“Artık dayanamadığım bu aşağılık dünyaya veda etmek istiyorum. Neyse ki yokluğum büyük bir kayıp olmayacak!...”
Bu sözler genç yaşında sevgilisine kavuşamayan güzel bir kızın mutsuzluk, umutsuzluk çığlığı. Bu güzel kız henüz 17 yaşındayken ileride iki kez Nobel Ödülü kazanan tüm zamanların en büyük bilim kadını olacağını nasıl bilebilirdi ki... Evet doğru tahmin ettiniz bu güzel kız Marie Curie’den başkası değildi. Marie, tüm yaşıtları gibiydi. İçinde tarifi olmayan duygular besliyor, dünyada olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Onu diğerlerinden ayıran en belirgin karakteristik özelliği, bitip tükenmeyen merakıydı. Yüreğinden taşan merak duygusunun peşinden gidecekti. Yılmadan, usanmadan. Bu yüzden yaşadığı dünyaya çoğu kez sığamayacaktı. Önüne konulan yanıtlarla yetinmeyecek, kendi hikayesinin cevabını arayacaktı. Bu merakı onu dünya çapında büyük bir üne ve birçok cevaba götürecekti... Marie Curie bir diğer adıyla Manya Sklodowska, Polonya’nın başkenti Varşova’da dünyaya geldi. Köy kökenli anne ve babası salt eğitim tutkusuyla genç yaşlarında başkente yerleştiler. Babası lisede fizik ve matematiköğretmeni, annesi usta bir piyanist olmuştu. Manya 10 yaşına geldiğinde annesinin ölümüyle yaşamının ilk derin acısına gömüldü. Babası, onun tek desteğiydi. Manya en trajik, en korkunç olaylarda bile umutlu olabilmeyi, ileriye bakabilmeyi babasından öğrenmişti. O dönemlerde Polonya, Çarlık Rusya’nın egemenliği altındaydı. Özgürlük arayışlarına olanak tanımamakta, en ufak bir hareketi isyan olarak nitelendirmekteydi. Yabancı boyunduruğunda olmayı içine sindiremeyen toplumun aydın kesiminde yer alan Manya’nın babası çok geçmeden okuldaki görevinden uzaklaştırıldı. Böylece dört çocuklu aile için sıkıntılı günler başlamış oldu. Ama Manya’nın babası kararlıydı. Çocuklarının eğitimi için her şeyi göze almaya hazırdı. Manya parlak bir öğrenciydi. Liseyi birincilikle bitirmiş ve altın madalyayla ödüllendirilmişti. Yüksek öğrenim görme olanağı bulamayan Manya baba ocağı köye gönderildi. Bu köyde ileride hep özlemini duyacağı bir yıl süren güzel bir tatil yaşayacaktı. Ama yüreğinde bir dürtü vardı. Orada, bir yerde hayatını adayacağı bir şey vardı. Henüz onunla karşılaşmamıştı, ama onun varlığını yüreğinde hissediyordu. Maria Curie Varşova’ya döndüğünde şartları ve koşulları göz ardı ederek, asıl hedefine doğru yöneldi. Önünde büyük bir boşluk vardı sanki. Ama içindeki bir ses, o boşluğa adım attığında orada bir basamak belireceğini söylüyordu. Manya da öyle yaptı. Hemen yeniden üniversiteye gitmenin olanaklarını aramaya koyuldu. Amacı ablası gibi Paris’e gidip, Sorbonne’da okumaktı. Bunu gerçekleştirmek için mali desteği bulması olanaksızdı. O da ablasıyla bir çözüm yolu buldu. Önce Manya çalışacak ablasının öğrenimine yardım edecekti sonra da ablası üniversiteyi bitirince Manya’yı destekleyecekti. Ve nitekim de öyle oldu. 23 yaşında düşlediği hayata kavuşmuştu. Manya adı Fransızca’daki söylenişiyle Marie’ye dönüştü. Marie 4 yıllık öğrenimini sobası bile olmayan bir çatı katında peynir, ekmek ve çayla yetinerek geçirdi. Yoksulluk Marie’nin direncini kırmayarak artırdı. Matematik, fizik, kimya ve astronominin yanı sıra şiir ve müzik derslerine de katıldı. Mezun olur olmaz fizikte mastır derecesi için girdiği sınavda birinci oldu. Bir yıl sonra da matematikte mastır çalışmasına başladı. Marie 27 yaşına geldiğinde çalıştığı laboratuarda araştırma yapan genç bilim adamı Pierre Curie ile tanıştı. Pierre Curie olağanüstü bir yetenekti. Daha 16 yaşındayken üniversiteyi bitirmiş, 18 yaşında fizikte mastır derecesi almıştı. Elektrik ve manyetizma alanındaki çalışmalarıyla daha çok genç yaşta iken dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştı. Yaşamını bilime adamış Pierre karşı cinse ön yargı ile bakmaktaydı. Ona göre dahi denilebilecek kadın yok denecek kadar azdı. “Sıradan bir kadın ise ciddi kafalı bir bilim adamı için ayak bağı olmaktan ileri geçmez,” diyordu. Pierre Curie 35 yaşındaydı Marie Currie ile karşılaştığında. Yok denecek kadar az dediği kadını bulmuştu. Araştırmalarını yan yana aynı alanda sürdüren Marie ile Pierre yalnız yaşamlarını değil bilimsel uğraşlarını da birleştirdiler. Onların dostu Henri Becquerel adındaki bir başka bilim adamı, o yakınlarda uranyum adı verilen bir metalle ilgili bir buluş yapmıştı. Becquerel'in buluşu, uranyumun gözle görülmeyen esrarengiz ışınlar ya da bir cins enerji yaymasıyla ilgiliydi. Becquerel yaptığı deneylere dayanarak uranyum maden filizinde başka bir elementin daha bulunduğu kanısındaydı.. Bu düşüncesini deney başarısına hayranlık duyduğu Marie Curie’ye iletti. Uranyum denen maden filizi pahalı bir meta idi. O zamanlarda yalnızca Avusturya’dan sağlanabilirdi. Curie’ler kısıtlı mali olanaklarıyla filizi olduğu gibi değil, uranyumu alınmış kalıntısını satın alabilirlerdi ancak. Avusturya hükümeti istenen kalıntıyı taşıma ücreti pahasına göndermeyi kabul etti. Bu hummalı çalışma sırasında Marie zatürree hastalığına yakalanmıştı. Onun hastalanmasıyla üç ay boyunca iş tümüyle Pierre’in omuzlarında kaldı. İki yıl boyunca aralıksız süren süzme ve arındırma sonunda az miktarda bizmut bileşiği elde edildi. Bu bileşimin uranyumdan 300 kat daha aktif olduğu göz önüne alındığında bu hiç de küçümsenmeyecek bir başarıdır. Üstelik bu bizmut bileşiminde bilinen elementten başka bir şeyin daha olduğu demekti. Marie ve Pierre bilinmeyen şeyi ortaya çıkarmak için vakit kaybetmeden çalışmaya koyuldular. Curi’lerin yılmadan, usanmadan umutla sürdürdükleri çetin ve yorucu uğraş sonunda hedefe ulaşmıştı. Polanyum çıkarıldıktan sonra geriye kalan posanın çok daha güçlü olduğu görüldü. Işın etkinliği yüksek radyum elementi bulundu. Radyum bulunması yolunda verilen tüm emek, çabalara ve yorucu geçen zamana değen ilginç bir elementti. Curiler sanayi çevrelerinden gelen ısrarlı tekliflere rağmen buluşlarını satmadılar. 1903 yılında fizikte Nobel ödülünü dostları Becquerel ile paylaştılar. Böylece uzun yıllar biriken araştırma masraf borçlarını ödeme olanağına da kavuştular. İki çocuklu aile için tam da her şey yoluna girmişti. Bir gün, her zamanki gibi evinden çıkan Pierre, yolda yürürken, bir at arabasının altında kalarak yaşamını yitirdi. Bu kaza Marie Curie’nin yaşamını karanlığa boğmuştu. Marie Curie bu karanlıktan kurtuluşu kendisini araştırmalara vermekte buldu. Laboratuara döndü. Marie Curie kocasının yerine onun kürsüsüne geçmişti. Öğretim göreviyle birlikte araştırma etkinliğini de sürdüren Marie radyumu yalın biçimiyle elde etmeyi başardı. 1911 de ikinci kez Nobel Ödülü’nü aldı. 1934’de öldüğünde ünlü bilim kadının yıllarca radyum ışınlarının etkisinde kalan iç organlarının neredeyse tümüyle yıkım içinde olduğu görüldü. Keşfettiği radyum ona pahalıya mal olmuştu. Evet dramatik bir yaşam öyküsü vardı Marie’nin... Acılarla, çalışma ve çabalarla süren bir ömür. Ama hiç kuşku yok ki o bilim tarihinde yaptığı başarılarıyla konuşulup, yaşatılacak.
alıntı
Bu sözler genç yaşında sevgilisine kavuşamayan güzel bir kızın mutsuzluk, umutsuzluk çığlığı. Bu güzel kız henüz 17 yaşındayken ileride iki kez Nobel Ödülü kazanan tüm zamanların en büyük bilim kadını olacağını nasıl bilebilirdi ki... Evet doğru tahmin ettiniz bu güzel kız Marie Curie’den başkası değildi. Marie, tüm yaşıtları gibiydi. İçinde tarifi olmayan duygular besliyor, dünyada olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Onu diğerlerinden ayıran en belirgin karakteristik özelliği, bitip tükenmeyen merakıydı. Yüreğinden taşan merak duygusunun peşinden gidecekti. Yılmadan, usanmadan. Bu yüzden yaşadığı dünyaya çoğu kez sığamayacaktı. Önüne konulan yanıtlarla yetinmeyecek, kendi hikayesinin cevabını arayacaktı. Bu merakı onu dünya çapında büyük bir üne ve birçok cevaba götürecekti... Marie Curie bir diğer adıyla Manya Sklodowska, Polonya’nın başkenti Varşova’da dünyaya geldi. Köy kökenli anne ve babası salt eğitim tutkusuyla genç yaşlarında başkente yerleştiler. Babası lisede fizik ve matematiköğretmeni, annesi usta bir piyanist olmuştu. Manya 10 yaşına geldiğinde annesinin ölümüyle yaşamının ilk derin acısına gömüldü. Babası, onun tek desteğiydi. Manya en trajik, en korkunç olaylarda bile umutlu olabilmeyi, ileriye bakabilmeyi babasından öğrenmişti. O dönemlerde Polonya, Çarlık Rusya’nın egemenliği altındaydı. Özgürlük arayışlarına olanak tanımamakta, en ufak bir hareketi isyan olarak nitelendirmekteydi. Yabancı boyunduruğunda olmayı içine sindiremeyen toplumun aydın kesiminde yer alan Manya’nın babası çok geçmeden okuldaki görevinden uzaklaştırıldı. Böylece dört çocuklu aile için sıkıntılı günler başlamış oldu. Ama Manya’nın babası kararlıydı. Çocuklarının eğitimi için her şeyi göze almaya hazırdı. Manya parlak bir öğrenciydi. Liseyi birincilikle bitirmiş ve altın madalyayla ödüllendirilmişti. Yüksek öğrenim görme olanağı bulamayan Manya baba ocağı köye gönderildi. Bu köyde ileride hep özlemini duyacağı bir yıl süren güzel bir tatil yaşayacaktı. Ama yüreğinde bir dürtü vardı. Orada, bir yerde hayatını adayacağı bir şey vardı. Henüz onunla karşılaşmamıştı, ama onun varlığını yüreğinde hissediyordu. Maria Curie Varşova’ya döndüğünde şartları ve koşulları göz ardı ederek, asıl hedefine doğru yöneldi. Önünde büyük bir boşluk vardı sanki. Ama içindeki bir ses, o boşluğa adım attığında orada bir basamak belireceğini söylüyordu. Manya da öyle yaptı. Hemen yeniden üniversiteye gitmenin olanaklarını aramaya koyuldu. Amacı ablası gibi Paris’e gidip, Sorbonne’da okumaktı. Bunu gerçekleştirmek için mali desteği bulması olanaksızdı. O da ablasıyla bir çözüm yolu buldu. Önce Manya çalışacak ablasının öğrenimine yardım edecekti sonra da ablası üniversiteyi bitirince Manya’yı destekleyecekti. Ve nitekim de öyle oldu. 23 yaşında düşlediği hayata kavuşmuştu. Manya adı Fransızca’daki söylenişiyle Marie’ye dönüştü. Marie 4 yıllık öğrenimini sobası bile olmayan bir çatı katında peynir, ekmek ve çayla yetinerek geçirdi. Yoksulluk Marie’nin direncini kırmayarak artırdı. Matematik, fizik, kimya ve astronominin yanı sıra şiir ve müzik derslerine de katıldı. Mezun olur olmaz fizikte mastır derecesi için girdiği sınavda birinci oldu. Bir yıl sonra da matematikte mastır çalışmasına başladı. Marie 27 yaşına geldiğinde çalıştığı laboratuarda araştırma yapan genç bilim adamı Pierre Curie ile tanıştı. Pierre Curie olağanüstü bir yetenekti. Daha 16 yaşındayken üniversiteyi bitirmiş, 18 yaşında fizikte mastır derecesi almıştı. Elektrik ve manyetizma alanındaki çalışmalarıyla daha çok genç yaşta iken dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştı. Yaşamını bilime adamış Pierre karşı cinse ön yargı ile bakmaktaydı. Ona göre dahi denilebilecek kadın yok denecek kadar azdı. “Sıradan bir kadın ise ciddi kafalı bir bilim adamı için ayak bağı olmaktan ileri geçmez,” diyordu. Pierre Curie 35 yaşındaydı Marie Currie ile karşılaştığında. Yok denecek kadar az dediği kadını bulmuştu. Araştırmalarını yan yana aynı alanda sürdüren Marie ile Pierre yalnız yaşamlarını değil bilimsel uğraşlarını da birleştirdiler. Onların dostu Henri Becquerel adındaki bir başka bilim adamı, o yakınlarda uranyum adı verilen bir metalle ilgili bir buluş yapmıştı. Becquerel'in buluşu, uranyumun gözle görülmeyen esrarengiz ışınlar ya da bir cins enerji yaymasıyla ilgiliydi. Becquerel yaptığı deneylere dayanarak uranyum maden filizinde başka bir elementin daha bulunduğu kanısındaydı.. Bu düşüncesini deney başarısına hayranlık duyduğu Marie Curie’ye iletti. Uranyum denen maden filizi pahalı bir meta idi. O zamanlarda yalnızca Avusturya’dan sağlanabilirdi. Curie’ler kısıtlı mali olanaklarıyla filizi olduğu gibi değil, uranyumu alınmış kalıntısını satın alabilirlerdi ancak. Avusturya hükümeti istenen kalıntıyı taşıma ücreti pahasına göndermeyi kabul etti. Bu hummalı çalışma sırasında Marie zatürree hastalığına yakalanmıştı. Onun hastalanmasıyla üç ay boyunca iş tümüyle Pierre’in omuzlarında kaldı. İki yıl boyunca aralıksız süren süzme ve arındırma sonunda az miktarda bizmut bileşiği elde edildi. Bu bileşimin uranyumdan 300 kat daha aktif olduğu göz önüne alındığında bu hiç de küçümsenmeyecek bir başarıdır. Üstelik bu bizmut bileşiminde bilinen elementten başka bir şeyin daha olduğu demekti. Marie ve Pierre bilinmeyen şeyi ortaya çıkarmak için vakit kaybetmeden çalışmaya koyuldular. Curi’lerin yılmadan, usanmadan umutla sürdürdükleri çetin ve yorucu uğraş sonunda hedefe ulaşmıştı. Polanyum çıkarıldıktan sonra geriye kalan posanın çok daha güçlü olduğu görüldü. Işın etkinliği yüksek radyum elementi bulundu. Radyum bulunması yolunda verilen tüm emek, çabalara ve yorucu geçen zamana değen ilginç bir elementti. Curiler sanayi çevrelerinden gelen ısrarlı tekliflere rağmen buluşlarını satmadılar. 1903 yılında fizikte Nobel ödülünü dostları Becquerel ile paylaştılar. Böylece uzun yıllar biriken araştırma masraf borçlarını ödeme olanağına da kavuştular. İki çocuklu aile için tam da her şey yoluna girmişti. Bir gün, her zamanki gibi evinden çıkan Pierre, yolda yürürken, bir at arabasının altında kalarak yaşamını yitirdi. Bu kaza Marie Curie’nin yaşamını karanlığa boğmuştu. Marie Curie bu karanlıktan kurtuluşu kendisini araştırmalara vermekte buldu. Laboratuara döndü. Marie Curie kocasının yerine onun kürsüsüne geçmişti. Öğretim göreviyle birlikte araştırma etkinliğini de sürdüren Marie radyumu yalın biçimiyle elde etmeyi başardı. 1911 de ikinci kez Nobel Ödülü’nü aldı. 1934’de öldüğünde ünlü bilim kadının yıllarca radyum ışınlarının etkisinde kalan iç organlarının neredeyse tümüyle yıkım içinde olduğu görüldü. Keşfettiği radyum ona pahalıya mal olmuştu. Evet dramatik bir yaşam öyküsü vardı Marie’nin... Acılarla, çalışma ve çabalarla süren bir ömür. Ama hiç kuşku yok ki o bilim tarihinde yaptığı başarılarıyla konuşulup, yaşatılacak.
alıntı