediğim isteklerimiz arasında, bilhassa öğretimde Kürt dilinin tanınması üzerinde durmuştum. Bu, son senelere kadar hepimiz için bir idealdi…

Bazıları, Kürtlerin medeniyet seviyelerinin, eğitim ve öğretimde onların dili kullanılmadan yükseltilemeyeceğine inanıyorlardı. Bazıları ise, Kürtler dillerini kullanamazlarsa kolayca eriyip gideceklerdir düşüncesindeydiler. Bir de dilin bir milleti teşkil etmeye yeteceğini sananlar vardı….”

“Kürtçe Öğretim ve Eğitimden Elde Edilen Sonuç Bir Hiç Oldu”

Neden mi öyle oldu, işte kanıtı:

Sayfa 24

“…Mütarekeden beri Irak Süleymaniye’de, sekiz seneden beri de bu ülkedeki Kürtçe konuşan sancaklarda tedrisat dili Kürtçedir. Bu öğretim ve eğitimden elde edilen sonuç ise kati bir hiç mesabesindedir (derecesindedir).

Okul öğretmenlerinin mükemmel , okul kitaplarının kusursuz , öğretim kadrosunun takdir şevki ile desteklenen hükümet hüsnüniyetinin de tam olduğunu farz edelim. İyi ama, bu okullardan mezun olanlar ,okul tedrisi bitince ne okuyacaklar? Hiç!!! “

Kürtçe konuşan sancaklarda öğretim dili olarak Kürtçe kullanılmış . Tıpkı bugün Kürtçülerin Türkiye’de yeni Anayasa’ya koydurtmak istedikleri Kürtçe eğitim zorunluluğu gibi…

Demek ki bu Kürtçe eğitim efsanesi daha önce uygulanmış. Gelgelelim bu gerçeği kimse anımsamıyor.

Peki ne elde edilmiş?” Hiç derecesinde” bir netice…

Hem de tartışılmayacak bir “ kesinlikle” Yani Irak’taki Kürtçe eğitim denemesi tam bir fiyasko ile sonuçlanmış .

Çünkü Kürtçe ,eğitim dili olma konusunda gelecek için ümit vermiyor. Şükrü Sekban’ın söz konusu ettiği süre boyunca ( ki en kısasından alınırsa 8 yıldan bahsediliyor), okul kitaplarının dışında Kürtçe ile yazılmış ve kaynak oluşturulabilecek sadece on iki broşür ve kitap yayınlanabiliyor.

Ve Şükrü Sekban tarafından , bunların da “asla” vurgusuyla dile getirilen bir kesinlikle “ işe yarar” bir değer ifade etmediği itiraf ediliyor.

Çünkü Kürtçe üretemiyor. Kürtçe, ilkokuldan mezun olan “zavallılara” daha sonra okunacak eserler temin etme “ümidi vermiyor.” Hatta o kadar ki ,” öğretmenler mükemmel, okul kitapları kusursuz,öğretim kadrosu şevk dolu, hükümet hüsnüniyetin fevkinde” olsa dahi yine de sonuç değişmiyor.

Kürtçe vernaküler(1) bir dil olmanın ötesine geçemiyor.

Bir kültür dili olma derinliğini ve gelişmişliğini elde edemiyor. Çünkü yapısı buna elvermiyor. Bir yerde takılıp kalıyor. Bünyesi , kendisini aşmasına imkan vermiyor. Bu yüzden de, Şükrü Sekban gibi çok görmüş , araştırmış , yaşamış bir Kürt entelektüelinin de samimi bir şekilde teslim ettiği gibi, “kültürde ilerleme sağlama konusunda yetersiz kalıyor.”

Irak’taki Süleymaniye Kırmançasını bir yazı dili haline getirip, diğer üç dili de ( Goranice, Lurca ve Kalhurca ) kapsayacak şekilde mekteplerde okutulması icadını yapan kim biliyormusunuz?

İNGİLİZLER !

Emperyalizmin duayeni ve Arap Lawrence’in patronu olan sömürgeciler, Irak’ı işgal ettikleri dönemde kukla bir Kürt devleti yaratabilmek için oluşturmaya çalıştıkları bu yapay dili daha o zamanlar mekteplerde okutmaya başlamışlar.

Peki sonuç ne olmuş?

Koca bir “sıfır “

Bunları, o deneyimi yaşamış Şükrü Sekban söylüyor. Ne kadar manidardır ki, başarısızlıkla sonuçlanmasına karşın, Kürtçeyi eğitim dili haline getirme safsatası sömürgeciler tarafından tekrar ısıtılıp önümüze konuluyor.

Kürtçe, Bir Halkın Gelişmesini Sağlıyabilir mi?

Şükrü Sekban; Kürtçenin ilkokuldan sonra okunacak eserler verme ümidinin olmaması, yani yetersizliğinden dolayı bir kültür ve bilim dili olma özelliği kazanamaması ve bu yüzden de bir kültürel-bilimsel saha oluşturma yeteneği elde edememesiyle ilgili olarak şunları ifade etmeye devam ediyor.

“…Medeniyet sahasında çok geri kalmış bir kavim durumundaki Kürtler, çocuklarını okutamamak suretiyle uğradıkları kaybı, zamanın en mübrem ihtiyaçlarına bile kafi gelmeyen bir dil ve kütüphane ile nasıl telafi edebilirler? Bugünden başlamak suretiyle , bir asırlık zaman süresinde , en iyi şartlarla gelişecek bir Kürt dili bile kültürlü devletlerin seviyesine ulaşmaya yeterli olmayacaktır…”

Ne kadar acı ve bir o kadar da doğru bir itiraf değil mi?

Acaba bir dil, zamanın “en vazgeçilmez” ihtiyaçlarını bile dile getirmeye elverişli değilse, var olan bilim ve kültür yapıtları, aynı yetersizliklere sahip Kürt diline çevrilerek Kürtçeye mal edilebilir mi?

Ya da başka bir ifade ile, çağın bulunduğu noktada milyonlarca sayıdaki, son derece gelişmiş bir eğitim diliyle yazılmamış kültür ve pozitif ilimlerle ilgili kitap, ilkokul seviyesinin dışında işlev görmeye yetenekli olmayan vernaküler bir dil olan Kürt diline aktarılabilir veya bu dil ile bu tür özgün kitaplar yazılarak bir kütüphane oluşuturulabilir mi?

Ardından ise şu soru yanıt bekliyor:

Böyle bir kütüphanenin var olamayacağı bir ortamda, Kürtçe bir kültür oluşabilir ve kültürde ilerleme sağlanabilir mi?

Bu konulara yıllarını vermiş ve gerçek bir Kürt aydını olan Şükrü Sekban bunların gerçekleşemeyeceğini söylüyor.

Hatta daha da ileri giderek, bir asır gibi bir süre geçse (hatta varsayımsal bir benzetme ile zaman diğer kültürler için dursa diye de düşünebiliriz) ve Kürt dili en iyi şartlarda gelişse bile, bu dilin kültürlü devletlerin seviyesine ulaşılmasını sağlayamayacağını ileri sürüyor.

Buradaki tesbitte, “en iyi şartlarda gelişecek bir Kürt dili bile…” “Kürt dili o kadar kısıtlı bir dildir ki, onun gelişerek geleceği en son nokta da dahi, bu dil, kültürlü devletlerin seviyesine ulaşmaya yeterli olamayacaktır.”

Sekban’ın bu tesbitleri ortaya bir sonucun çıkmasına neden oluyor. Eğer Kürt kökenliler kültürel zenginliklerinden pay almak istiyorlarsa, kaçınılmaz olarak kültür ve eğitim dili olarak yararlanabilecekleri farklı bir dile dayanmak zorundadırlar.

Ana dilleri Kürtçeyi yerel düzeyde kullanırlarken , diğer taraftan bütün inceliklerine vakıf oldukları ve özümsedikleri ikinci bir kültür diline sahip olmaları gerkmektedir.

Nitekim bugün kitap piyasasında, Kürt dili ile ilgili olarak, çoğu Kürdoloji enstitülerinde ısmarlama hazırlanmış bol miktarda Kürtçe sözlük ve nesir anlamında, hikaye kitaplarının dışında başka bir türe rastlanılmıyor.

Acaba, Kürdoloji enstitüleri tarafından uydurulmuş protez Kürtçe olmaması ve Kürt kökenli toplumun çoğunluğu tarafından da anlaşılabilmesi şartıyla, Kürtçe yazılmış ciddi ve kavramsal ağırlıklı birkaç eser göstermek mümkün müdür?…

Şundan emin olmak lazım, eğer dilin kendi iç yapısı gelişmeye elverişliyse ve o dil gerçek bir yazı diliyse, hiçbir baskı ve olumsuz etken o dilin ortaya ürünler koymasını engelleyemez.

Sloganlaştırılan ifadeler içinde

“…yok efendim o dilin gelişmesine izin vermiyorlarmış da, esasında Kürtçe çok zengin bir dilmiş de gerekli kültür ortamı olmadığından kendisini layıkıyla ortaya koyamıyormuş da…vb.”

Bunların hepsi laf-ı güzaftır. Özünde zenginlik olan bir dil ne yapar eder, bir yerden zincirlerini kırar. Tıpkı “Türkçenin” olduğu gibi…

Şükrü Sekban’ın görüşleri devam ediyor:

Sayfa 25

“…Latin alfebesine dayanan Türk harflerinin kabulü , maarifin en seri şekilde yapılanması ve bütün Türkiye çapında yayılmasını intaç eden amillerden biri oldu .

Gece okullarının açılmasıyla sürdürülen muhteşem kampanya da, memleketteki okuma- yazma bilmeyenlerin sayısını hatırı sayılır nisbette azalttı. Bütün bu temel reform ve ulaşılmak istenilen hedef bize, öğretimde Kürt dilinin kullanılmasını temelli olarak unutturdu. Netice ümit edilen gibi oldu. Kürt halkı da kültürden nasibini alıyordu. Zaten bütün mücadelelerimizin , didinmelerimizin tek hedefi vardı. Kürdü cehaletten ve fakirlikten kurtarmak… Namuslu insanlar olarak itiraf edelim ki, bu aşikar olaylar karşısında bizim, Kürt halkının kendi diliyle eğitim zarureti hususundaki inancımız artık iflas etmiştir. Netice olarak, bu konudaki halk akidesi iflas edince, ihyası da düşünülemez…”

Şükrü Sekban, namuslu bir aydın olarak Mustafa Kemal’in maarif devriminin ne kadar muhteşem sonuçlar doğurduğunu büyük bir hayranlıkla dile getirirken, aynı zamanda dolaylı olarak başka bir gerçeğe de değinmiş oluyor. O da, Türk dilinin bu hayranlık uyandıran dönüşümlere adaptasyon kabiliyetidir.

Bir tarafta ( Irak’taki uygulamada görüldüğü gibi) ilkokul seviyesinin ötesine geçemeyen ve gelişmeye açık olmayan vernaküler Kürtçe, diğer taraftan ise Latin harflerine geçiş gibi son derece riskli ve zor bir devrimle anında bütünleşebilen, okuma- yazma kampanyalarında da sür’atle sonuçlar alınmasına imkan sağlayabilen canlı ve üretken bir dil olan Türkçe…

Bu arada haliyle o zengin Türkçe sayesinde oluşan kültür patlamasından ulusun bir parçası olarak görülen Kürt kökenli toplum da nasibini alıyor.

Devrim süreci boyunca elde edilen sonuç o kadar olağanüstü oluyor ki , Irak deneyimini de yaşamış olan Şükrü Sekban , bütün bu gelişmeler karşısında “ Kürt diliyle eğitimin zorunluluğu konusundaki inancının da artık iflas ettiğini” ilan etmekten kendini alamıyor.

Ancak bu olanlardan bir gocunma duymuyor. Çünkü Türk ve Kürtlerin ortak coğrafyadan çıktıklarına, bir ulus oluşturabilecek homojenliğe sahip olduklarına inanıyor. Bu ulusun kültür dili yapısal elverişliliğinden dolayı Kürtçenin, Türkiye’nin yerel diyalekleri halinde kalmasında bir sakınca görmüyor.


(1)Vernaküler Dil: Basit iletişime yönelik, kelime hazinesi kısıtlı, doğal ihtiyaçları karşılama amacını taşıyan bir konuşma dilidir.
 
Bugünkü Kürt Aydınlarının Hepsi Türkçenin Ürünü.

Kürt aydınları bütün düşünce dünyalarının zenginliğini ve hatta siyasi Kürtçülüklerini bile Türkçe gibi gelişmiş bir dile borçludurlar.

Türkçe öğrenim görmeselerdi hallri nice olurdu?

Şimdi sormak lazım: Kürtçe kursları neden bomboş kaldı?

Dolup dolup taşsaydı ne işe yarayacaktı?

Gelecekte nereye varılacaktı?

Ne okuyabileceklerdi?

Kürtçe bir kütüphane yok ki!

Yüzyılların açığını nasıl kapatacaklardı?

Büyük olasılıkla, geçenlerde ölen Kürt yazar rahmetli Mehmet Uzun’u kanser yapan da Kürtçenin içinde bulunduğu bu açmazdı. Çünkü o, bu konuda çok zorladı ve zorlandı, ama beklediğini bulamadı.

Dr. Mehmet Şükrü Sekban, 1933 yılında Fransızca yazdığı Kürt Sorunu- Azınlıkların Problemleri” adlı kitabıyla bugün izlenilen bir filmin eski versiyonunun sundu.

Konu ile ilgili olarak görüşlerinin üzerinde durulması gereken ikinci değerli kişi Prof. Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı’dır.

Kendisi eğitimini Batıda yapmıştır. Batının literatür ve metodolojisine hakim bir bilim insanıdır. Bunun yanında Batı diplomasisinin , sosyal bilimleri ve özellikle de oryantalizmin siyasi inceliklerini kendi çıkarları adına nasıl kullandığını da iyi bilmektedir.

Son on yılını Türkiye’de geçirmiş, Doğu ve Güneydoğu Anadolu da çok sayıda incelemelerde bulunmuştur. “Sınır toplumları“ diye nitelediği coğrafyada, Erzurum, Kars, Ağrı, Erzincan, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Tunceli, Bingöl ve Malatya’da çalışmaları olmuştur.

Kendisinin Sayın Yaşar Kalafat’la birlikte hazırladığı “Türko- Kürtler’de Uygarlık ve Ağızlar Hakkında Düşünceler” adlı kitapta ileri sürdüğü görüşlerle, Dr. Şükrü Sekban’ın yukarıda dile getirilen bazı tesbitler arasında önemli ölçülerde örtüşmeler bulunmaktadır…

Sınır Toplumları Siyasi Oyunların Piyonu Olurlar.

Sayın Kaşgarlı’nın Kürt diye tanımlanan toplumları da içersine dahil ettiği “ sınır toplumları” ile ilgili açıklamalarına bir göz atalım ! O, bu konuda şunları söylüyor:

“Fransa ile Almanya arasında Alsas-Loren yöresi ile, Avusturya ile İtalya arasında bulunan Trentino- Alto Adice yöresi halkları…

Anadolu, İran, Irak arasında göçer veya yerleşik bir kısım Kürt toplumlarıyla benzerlikler hatta müşterek nitelikler arzetmektedir. Sınır toplumları, 2 ,3, 4 bazen daha çok krallık , imparatorluk , cumhuriyet vs. gibi merkezi yönetime geçebilmiş toplumların siyasi sınırlarında oluşur.

Ancak bu siyasi sınırlar tarih akışı içerisinde durağan değildir. Savaşlara, politik anlaşmalara göre değişir. Bu nedenle sınır toplumları aynı coğrafi yörelerde değişik devletlere tabi olurlar… Sınır toplumlarının menşei hetorojen, yani çeşitli etnik gruplara mensup olan klan, aşiret, boy halinde kalırlar. Devlet yapısına geçemezler. Hangi ülke sınırında oluşmuşlarsa , o ülkenin genetik yapısıyla kaynaşırlar ve erirler. Sınır toplumları, oluştukları yörede sorun çıkarırlar.”idantite”, “mensubiyet”, “kimlik”, “özdeşleşme” hissinden yoksun olmaları, siyasi oyunlara kurban edilmelerine de neden olur…"

Gelelim bu toplumların dilleri ile ilgili görüşlere …Sayın Kaşgarlı hoca devam ediyor:

“…Bu günkü Trentino-Alto Adice yöresi halkının Avusturya sınırına yakın oturanları Almancaya yakın, ancak İtalyanca ile karışık Germen ağız ve lehçelerinin kelime haznesinin ağır bastığı bir yöresel vernaküler dil kullanırlar”

Bu bölüm çok önemli:

“…(bunların) İtalyan sınırına yakın oturanları ise, aksine İtalyan kuzey lehçesine yakın olan, yine Germen ağız ve lehçeleriyle karışık bulunan yöresel bir vernaküler “ağız” kulanırlar.

Kendilerine özgü bir alfabeleri olmadığı gibi ,edebiyat dilleri de gelişmemiştir. İlkel yöresel terimlerden oluşan atasözü, şarkı gibi sözlü, irticalen gelişen bir anlatımları vardır. Mahalli gelenek ve törelerle yetinirler… Bunlar Germen toplumlarından askeri marşlara benzeyen , kolay öğrenilen, kolay akılda tutulan şarkıları , melodileri almışlardır. İtalyanlardan ise kıvrak güney toplumları danslarına benzeyen toplu daire şeklinde dizilerek oynanan tarantella rakslarını benimsemişlerdir…”

Her şey ne güzel özetlenmiş ,resim ancak bu kadar uyar.

Ana hatlarıyla”sınır toplumlarında “etnik harman söz konusudur deniyor.

O yüzden Kürtçüler vazgeçsinler bu “ata” arama ve tarih yaratma sevdasından !

Zaten dillerindeki diyalekt çeşitlilikleri de bu harman oluştan kaynaklanıyor. Hangi sınırın içersinde sınır toplumu olarak yaşanılıyorsa o dil ağır basıyor ve o toplumla genetik alanda karışma, iç içe geçme söz konusu oluyor.

Bu anlamda Dr. Şükrü Sekban ne diyordu?…

”saf Türk olan Türkmen ile Kürdü ayırt etmek çok güçtür.”

Çünkü tarihsel süreç içersinde Türk Devletlerinin sınır toplumları olmadan dolayı Türkmen ile önemli oranda bir karışmışlık söz konusu olmuştur.

Türk ve Kürt Deyim ve Atasözleri:

Yazar, “Gotne Peşye Kurda” (Kürt Atasözleri) adlı risale ile ilgili eleştirilerinin bir bölümünde şunları yazılıyor:

“… Kürt atasözü olarak ne duymuşlarsa derlemişler. Derledikleri sözleri ne ilmi bir süzgeçten geçirmişler , ne de yüzyılların ötesinden gelen Türk atasözleri ile karşılaştırmışlar . Hata üsüne hata yapılmış . Bu kitapçıkta verilen atasözlerin pekçoğu Türkçeden tercümedir. Bazıları olduğu gibi, bazıları da kelime değiştirerek verilmiştir. Deyimler atasözleri ile karıştırılmış, ayrı bir sınıflama yapılmıştır.

Örnekler:

Kırmanca atasözü . “Agır bı erde dıkeve hışk u ter hıhevra dışewıtin” Türkçe çevirisi: “Yer tutuşur , yaşla birlikte kuru da yanar. Gerçek karşılığı, Kurunun yanında yaş da yanar.”

Kırmanca atasözü: “Agır u pişo lı cem hev. Türkçe çevirisi: Ateş ve yanık bez bir arada olmaz. Gerçek karşılığı: Ateşle barut bir arada olmaz”

Kırmanca atasözü: “Agıl ne lı bejneye bı seriye . Türkçe çevirisi: Akıl boyda değil baştadır. Gerçek karşılığı: Akıl yaşta değil baştadır.”

Kırmanca atasözü: “Emre leglege çu bı tegtege . Türkçe çevirisi : Leyleğin ömrü laklaka ile geçer.”

Karşıtlığı aynı….

Sayın Kaşgarlı’nın “sınır toplumlarının” genel özelliklerinin , Kürt kökenli toplumu ne kadar andırdığı esas üzerinde durulması gereken nokta, dilsel değişimlere ilişkin hususların ortaya çıkardığı çağrışımlardır.

Trentino-Alto Adice bölgesinin Avusturya sınırına yakın olan halkı Almancaya yakın ama İtalyanca ile karışık , aynı zamanda da Germen ağız ve lehçelerinin kelime haznesine dayanan yöresel vernaküler bir dil anlaşılıyor. Aynı bölgenin İtalya sınırına yakın olanları ise Kuzey İtalya lehçelerine yakın olup, içersinde yine Germen ağız ve lehçelerinin karışık olduğu daha farklı bir vernaküler ağız kullanılıyor.

Bu toplumun etnik yapısının Germen ve Latin kabilelerinin karışımından oluştuğu belli olsa da, Antik Germen lehçe ve ağızlarının belirleyici olmasıyla ilgili olarak bu toplumun ağırlıklı etnik unsurunun Germen özelliği olduğu söylenebilir.

Bu, aynı Kırmança ve özellikle de Zazaca da, bugünkü Türkçe’de kullanılmayan eski Türkçe kelimelerin varlığının ortaya çıkarılmasından dolayı, onların Turanilik bağlantısının kanıtlanmasına benziyor.

Fakat etnik ağırlık ne olursa olsun, bu halkın kulandığı dilin yöresel bir vernaküler “ağız” olduğunun aksini ileri sürmek mümkün değildir.

Nitekim bugün sömürgeci güçlerin Kürt kökenli toplumu kışkırttığı gibi, 2. Dünya Savaşı’na girerken de kuzey İtalya’daki bu toplum ,eski Germen kabilelerine dayandıkları iddiasıyla “bağımsızlık serüveni” doğrultusunda tetiklenmiştir.

Ancak devrin İtalya hükümeti , yörede konuşulan iki vernaküler dili sadece “konuşma dili” olarak kabul etmiş ve Güney Tiroller bölgesine hiçbir siyasi otonomi tanımamıştır.

Görüldüğü gibi İtalyan hükümeti o iki “ağız”ı “konuşma dili” yani vernaküler diller olarak ilan edebilirken, Kürtçenin neden vernaküler bir dil olmanın ötesine taşınarak , AB-D tarafından eğitim dili olması doğrultusunda dayatmalar günümüzde konu oluyor?

Prof. Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı’nın ifadesine göre sınır toplumlarının alfebeleri de yoktur ve edebiyat dilleri gelişmemiştir.

Sadece sözlü ve irticalen söyledikleri iletişim yapıları vardır. Bu ifadelerden sınır toplumlarının dilinin yazı diline pek uygun olmadığı anlaşılıyor. Yine aynı bilim insanımıza göre, Kürtler de “sınır toplumu” sınıfına uygun halk oluşumları olarak değerlendirildiklerinde, onların da aynı yapısal kategoriye dahil olmaları gerekiyor…

Nitekim Sayın Mehlika Aktok Kaşgarlı’yı destekleme anlamında ünlü Kürdolog ve dilbilimci Goishi Kojima da konuyla ilgili olarak şöyle bir açıklama getiriyor:

“Kırmançi bir eğitim dili olarak kullanılabilir mi?

Hayır! Okulda öğretilemez. Eğer Kırmançi lehçelerinden bir tanesini seçerek öğretmeye kalkarsanız, önce Türkçeyi öğretmeniz gerekir.

Konuşulan Kırmançi ile yazılan Kırmançi arasında büyük farklar vardır…

Zazaca’nın ise yazılı biçimi hiç bilinmemektedir….”

Mehlika Aktok Kaşgarlı dil konusundaki açıklamalarını şöyle sürdürüyor:

“…Gerçek dil, kullanılan hazır geniş bir kelime hazinesi olan yazılı eğitim dilidir.”

Ömrünü Kürtçeye Adayan Bir Bilim Adamının İtirafları.

Kürtçenin kelime hazinesi çoğunlukla başka dillere ait midir?

Bu konuda yapılmış çok sayıda araştırma bunun öyle olduğunu söylüyor.

Sayın Ahmet Buran, Yusuf Ziyaeddin Paşa’nın Kürtçe- Türkçe sözlüğünde yer alan 5900 kelimenin %22 ‘sinin Farsça, %20’sinin Arapça ,% 17’sinin Türkçe, %8’inin özel isim ve %33 ‘ünün de Süryanice , Rumca, Ermenice, İtalyanca, Rusça, Yunanca , Fransızca vb. kökenli olduklarını saptamıştı.

Ünlü Kürdolog Minorsky

“Ben de Kürtçeye bir ömür sarf ettim . Yıllardır bu dil üzerinde çalışıyorum. Ancak eldeki bütün kelimeler Türkçe, Farsça, Ermenice, Süryanice, Rumca vb. dillerden alınma veya bozma çıktı. Menşeini tesbit edemediğim sadece 164 kelime kaldı. Bunların da, aranırsa menşeini bulmak mümkün …”

Rus Konsolos Aleksandre Jaba’nın hazırlanmasına öncülük ettiği sözlükte de, sekiz bin küsur kelime arasında sadece 300 kelime Kürtçe olarak saptanabilmiştir.

Kürtçe Kursları Neden Kapandı?

Çünkü burada söz konusu edilen özgün bir kelime hazinesi .

Gidilecek, Iraklı Kürtler arasında konuşulan Soraniceden birçok kelime alıp sözlük hazırlanacak, ama bunların hiçbirisini Anadolu’daki Kürt kökenli vatandaşımız anlamayacak.

Tabii ki, o zaman da Kürtçe kursları sinek avlamaya mahkum olacak. Ya da farklı anlamlara gelen kelimeleri bir araya getirerek protez kelimeler oluşturulacak.

Örneğin; “ alın yazısı” sözcüğü yoksa, Kürtçe “alın” demek olan “çare” ile “yazı”demek olan “nıvız”ı birleştirilecek ve kürtçe kelime “çarenıvız” ,“alın yazısı” denilecek!

Ya da lügatında “sömürücü” sözcüğü mevcut değilse ki ( çağdaş terim ve kavramlardan biri olduğundan dolayı bunun diyalektik aşamaya varamayan bir dilde bulunmaması gayet normal) , “ked” ile “hvar” ı kaynak yapıp “kednvar= emek yedi” , yani sömürücü kelimesini türetilecek ve de bu kelimeler, Kürt kökenli toplumca anlaşılamadığıy için Kürtçe kurslarının kapısına kilit vurulacak.

Ama hala Kürtçe eğitim dili olsun denilecek….

Kaşgarlı’ya göre, bir dilin gerçek dil olabilmesi için ikinci şart neydi?

Cümle teşkil ve ifade şeklinin başka dile ait olmaması.

Yani bazen Türkçe’nin, bazen Farsça’nın veya Osmanlıca’nın gramer kurallarını uygulamayacak ve tek tip bir gramere sahip olacak.

Peki, kürtçe bu standarda sahip mi? Hayır!

“… İletişim ağızları olmaları nedeniyle Kürt ağızlarının gramer koşullarını tesbit etmek çok zordur. Kürt ağızları bazen Orta Asya dillerinde olduğu gibi “ heceleri birbirine bağlı” olabilir.

Mesela,”arkadaşım” örneğinde olduğu gibi….Bazen, özellikle Doğu Anadolu’da göçer ve yerleşik Kürt aşiretleri Farsça’dan ziyade Osmanlıca’dan esinlenmiştir…

Farsçadaki “yapmak” anlamına gelen “kırın”fiili de Türkçe’de birçok ismin önüne gelerek çekime tabi tutulabilmektedir….” Duakırın= dua etmek”, “perçekırın= parçalamak”, (buradaki parçe,yani parça Türkçe, kırın ise Farsça’dır.” “Çırkırın=yırtmak, çotkırın= çift sürmek, ( buradaki çot, yani çift Türkçe, kırın ise Farsçadır) vs… Kürt ağızlarında Farsça’dan evvel Osmanlıca’dan gelen “an” takısı çoğulluk ifade eder…”

Görüldüğü gibi nasıl oluyor da, Kürtçe gramer diye ileri sürülen yapı içersinde Farsça’nın , Osmanlıca’nın, Orta Asya dillerinin gramer kuralları birlikte yer alabiliyor. Hatta çok ilginç bir örnek olarak ,yukarıda da gösterildiği şekliyle ,Farsça fiili, Türkçe kelimelerle iç içe geçmiş bir durumda kullanılabiliyor…

Her dilden biraz demlenmiş, yamalı bohça gibi karmakarışık ,gramersiz bir dilin yazı dili de eğitim dili de olabilmesi mümkün mü?

Gerçek bir dil olmayla ilgili olarak yapılan yorumlar içinde ne deniliyor?

Dili kendine özgü bir ses düzeni oluşmamışsa, yani ses düzeni yöreden yöreye değişiyorsa, başka bir ifade ile ortak bir ses kimliği de oluşturulamıyorsa , bu durumda büyük yapısal değişiklikler de söz konu olabilecektir. Böyle bir durumda ise, içe kapanık yapılarda konuşulan dilin de o bölgeye özgü bir durumda kalması söz konusu olabilecektir…

Örneğin, ücra bir köşede birbirine yakın üç-beş dağ köyünde oluşmuş ve yöresinde kalmış bir diyalekt sadece bölgesine mahsus olarak kalabilecektir.

En önemli etmen…Kaşgarlı’ya göre bir dil,

“kendine ait ve dilin özelliklerini koruyan bir alfabeye sahip değilse" gerçek dil sınıfına girmiyor.

Peki,”kendine ait ve dilin özelliklerini korumak “ hangi anlama geliyor?

Bir kere o dilin iç bütünlüğnü sağlıyabilecek canlı bir sistemin olması gerekiyor.

O sistem içersinde ortak bir ses düzeninin bulunması da olmazsa olmaz bir koşul olarak ortaya çıkıyor. Yine o sistem bünyesinde, bu özgün ses düzeninin de belirleyici olduğu kendine özgü yeterli bir kelime hazinesinin var olması kaçınılmaz oluyor.

Ayrıca, bütün bunları belli bir standart çerçevesinde çalıştırarak ortaya ürünler çıkarabilecek toparlayıcı bir kurallar bütünlüğü de gerekiyor ki , bunun da tek tip ve özgün bir gramer yapısı gerçekleştiriliyor.

İşte bütün bunlar var ise alfabe ortaya çıkabiliyor. Çünkü alfabe bir tamamlayıcı unsur olarak devreye giriyor. Son olarak da, alfabenin oluşmasıyla birlikte yazı diline geçilebiliyor.

Böylelikle o dil, eğitim ve kültür dili haline gelebiliyor. Diğer taraftan , Prof.Dr. Mehlika Aktok Kaşgarlı’nın da vurguladığı gibi, ” yazılı eğitim diline geçememiş bir dil gerçek dil sayılmıyor.” Demek ki,ancak gerekli şartlara haiz bir dilin alfabesi olabiliyor ve alfabesi olmayan bir dil de yazı diline geçemediği için gerçek bir dil olarak kabul edilmiyor…

O zaman soralım:

Kürtçülerin yeni Anayasa’da eğitim dili olarak güvence altına almaya çalıştıkları Kürtçe, bir eğitim dili olabilir mi? Yoksa, yukarıda anlatılanlar çerçevesinde vernaküler bir dil olarak kalmaya mahkum mudur?

Evet, sonuç: Kürtçe vernaküler bir dildir.

Deniliyor ki alfabe varmış!

Bu konuda gene yine Mehlika Aktok Kaşgarlı’ya dönelim:

“…Batı literatürüne göre, Kırmanci ağızlarının yazılı metinleri vardır.

Ancak Türkiye’de mukim Kırmanci şivelerini konuşanlar böyle yazılı metinlerin varlığını bilmemektedir.

Aslında yazılı Kırmanci, 19 yüzyılda kaleme alınmış prefabrik bir lehçedir. Kırmanci ağızları konuşan Kuzey Kürt Türkleri bu prefabrik dili sun’i bir dil olduğu için anlamazlar. Yazılı Kırmanci uyduruk bir dildir. Bu itibarla Kırmanci ağızlarını konuşanlar bu yapay yazılı dili aynı yörede yaşalar bile anlamazlar, benimsemezler. Çünkü dil, yaşayan kendine özgü hususlarla gelişen veya kaybolan canlı bir olaydır. Bu itibarla kendi niteliklerini kendi kendine tayin eder.”

Sırası gelmişken, son olarak çok önemli bir konuyu daha dile getirmekte yarar var.

Sayın Mehlika Aktok Kaşgarlı diyor ki,

” Bugün tarih sahnesinde yer alan, kimliğini, kişiliğini kesin olarak ifade eden Fransa, Almanya, Türkiye vb. gibi uluslar kişiliklerini erken Ortaçağ’da kazanmışlardır (IV –X yüzyıl).”Ve de o zamanlardan beri yeryüzünün bu coğrafyalarında yaşayanlara, bütün dünya Fransız, Alman ya da Türk demiştir…

*Sn. Eser Özaltındere’nin çalışmasından esinlenerek özetlenmiş ve derlenmiştir.
 
Geri
Top