Medeniyetlerin Doğuşu Üzerine Bir İnceleme
Târihçiler çalışmalarında en yüksek verimi sağlayabilmek için üzerinde çalıştıkları konuların belirli dönemler içinde ele alınmasından yana. Bu dönemler târihe ilişkin yapılagelen tasniflerdir. Târihçilerin kullanageldiği tasnifler arasında en yaygın olanı da kuşkusuz Cellarius’ün tasnifi. Cellarius yazının bulunmasından önceki döneme prehistorik çağ, sonraki döneme de târihî çağlar der. Prehistorik çağı kendi içinde iki döneme ayırır, bunlar: taş devri ve mâden devri. Taş devrini de kendi içinde üç döneme ayırır, bunlar: paleolitik çağ, mezolitik çağ ve neolitik çağ. Mâden devrini de yine kendi içinde üç döneme ayırır, bunlar: bakır devri, tunç devri ve demir devri. Cellarius târihî çağları ise kendi içinde dört döneme ayırır, bunlar: eski çağ, orta çağ, yeni çağ ve yakın çağ. Ben de bu tasnife sâdık kalarak burada medeniyetlerin doğuşunu inceleyeceğim. Bunu yaparken de paleolitik çağdan başlayacağım:
*
Paleolitik çağ yaklaşık olarak M.Ö. 2.500.000-10.000’ler arasında kalan dönemdir. Bu çağda tüm dünyâ üzerinde çok soğuk bir iklim hâkimdi. Bu çağda insanoğlu mağaralara sığınmak zorunda kalmış ve erken dönemlerde toplayıcılık, geç dönemlerde de avcılık yaparak beslenmişti. Bunları yaparken kullandığı en temel araç da bir tür el baltasıydı. İnsanoğlu zaman içinde bir tür delici ve kazıyıcı geliştirmeyi başardı, sonra bıçak ve kama yapmayı öğrendi ve daha sonra da bunlar aracılığıyla boynuzdan ve kemikten âletler yapmayı başardı.
Anadolu’da paleolitik çağa âit bilinen en önemli yerleşim bölgeleri Karain ve Beldibi mağaralarıdır. Karain mağarasında yapılan kazılarda bir tür el baltası ve çok sayıda taş âlet bulundu. Bunlar arasında en önemlileri: kazıcılar, deliciler, kamalar ve mızrak uçları. Bu âletlerin boynuzdan ve kemikten yapılan âletlere şekil vermek için kullanıldığı sanılıyor. Bu boynuzlar ve kemikler de boğalara ve aslanlara âit. Karainliler zaman içinde bu âletlerle bâzı bitkileri toplamayı ve bunları pişirmeyi de öğrenmiş; zeminde bulunan kül kalıntıları buna yoruluyor. Hem üstelik ateşin henüz paleolitik çağda Anadolu’da kullanıldığı anlaşılıyor.
Beldibi mağarasının duvarlarında da çok sayıda hayvan ve insan resmi ile duvar kabartmasına rastlandı. Bu resim ve kabartmaların en önemli özellikleri: figürler oldukça kaba hatlarla resmedilmiş, daha çok boğa figürleri kullanılmış, parlak renkler tercih edilmiş ve yatay bir hareketliliğe yer verilmiş. Bu resim ve kabartmalarda sıklıkla karşılaşılan boğaya mızrak atan ve elindeki baltayla üzerine koşan erkek figürleri de bu dönem insanlarının yaşamlarında avlanan erkeğin ve avlanmanın yeri ve öneminin büyük olduğuna yoruluyor.
Her iki mağarada da zemîne doğru yapılan kazılarda çok sayıda hayvan ve insan heykelciklerine rastlandı, bunların büyük bir bölümü de taştan ve kilden. İnsan heykelciklerinden kadınlara âit olanların kalça ve göğüs kısımları abartılı bir büyüklükte şekillendirilmiş. İmdi kadınların doğurganlık özelliğinin mağara insanları tarafından büyük bir hayranlık ve saygıyla karşılandığı sonucuna varabiliriz. Hayvan heykelcikleri arasında da boğa heykelcikleri baş sırada. İmdi mağara insanlarının boğaya atfettiği bu yüksek kutsiyetin kaynağında da boğanın üreme sırasında erkeğe kendi gücünden birşeyler katacağı inancı var.
*
Mezolitik çağ Pleyistosen buzullarının yavaş erimesi nedeniyle farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşandı. Bu erimeyle birlikte hava sıcaklıkları yükseldi ve zamanla insanoğlu mağaralardan çıkıp toprak zemîne yerleşmek istedi. Böylelikle yeni yerleşim bölgeleri; en çok da su kaynaklarına yakın yerler aradılar ve göçebe bir yaşam sürdürdüler. İstedikleri özelliklere sâhip yerler bulduklarında da yerleşik hayâta geçtiler. İmdi paleolitik çağda kazandıkları birlikte yaşama ve doğa olaylarına karşı birlikte mücâdele etme duygusu mezolitik çağda yerleşik hayâta geçişi kolaylaştırdı.
*
Neolitik çağ Anadolu’da yaklaşık olarak M.Ö. 8000-5500’ler arasında yaşandı. Günümüzde Anadolu’da hâkim olan iklim özellikleri de bu çağda oluşmuştu. Toprağın işlenmesine ve ker***ten evler yapılmasına da bu özellikler imkân vermişti. Tarımdaki başarılar zamanla hayvancılığa da yansımış; böylelikle dokumacılık da başlamış ve gelişmişti.
Doğa olaylarına karşı korunabilen, geliştirdikleri âlet ve avlanma teknikleriyle et tüketimini arttıran ve bu yolla zihinsel gelişimini hızlandıran insanoğlu zaman içinde ürettiği ürünlere estetik bir değer verme çabası içine girdi. Paleolitik çağda üretilen ürünlerin salt kullanım değeri varken ve bunlara herhangi bir değişim değeri de kazandırılmaya çalışılmıyorken, neolitik çağda insanoğlu bu ürünlere estetik bir değer verme çabası içine girdi; böylelikle onlara değişim değeri de kazandırdı. Bu değişim ilk önce sazdan yapılan sepetlerde ortaya çıktı ve zamanla günlük hayat içinde yer alan hemen her ürüne yansıdı. Hem üstelik zamanla herhangi bir kullanım değerine sâhip olmayan; salt estetik bir değer taşıyan ürünlerin ortaya çıkması da bu çağa târihlenir.
Neolitik çağda ilk yerleşim bölgelerinden bir kısmı göller üzerine dikilen kazıkların üstüne kuruldu. Bu bölgelerde insanlar geçimlerini kemikten hazırladıkları oltalarla balıkçılık yaparak sürdürüyordu. Bu çağın Anadolu’daki en önemli yerleşim bölgeleri ise Konya yakınlarındaki Çatalhöyük ve Diyarbakır yakınlarındaki Çayönü’dür. Çatalhöyük’te yapılan kazılar burada yerleşik hayâta geçenlerin daha çok dikdörtgen biçiminde ve kapılarının tavanda olduğu iki odalı evler yaptığını ve bunların birbirlerine bitişik bir şekilde inşâ edildiğini gösteriyor. İmdi bu da bölgede çok sayıda yırtıcı hayvan olmasına ve bunlardan bu şekilde korunmak istenmesine yoruluyor. Çatalhöyük insanı evlerine sedirden oturma yerleri yapmış ve ölülerinin kemiklerini de bu sedirlerin altına gömmüş. Ölülerin bedenlerini ilk önce güneşte kurutmuşlar, sonra yırtıcı hayvanlara yedirtmişler, sonra da kemiklerini bu sedirlerin altına gömmüşler. Yanlarına da birtakım eşyâlar koymuşlar; ölen kişi erkekse silâh, kadınsa takılar koymuşlar. İmdi bu da Anadolu’da henüz neolitik çağda ölümden sonra yaşam inancının olduğuna ve birtakım dînî törenlerin yapıldığına yoruluyor. Hem üstelik bu kazılarda tapınak olduğu sanılan çok sayıda mekâna da rastlandı, ayrıca evlerin pek çok köşesinde de dînî bir anlam taşıdığı düşünülen resimler ve duvar kabartmaları bulundu ki bunlar da Çatalhöyük insanının güçlü dînî duyguları olduğuna yoruluyor. Öte yandan bu resim ve kabartmalar da büyük oranda boğalara âit; imdi paleolitik çağda boğalara atfedilen kutsiyet bu çağda da sürmüş.
Bu kazılarda bulunan kemiklerin yanında aynı zamanda da ölen kişinin cinsiyetinden bağımsız olarak çok sayıda tanrıça heykelciğine rastlandı. Bu heykelciklerin en önemli özelliği ise tanrıçaların yırtıcı hayvanlara da hükmettiği yollu tasvirler içermesi. İmdi bu da Çatalhöyük insanının kadınların doğurganlık özelliğinin onlara güç kazandırdığına, bu gücün de hâkimiyet demek olduğuna ve bu hâkimiyetin yırtıcı hayvanlar üzerinde bile geçerli olduğuna inandığına yoruluyor. Bana sorarsanız Çatalhöyük insanı asıl gücü parçalamada değil; birleştirmede buldu ve bu inanç da yaşamı sürdürmek için gerekli âletlerin yapımı sırasında doğdu ve gelişti, zamanla da üremedeki fonksiyonu bakımından kadını da kapsamaya başladı ve bu heykelciklerde simgeleşti.
Çayönü’nde ise evler daha çok taştan yapılmış ve birbirlerinden oldukça uzak bir şekilde inşâ edilmiş. Fakat evlerin plânları da yine dikdörtgen biçiminde. Öte yandan bu evlerde çok sayıda oda var ve bunların önemli bir kısmının depo olarak kullanıldığı sanılıyor. Nitekim bu bölgede yaz mevsimleri oldukça kurak geçiyor, bu da Çayönü insanının böyle bir yol seçtiğine yoruluyor. Çayönü kazılarında da yine çok sayıda hayvan ve insan heykelciklerine rastlandı. Ayrıca bu buluntular arasında çok sayıda mâdenî eşyâ ve bunların yapımında kullanılan araç ve gereçlere de rastlandı. İmdi bu da Anadolu’da neolitik çağda metalürji çalışmalarının yapıldığına yoruluyor.
*
Bakır devri bakırın işlenmeye başlandığı devirdir. Bakırın ilk defâ M.Ö. 10.000’lerde Ortadoğu’da işlenmeye başlandığı sanılmakta. Ancak bakır devrinin de farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşandığını görüyoruz. Bakırın işlenmesiyle av silâhlarının yapımında büyük değişimler ortaya çıktı, toprak işlerinde kullanılmak üzere de göreli olarak daha sağlam araçlar geliştirildi. Ne var ki bakırın da dayanıksız yapısı içine başka bir metâli (kalay) katarak daha sağlam bir alaşıma ulaşmaya sürükledi; böylelikle tunç devri başlamış oldu:
*
Tunç devrinde yaşanan en önemli gelişme de oldukça dayanıklı araçların ve av silâhlarının yapımı oldu. Britanya’da üretilen kalay ile Akdeniz’de üretilen bakır buralarda yaşayan yerli halklarla alışverişe geçen göçebe kavimler aracılığıyla değiş tokuş edildi ve tunç üretimine geçildi. Kılıçların üretilmesine ve kalkan ile zırh yapımına da bu dönemde geçildi. Mâdencilik çalışmaları ilerledikçe de demir bulundu ve demirin işlenmesine başlandı; böylelikle demir devrine gelindi:
*
Demiri ilk işleyenlerin Orta Asya’da yaşayan Eski Türkler olduğu hakkında yaygın bir kabûl var. Ancak kimi araştırıcılar erken dönemlerde dünyâya düşen meteorların bıraktığı demirin henüz daha paleolitik çağda birtakım süs eşyâları yapmak için işlenmekte olduğunu iddiâ ediyor. Ne var ki erken dönemlerde demiri işlemek için geliştirilen bir fırın yoktu ve bu fırınlar ancak bakır devrinden sonra kurulmaya başlandı, demir devrine gelindiğinde ise işlenen demir artık tüm yaşamı doğrudan etkilemeye başladı.
Demir ilk önce silâh yapımında, daha sonra da günlük hayâtı sürdürmeye yarayan araçların yapımında kullanıldı. Eski Türkler göç ettikçe yerli halklara demiri ve onu işlemeyi öğretti, zamanla da demir savaşlarda üstünlük elde etmenin temel unsurlarından biri hâline geldi. Hititler de Eski Türklerden öğrendikleri bilgiler doğrultusunda silâh yapımında kendilerine özgü teknikler geliştirdiler ve çok daha sağlam silâhlar yapmaya başladılar, bu yolla iki yüzyıl boyunca bir süpergüç olmayı da başardılar.
İmdi demirin tunçtan daha dayanıklı bir metâl olması tarımcılıkta kullanılan araçların bu kez de demirden yapılmasını ve bu yolla örneğin daha sağlam sapanlarla ekilen topraklardan daha bol ürün alınmasını sağladı, bu da yerleşik kavimlerin tahıl gereksinmelerini fazlasıyla karşılamalarını ve geri kalan kısmıyla da göçebelerle daha sıkı ticâret ilişkileri kurmalarını sağladı. Zaman içinde de göçebe kavimler ile yerleşik kavimler arasındaki bu ilişkiler kültürel bir boyut kazandı.
*
Eski çağda ise yerleşik kavimler ortak kültürel bağların da yardımıyla artık kent-devletleri kurmuşlardı. Doğudaki kent-devletlerinde en önemli yapı tapınaklardı ve diğer yerleşim birimleri de tapınakları merkeze alacak bir biçimde inşâ edildi. Tapınaklar toplumsal yaşamda da merkezî bir konumda bulunuyor; buralarda dînî törenler düzenleniyor, eğitim-öğretim işleri sürdürülüyor, siyâsî sorunlar tartışılıyor vb. işler yapılıyordu. Tapınaklar aynı zamanda da birer ticâret merkeziydi.
İmdi tapınakların bu özellikleri tapınak işleriyle uğraşan râhiplerin ekonomik ve siyâsî nüfuzlarını arttırdı. Bu artış zamanla o kadar hat safhâya ulaştı ki kimi kavimlerde krallar kendilerini baş râhip olarak ilân ettirmeye başladı. Böylelikle râhiplerin ekonomik ve siyâsî nüfuzları kralların elinde toplanmaya başladı. Kimi kavimlerde bunu kabûllenemeyen râhipler ise düşmanlarıyla işbirliği yaparak krallarını devirme yoluna bile gitti.
Eski çağda peygamberler en çok Ortadoğu’ya gönderildi. Zaman içinde bölgede dînî inanç sistemleri gelişti ve çeşitlendi ve farklı coğrafyalara yayıldı. Peygamberler halkın yerleşik inançlarını yıkmaya ve yerine yenisini getirmeye çalıştı. Ezilen ve büyük baskılar gören halkları özgürleştirmek için mücâdele verdiler ve hakkâniyet esâsına dayalı bir toplumsal yapıyı kurumsallaştırmalarını öğütlediler. Bu da kralların mutlak hâkimiyetlerinin sınırlandırılması anlamına geliyordu ve zaman içinde medeniyetlerin gelişmesini (burada gelişme: medeniyet unsurlarının belirli bir bütünsellik içinde giderek daha karmaşık bir hâl almasıdır) sağlayacak özgürlük ve hoşgörü ortamı da bu şekilde tesis edildi. Ortadoğu’da medeniyetlerin gelişimi zamanla en yüksek seviyeye ulaştı ve medeniyetler en çok da ticâret yoluyla birbirleri arasında hem fizîkî hem de kültürel alışverişler yaptı. Ancak Ortadoğu dinlerinden Hıristiyanlık, Batıda Romalılar tarafından resmî din hâline getirildiğinde bu en çok her çeşit devlet ve Kilise baskısının meşru gösterilmesinde kullanıldı ve bu özgürlük ve hoşgörü ortamı da ağır yaralar aldı.
Orta çağda ise Roma İmparatorluğunun M.Ö. 100’lerde ve sonrasında büyük bir yozlaşma ve bozunmaya girmesi sonucu İmparatorluğun cumhuriyet dönemindeki parıltılı günleri kayboluyordu. İlk önceleri Hıristiyanlığı Roma kânunlarına aykırıdır diye yasaklayan hükümdarlar Galerius ve en çok da I. Konstantin’den sonra sırtlarını Hıristiyanlığa dayamaya başladılar. I. Konstantin İmparatorluğun başkentini Roma’dan Bizans’a taşırken Doğuda büyük bir çoğunluk hâline gelen ve siyâsî nüfuzlarını arttıran Hıristiyanlara şirin görünmeye çalışıyordu. Başkentin Bizans’a taşınması Papa’nın siyâsî nüfûzunda herhangi bir azalma meydana getirmedi; hem Romalıların gözünde hem de diğer kavimlerin gözünde papalık kurumu hep ayrıcalıklı bir konumda bulundu. Daha sonraları İmparator Jüstinyen ise hem Papa hem de Caesar olma istemiyle hareket etti ve kendisine karşı çıkanları da ağır cezâlara çarptırdı.
O dönemlerde Îsâ’nın bir insan mı yoksa tanrı mı olduğu tartışmaları yapılıyor ve Hıristiyanlar arasında birtakım kutuplaşmalar ortaya çıkıyordu. Bizans’ta toplanan Beşinci Konsül bir dizi karar aldı ve karar metnini onaylaması için Roma’da bulunan Kiliseye yolladı. Kilise ise bu metni onaylamayınca Hıristiyanlar, Katolikler ve Ortodokslar olmak üzere ikiye bölündü ve mezhep kavgaları başladı. Bu kavgalar yaklaşık olarak üç yüz yıl kadar Doğu Roma’nın başına belâ oldu. Daha sonraları Türkler’in Doğu Roma’nın kapılarına dayanması Papa’dan yardım istemelerine yol açtı ve Doğu Romalılar, Papa ile Katolik Kilisesinin siyâsî egemenliğini olumlamış oldular. Papa ivedilikle haçlı seferlerini başlattı ve bu egemenliği arttırmak istedi; ancak Türkler karşısında önemli bir başarı kazanamayınca bu egemenliği zedeledi. Zamanla da Avrupa’da krallar üzerindeki siyâsî nüfûzunu yitirdi.
Batı Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu iç işleriyle ve Türklerle uğraşırken Avrupa’da yeni bir ekonomik ve siyâsî yapılanma ortaya çıkmıştı: feodalizm. Avrupa coğrafyasına tarım devrimi geç geldi. Bu coğrafya oldukça büyük bataklıkların kapladığı bir coğrafyaydı ve Avrupalılar bunları kurutup tarıma elverişli bir alan hâline nasıl getireceklerini henüz bulabilmiş değildi. Ne var ki sabanın îcâdı ve Doğulu tüccarlardan öğrendikleri yöntemler sâyesinde tarıma ve sonrasında da hayvancılığa geçebildiler. Kısa zamanda Avrupa’da tarım ve hayvancılık gelişti ve artı-ürün ortaya çıktı. Bu ürünlerle ticâreti geliştirdiler. Ancak tüccarlar ticâret yolları üzerinde istilâcı-göçebe kavimlerin saldırısına uğramaktan endişe ediyordu. Hâl böyle olunca Avrupa’da güvenliği sağlamak için yeni yapılar arandı ve böylelikle şövalyelik kurumu doğdu. Bu şövalyeler kullandıkları silâhlar sâyesinde Avrupa’da kısa zaman içinde güvenliği sağlayan güçler hâline geldiler. İmdi merkezî idâresi zayıf olan devletlerde ordunun karşılayamadığı güvenlik gereksinmelerini bu şövalyeler karşıladı. Şövalyelerin görevleri de sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde geçerliydi ve bu sınırları feodal beyler belirliyor, bu sınırlar içinde yaşayanların tüm sorumluluğunu da onlar üstleniyordu.
*
İmdi bu noktada medeniyetlerin doğuşunda önemli bir rol üstlenen bâzı keşif ve îcâtları biraz daha yakından inceleyelim, ilk olarak da ateşin keşfinden başlayalım: ateşin keşfi hakkında farklı kaynaklarda farklı açıklamalara rastlarız. Söz gelişi Yunan mitolojisi ateşin Olimpos’tan çalındığını ve insanlara hediye edildiği anlatır:
Tanrıların tanrısı Zeus, Promethe’yi ateş tanrısı olarak görevlendirir. Dünyâ üzerinde insanlar mağaraların içinde kapkaranlık ve çok ilkel bir yaşam sürdürmekte, hayvan etini pişiremedikleri için kanlı kanlı yemekte ve daha çok meyvalarla beslenmektedir. Bu insanlar yırtıcı hayvanlara karşı da oldukça korunmasızdır. İşte Promethe onların bu hâline acıyarak bir insan yaratmaya ve onun aracılığıyla insanlara ateşi hediye etmeye karar verir. Bunun için önce çamurdan bir insan yapar, sonra ateş aracılığıyla onu canlandırır ve adını da Epimithes koyar ve onu dünyâya yollar. Epimithes’in yanında Promethe’nin Hephaestos ocaklarından çaldığı ateşten bir parça kıvılcım vardır. Bu kıvılcım bir değnek içinde korunuyordur. Sonunda bu, insanlara hediye edilir. İnsanoğlu bu hediye sâyesinde kendi zayıflıklarını aşmayı başarır.
Ne var ki Zeus kendisinden habersiz bir biçimde Promethe’nin bir insan yaratmasına ve ateş aracılığıyla ona can verip dünyâya yollayarak insanlığın daha iyi bir yaşam sürdürmesini sağlamasına öfkelenir ve Promethe’yi cezâlandırır; onu Kafkas dağlarına sürgüne gönderir. Buraya demir çivilerle çivilenen Promethe’ye yardım edebilecek hiç kimse de yoktur. Kızgın güneş altında Promethe kavrulur ve büyük işkenceler çeker. Zeus oldukça iri bir kartala da Promethe’nin karaciğerini kemirmesini ve ona daha büyük işkenceler çektirmesini emreder. Promethe’nin karaciğeri gündüzleri bu kartal tarafından kemirilirken geceleri de eski büyüklüğüne ulaşır; böylelikle çektiği işkencenin devâmı sağlanır. Bin sene kadar bu işkence devâm eder ve sonunda Zeus, Promethe’yi affederek Olimpos’a dönmesine izin verir.
Öte yandan Epimithes ve tüm insanlık da Zeus’un öfkesinden payını alır: Zeus oğlu İfestos’a bir kadın yapmasını buyurur ve Athene’ye de bu kadını güzelliklerle donatmasını emreder. Kadının adını da Pandora koyar ve bir çeyiz sandığıyla birlikte onu dünyâya yollar. Bu sandığın içinde her türlü kötülük mevcuttur ve bu kötülükler aracılığıyla Zeus, Epimithes’i ve tüm insanlığı ebedîyen cezâlandırmak ister. Epimithes karşısında Pandora’yı görür görmez ondan etkilenir ve birlikte olmak ister. Yanında getirdiği çeyiz sandığını açar açmaz da tüm kötülükler dünyâya salınıverir. Ne var ki Zeus bu kutunun içine bir de küçük bir parça umut koymuş ve bu umut sandığın içinden çıkmamış. Böylelikle çeyiz olarak sâdece umut kalmış. Epimithes ve onun çocukları ile tüm insanlık târih boyunca Zeus’tan gelen tüm kötülüklere işte bu bir parça umutla tahammül etmekteymiş. Ancak insanlık zaman içinde bu kötülüklere tahammül etmenin verdiği bir tür üstünlük duygusuyla Zeus’a karşı bir küstahlık girişiminde bulununca Zeus da onları tufânın dalgalarında boğarak öldürmüş.
Yunan mitolojisinde ateş hakkında karşımıza çıkan bu anlatının izlerine Yunan filozoflarında da rastlarız. Bu izler de Yunan mitolojisinin Uzakdoğu mistisizmine veya Zerdüşt dînine uydurulmaya çalışıldığını düşündürüyor. Söz gelişi Herakleitos’un ve Empodokles’in kozmogonyalarında veya Platon ile Aristoteles öğretilerinde karşımıza çıkan ateşle ilgili anlatılarda bunu açık bir biçimde görebiliriz.
Ateşin kökenine ilişkin anlatılara tek tanrılı dinlerde de rastlarız: örneğin Tevrat’ta şöyle bir açıklama var: Rab günlerden bir gün yerin toprağından Âdem’i yaratır ve ona kendi nefesinden üfler. Rab onu Aden bahçesine yerleştirir. Bu bahçede tadı ve görünüşü güzel birçok meyva ağacı vardır. Bahçenin ortasında da bilgi ağacı. Bu ağacın meyvalarından yiyenler iyilik ile kötülüğü bilen; böylelikle gözleri açılan kimseler olup çıkarmış. Rap, Âdem’e her ağacın meyvasından yiyebileceğini; fakat bu ağacın meyvasından yememesi gerektiğini, yiyecek olursa ölüm cezâsıyla cezâlandırılacağını söylemiş.
Âdem’in yalnız yaşamasını iyi bulmayan Rab ona yardımcı olsun diye Havvâ’yı yaratmış. Havvâ da günlerden bir gün bir yılanın söylediklerine kanarak ve Âdem’i de kışkırtarak birlikte bilgi ağacının meyvasından yemişler. Bunun üzerine birden bire gözleri açılmış ve çıplak olduklarını anlamışlar. Birbirlerinden utanarak incir yapraklarıyla örtünmeye başlamışlar. Rab, Âdem’e seslendiğinde Âdem utancından gizlenmiş. Bunun üzerine Rab, Âdem’in bilgi ağacının meyvasından yediğini anlamış ve Âdem kendisini Havvâ’nın kışkırttığını söylediğinde Rab ona yaptığının hesâbını sormuş, Havvâ da yılanın oyununa geldiğini söylemiş. Bunun üzerinde Rab yılanı ve tüm nesillerini karnı üzerinde sürünmekle ve toprak yemekle cezâlandırmış. Havvâ’yı ve tüm nesillerini de çocuk doğururken çok büyük bir sancı çekmelerini sağlayarak cezâlandırmış. Âdem’e de toprağı lânetlediği için topraktan yeme cezâsı vermiş. Rab, Âdem’in bir de hayat ağacının meyvasından yiyerek ölümsüz olmasına fırsat vermemek için onu Aden bahçesinden kovmuş. Hayat ağacına giden yolu korumak için de Aden bahçesinin girişini alevlerle koruma altına almış. Daha sonra Havvâ’yı da Âdem’in yanına yollamış. Böylelikle Âdem ile Havvâ’nın sürgün hayâtı başlamış. Âdem ile Havvâ yiyeceklerini pişiremeden yiyor ve geceleri de yırtıcı hayvanların saldırılarından çok korkuyormuş. Bunun üzerine Rab onlara acıyarak ateşi göndermiş. (Tekvin 2-3)
Görüldüğü gibi ateşin keşfi hakkında Yunan mitolojisi ve ilk tek tanrılı din olan Musevîlik bu açıklamaları yapmakta. Öte yandan bâzı antropologlara ve araştırıcılara bakılırsa ateş ilk defâ Kenya’da tâ M.Ö. 1.500.000’lerde kullanıldı. Ancak bu iddiâyı destekleyebilecek yeterli bir bulgu da ortaya koyamadılar. Ne var ki ateşin ilk defâ M.Ö. 500.000’lerde Pekin insanı tarafından kullanıldığını gösteren birçok bulgu mevcut. Pekin insanının kullandığı ateşin kaynağının da bu bölgeye düşen bir yıldırımın yol açtığı bir yangın olduğu sanılmakta. Yaygın kabûl şudur ki bu yangın sonucu oluşan ateş odun parçalarıyla taşınarak mağaralara getirildi ve Pekin insanı henüz yapay yollarla kıvılcım elde edip ondan da ateş yakmayı bilmediği için bu ateşi mağaralarda sürekli canlı tutmaya çalıştı. İmdi bu mağaralarda bulunan metrelerce uzunlukta ve genişlikteki kül kalıntıları buna yoruluyor.
M.Ö. 7000’lere gelindiğinde ise insanoğlu kuru dalları birbirine sürterek, bir dal parçasını kuru bir odun parçası üzerinde döndürerek; yâni ateş delgileri kullanarak, demir piritleri taşlara veya çakmaktaşına sürterek, ateş pistonu kullanarak, önce sarmaşık dallarını ağaç dallarına sürterek kıvılcım oluşturmayı sonra da bu kıvılcımların üzerine yanıcı maddeler dökerek ateş yakmayı başardı. İmdi bunlar doğal yollarla sağlanan ateşin sürekli canlı tutulması zorunluluğunu da ortadan kaldırıyor, artık ateşi elde etmek kolaylaşıyordu. Böylelikle insanoğlu ateşi sürekli canlı tutmak için harcadığı enerjiyi ateşten başka hangi alanlarda yararlanılabileceğini araştırmada harcadı: erken dönemlerde yemek pişirmek, et ve balıkları dumana tutarak bozulmadan saklamayı başarmak, mağaraları aydınlatmak ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için kullanılan ateş daha sonraları savaşlarda düşmanı geri püskürtmek, botanik ormanlarda gereksiz çalı çırpıyı yok ederek buraları tarıma elverişli bir alan hâline getirmek ve en çok da zaman içinde gelişen dînî törenlerde kullanılmaya başlandı:
Bu dönemlerde insanlar artık salt doğa karşısında değil; aynı zamanda da birbirleriyle savaşa başlamıştı ve savaşlarda ateş düşmanı istenilen yöne doğru püskürtmede vazgeçilemez bir unsur hâline gelmişti. Savaşlar aynı zamanda da kavimlerin kendi aralarındaki bağları güçlendirici bir unsur oluyor, bu yolla da birlikte yaşam kutsanıyordu. Yerleşik hayâta geçen kavimler tarım faaliyetleri için elverişli topraklar ararken de botanik ormanlarda çalı çırpıları yakarak sonra da onların küllerini bir tür gübre olarak kullandı. Böylelikle yiyecek çeşitlerini arttırdılar ve giderek daha kuvvetli bir beden yapısına sâhip oldular. Değişen bu beden yapısı kimi kavimlerde diğer kavimlerden daha güçlü oldukları hissini yarattı ve onlara rahatlıkla saldırabilecekleri inancını doğurdu. Böylelikle diğer kavimlerin ellerindeki yiyecekler, mâdenler ve av silâhları alınabilecek, bu yolla kendi insanlarının daha iyi bir yaşam sürdürmesi sağlanabilecekti. İmdi neolitik çağda kavimler arasındaki savaşlar giderek çoğaldı ve gelecek endişesi hem nitelik hem de nicelik bakımından arttı. Bu endişe erken dönemlerde salt ateşin korunması ve yârına aktarılabilmesine ilişkindi, neolitik çağda ise işler değişti ve gelecek endişesi aynı zamanda da birtakım dînî inançların doğmasını ve gelişmesini ve günlük hayat içinde daha fazla yer işgâl etmesini sağladı.
İnsanoğlunun gelecek endişesi birtakım kimselerin geleceği belirleyebilecek tanrısal bir güce sâhip olduğunu düşündürtmeye başladı. Bu kimselerin tanrılarla özel bir iletişim kurduğuna inanılıyor ve onların yönetiminde düzenlenecek olan âyinlerde tanrılara yapılacak yakarışlar sâyesinde geleceğin güven altına alınacağı sanılıyordu. İmdi bu kimseler de tanrılarla ateş aracılığıyla iletişim kurmaya çalıştı; çünkü ateş ancak tanrısal bir kökene sâhip olmalıydı. Böylelikle ateşe artık mistik bir anlam yüklenmeye başlandı. Örneğin Doğuda başta Zerdüştler olmak üzere birçok kavim zaman içinde geliştirdikleri dînî törenlerde ateşe çok büyük bir yer verdi. Zerdüştler ateşin tanrısal bir kökeni olduğuna inanıyor; onu tanrıların bir hediyesi olarak görüyordu. Ateşin tanrısal bir kökeni olduğu inancı Zerdüştlerde ateşe çok büyük bir hürmet gösterme zorunluluğu doğurdu ve Zerdüşt râhiplerin de etkisiyle ateş daha sonraları bir tanrı hâline getirildi. Artık nerede olursa olsun ateş suyla söndürülmemeye ve yakınlarındaki yerlerde küfürlü sözler sarf edilmemeye başlandı; ateş tanrısı tarafından cezâlandırılmaktan sakındılar.
Ateş tanrısı inancının Sibiryalı kavimlere de bâzı savaşlarda esir düşen birtakım Zerdüşt râhipler aracılığıyla geçtiği sanılmakta. Buna benzer inançlara ilk Brahman kavimlerde de rastlarız: Brahmanlar da kendileri ile tanrılar arasındaki iletişimi sağlamak ve tanrıların buyruklarını anlamak için ateşi kullanıyordu. Öte yandan Eski Türklerde de ateşten ilk önceleri doğal gereksinmeleri karşılamak için yararlanıldığı, sonraları ise ateşin dînî törenlerde aslî bir unsur olarak kullanıldığını görüyoruz. Şaman inançlarının hâkim olduğu bu dönemlerde Eski Türkler ateşi tanrısal bir güç olarak gördü; ateşin doğası onun dünyevî bir kökene sâhip olduğunu düşünmeye imkân veremezdi; imdi ateş ancak tanrıların verdiği bir hediye olabilirdi. Zaman içinde de şaman râhipler ateşin tanrıların bir hediyesi olduğu inancını ateşin kendisinin bir tanrı olduğu inancına dönüştürdü ve ateşi kendisinden medet umulan, kötü ruhları kovan bir tanrı hâline getirdiler. Ateş tanrısı inancı en çok da Göktürkler tarafından benimsendi. Söz gelişi Göktürk hükümdarları kendilerine yollanan elçileri iki tarafı ateşle çevrili koridorlardan geçirerek huzurlarına alıyor, bu yolla elçilerin yanlarında getirebilecekleri kötü ruhların ateş tanrısı tarafından etkisiz hâle getirileceğine inanıyorlardı. Göktürk hükümdarları şaman râhiplerinden de ateşi kullanarak bir dizi kehânette bulunmalarını istiyor, pek çok önemli kararlarını bu kehânetler eşliğinde alıyordu. Söz gelişi savaş kararları bu cümleden. Şaman râhiplerinin hükümdarlar üzerindeki bu etkisi onlara halk arasında da îtîbâr artışı sağladı ve zamanla toplumsal yaşam ve ilişkilerde oldukça etkin bir konuma yükseldiler. Söz gelişi evlilik ve cenâze törenlerinde halkı ateşle kutsamaya başladılar, hastaları ateşle iyileştirmeye çalıştılar, yeni doğan çocukları da kötü ruhlardan ateşle korumaya başladılar.
İmdi ateş ilk önceleri doğal gereksinmeleri karşılamada, sonraları da dînî törenlerde ve toplumsal yaşam ve ilişkilerde kullanılmaya başlanmış. Buna da en temelde insanoğlunun gelecek endişesi yol açmış. Öte yandan bu endişe aynı zamanda da insanlar arasında birtakım ortak bağların gelişmesini sağlamış.