MEŞE AĞACI VE ÇOBAN
Sonbaharın son günleri olmasına rağmen hava o gün çok güzelmiş. Güneşin ışıkları soğuk havayı biraz olsun yumuşatıyormuş. Belki iklim koşullarının düzensizliğinden, etrafta ne bir hayvan ne de bir ağaç varmış. Yerlerde birkaç sararmış ot dışında hiçbir canlı kalmamış. Otun bulunmadığı yerlerde toprak da yok olmuş ve kayalar ortaya çıkmış. Bu nedenle bütün canlılar birer birer bozkırı terk ediyorlarmış.
Bozkırın sessizliğini artık yalnızca bir çoban ve sürüsü bozuyormuş. Tabii, çobanın ardındaki beş keçiye sürü denilirse. Oysa on yıl önce çobanın köyünde her biri en az yüz keçiden oluşan tam dokuz tane sürü varmış. Otlar azaldıkça sürülerdeki keçi sayısı da azalmış. Sonunda köyde çobanın sürüsündeki beş keçiden başka keçi kalmamış.
Keçileri kalmadığı için süt, peynir, yün üretmeyen köylüler geçinemez olmuşlar. Çoğu evlerini bırakıp kente göçmüşler. Köyde kalanlarsa hayatlarını kentteki yakınlarının yolladığı çok az para ile zar zor sürdürmekteymişler.
Köyün yakınlarında bir tek ağaç varmış. Bu yaşlı bir meşe ağacıymış. Çoban, her öğlen sürüsünü bu yaşlı meşe ağacının altında toplarmış. Bu öğlen de yine öyle yapmış. Çıkınını açarak yemeğini yemiş. Karnını doyurunca meşe ağacının altı, çobana pek atatlı gelmiş. Gözlerini kapatmış ve derin bir uykuya dalmış.
Çoban uykusunda aniden irkilmiş. Çünkü rüyasında tok sesli birisi kendisine seslenmekteymiş: "Hemşerim, hey sana diyorum. Beni dinle." Çoban şaşırıp, çevresine bakınmış. Ama çevresinde yaşlı meşe ağacından başka kimse yokmuş. Meşe Ağacı, "Hemşerim" demiş, "Şaşkın şaşkın bakınma. Konuşan benim. Ben, Meşe Ağacı. Sana söyleyeceklerim var." Çoban, Meşe Ağacı'nın konuşmasından korkmuş. "Konuşmak için bula bula beni mi buldun? Sen bir ağaçsın, nasıl konuşabiliyorsun?" diye sormuş. Meşe Ağacı: "Korkma sana söyleyeceklerim var. Beni dinlemeni istiyorum."
Çoban, "Peki anlat. Seni dinliyorum." "Ben senden, babandan ve dedenden bile daha yaşlıyım. Belki iki yüz yaşındayım. Büyüklerimin anlattıklarına göre, beni insanoğlu dikmemiş. Toprağa düşen bir palamuttan kendiliğinden filizlenmişim. Fidanlık dönemim çok mutlu geçti. O zamanlar sizin köyünüz yoktu. Her tarafta yüzlerce çeşitten, milyonlarca ağaç vardı. Birbirimizle kavga etmeden mutlu bir şekilde yaşıyorduk. Her tarafta bin bir çeşit çiçek açar, çevremizde geyikler, ceylanlar, dallarımızda sincaplar koşardı.
Dallarımızda rengarenk kuşlar yuva yapar ve cıvıldaşırdı. Ara sıra insanoğlu gelip dallarımızı kesip yakardı ama, yaralarımızı çabucak kapatır, tekrar eski neşemize kavuşurduk."
Çoban "Peki, sonra ne oldu?" diye sorunca Yaşlı meşe anlatmaya devam etmiş: "Gün geçtikçe insan sayısı arttı. Her geçen gün bir önceki günü arattı. Kimi odun elde etmek, kimi tarla açmak, kimileri de orman ürünlerinin üretimini artırmak için bizleri kestiler, yaktılar. Acımadan bütün ailemi katlettiler. Milyonlarca ağaçtan bugüne bir tek ben kaldım. Ben de her yıl yanıma yaklaşan insanları görünce korkudan zangır zangır titriyordum.
Insanlara yaptıklarının yanlışlığını anlatmak istiyordum. Ama bir türlü anlatamıyordum. Fark ederse beni de keserler diye sessizce duruyordum."
Meşe'yi dikkatle dinleyen çoban, "Peki şimdi neden benimle konuşuyorsun?" diye sormuş. Meşe, "Ben artık yaşlandım. Yakında biriniz kesmese de öleceğim. Bunun için artık beni kesmenizden korkmuyorum. Ama sizin için çok üzülüyorum. Artık uyanın. Anadolu, toprak erozyonu ile vatanlıktan çıkıp taş yığınına dönüyor. Her gün 150.000 kamyon dolusu toprak bir daha geri dönmemek üzere denizlerin tuzlu sularına gömülüyor. Bunu engellemezseniz hepiniz aç ve açıkta kalacaksınız. Ben yalnızca sizi düşünüyorum" demiş.
"Bu yaşlı ve yorgun halimle bile her yıl on binlerce palamut üretiyorum. Bu palamutlarla sizin köyün arazisinin otuz katı arazide ağaç yetişebilir. Ama palamutlarımın çoğu açıkta kalıp, çürüyor çimlenenleri de senin keçilerin yiyor. Köklerimle yere bağlı olmasam keçilerini kendim uzaklaştırırdım. Hem o zaman sizlerden yardım beklemeden Anadolu'nun bütün dağlarını, ovalarını, yaylarını dolaşır, palamutlarımı toprağa kendim gömerdim. Böylece bütün Anadolu'yu yeşertirdim. Ama ne yazık ki toprağa bağlıyım."
"Siz insanoğulları ne kendinizi, ne bizleri, ne de ortak vatanımız Anadolu'yu düşünüyorsunuz. Bizleri kesseniz de, yaksanız da biz yine sizlerin en yakın dostlarınızız. Sizler bizlere çok kötülük yaptınız, ama biz size hiç kötülük yapmadık. Artık siz de şunu anlayın. Bizler yok olursak çıkacak seller, kuraklıklar, çığlar daha nice felaketler gelir başınıza. Fakirleşip hastalık ve açlıktan ölmekten kurtulamazsınız.
Çoban, "Ben sel istemiyorum. Çığ da, istemiyorum. Fakirleşmek de istemiyorum. Ama cahil bir çoban olarak ben ne yapabilirim?" demiş. Yaşlı Meşe, "Git bütün Anadolu'yu köy köy, şehir şehir dolaş. Sana anlattıklarımı herkese anlat. Önce kendi köyünden işe başla. Tüm insanlar çalışsın. Ormanları kesenlere engel olsunlar. Dağlara, ovalara, yaylalara hem benim palamutlarımı hem de diğer ağaçların tohumlarını diksinler. Sürekli ağaç diker ve dikilenleri korursanız on yıl içinde Anadolu yeşerir. Çölleşen topraklar önceki neşesine kavuşur. Kuşlar yine neşe ile cıvıldar, geyikler coşku ile koşar. Sular bollaşır, nehirlerden çamur akmaz. Dediğimi yapacak mısın?" demiş.
"Evet, yapacağım." diye yanıtlamış çoban.
Uyuyan çobanın yüzündeki gerginlik yerini mutlu bir gülümsemeye bırakmış. Alnından akan ter damlacıklarının yerini ise sevinçten süzülen göz yaşları almış. Uyandığında ulu meşe ağacına saygı ve sevgi ile uzun uzun bakmış. Sonra keçilerinin yeni filizlenmiş yavru meşeleri yediğini görmüş. Hemen keçilerini küçük meşelerden uzaklaştırarak köye dönmüş.
Ertesi gün önce köylülerini meydana toplamış. Bütün Köylülere meşe ağacından öğrendiklerini anlatmış. Hep birlikte yaşlı meşenin yanına gitmişler. O gün yüzlerce palamutu toprağa dikmişler. Çoban, köylülerinden ağaç dikmeye devam edecekleri sözünü aldıktan sonra köyden ayrılmış.
Görenlerin söylediklerine göre çoban köy köy, şehir şehir bütün Türkiye'yi dolaşıyor, topladığı palamutlardan birini bile ziyan etmeden hepsini dağlara dikiyormuş. Gördüğü rüyayı da herkese anlatıyormuş. Daha şimdiden on binlerce meşe ağacı yetiştirmiş. Ama çobanın henüz gidemediği bir sürü köy olduğunu ben biliyorum. O köylere de bizim gidip ağaç dikmemiz gerekiyor. Bunu için de meşe palamudunun nasıl ekileceğini bilmeliyiz. Meşe palamudu için en uygun ekim zamanı kasım ayının sonu ve aralık ayıdır. Bu aylarda toprağa doğrudan ekim yapılabilir. Baharda ekilmek isteniyor ise, palamutlar hafif nemli kum içerisinde saklanır ve bahar geldiğinde toprağa ekilir. Ekim için, toprağa palamut büyüklüğünün iki ya da üç katı derinliğinde bir çukur açılır. Bu çukura ocak denir. Her ocağa üç adet palamut aralıklı olarak konur ve sonra ocağın üzeri toprak ile örtülür.
Ağaç dikmek için Anadolu'nun dağlarına, ovalarına, yaylalarına gittiğinizde elinde kazmasıyla palamut diken birisini görürseniz durun ve kim olduğunu sorun. Kim bilir belki çobanla karşılaşmışsınızdır. O zaman o güzel rüyayı çobanın kendi ağzından dinleyebilirsiniz.
Sonbaharın son günleri olmasına rağmen hava o gün çok güzelmiş. Güneşin ışıkları soğuk havayı biraz olsun yumuşatıyormuş. Belki iklim koşullarının düzensizliğinden, etrafta ne bir hayvan ne de bir ağaç varmış. Yerlerde birkaç sararmış ot dışında hiçbir canlı kalmamış. Otun bulunmadığı yerlerde toprak da yok olmuş ve kayalar ortaya çıkmış. Bu nedenle bütün canlılar birer birer bozkırı terk ediyorlarmış.
Bozkırın sessizliğini artık yalnızca bir çoban ve sürüsü bozuyormuş. Tabii, çobanın ardındaki beş keçiye sürü denilirse. Oysa on yıl önce çobanın köyünde her biri en az yüz keçiden oluşan tam dokuz tane sürü varmış. Otlar azaldıkça sürülerdeki keçi sayısı da azalmış. Sonunda köyde çobanın sürüsündeki beş keçiden başka keçi kalmamış.
Keçileri kalmadığı için süt, peynir, yün üretmeyen köylüler geçinemez olmuşlar. Çoğu evlerini bırakıp kente göçmüşler. Köyde kalanlarsa hayatlarını kentteki yakınlarının yolladığı çok az para ile zar zor sürdürmekteymişler.
Köyün yakınlarında bir tek ağaç varmış. Bu yaşlı bir meşe ağacıymış. Çoban, her öğlen sürüsünü bu yaşlı meşe ağacının altında toplarmış. Bu öğlen de yine öyle yapmış. Çıkınını açarak yemeğini yemiş. Karnını doyurunca meşe ağacının altı, çobana pek atatlı gelmiş. Gözlerini kapatmış ve derin bir uykuya dalmış.
Çoban uykusunda aniden irkilmiş. Çünkü rüyasında tok sesli birisi kendisine seslenmekteymiş: "Hemşerim, hey sana diyorum. Beni dinle." Çoban şaşırıp, çevresine bakınmış. Ama çevresinde yaşlı meşe ağacından başka kimse yokmuş. Meşe Ağacı, "Hemşerim" demiş, "Şaşkın şaşkın bakınma. Konuşan benim. Ben, Meşe Ağacı. Sana söyleyeceklerim var." Çoban, Meşe Ağacı'nın konuşmasından korkmuş. "Konuşmak için bula bula beni mi buldun? Sen bir ağaçsın, nasıl konuşabiliyorsun?" diye sormuş. Meşe Ağacı: "Korkma sana söyleyeceklerim var. Beni dinlemeni istiyorum."
Çoban, "Peki anlat. Seni dinliyorum." "Ben senden, babandan ve dedenden bile daha yaşlıyım. Belki iki yüz yaşındayım. Büyüklerimin anlattıklarına göre, beni insanoğlu dikmemiş. Toprağa düşen bir palamuttan kendiliğinden filizlenmişim. Fidanlık dönemim çok mutlu geçti. O zamanlar sizin köyünüz yoktu. Her tarafta yüzlerce çeşitten, milyonlarca ağaç vardı. Birbirimizle kavga etmeden mutlu bir şekilde yaşıyorduk. Her tarafta bin bir çeşit çiçek açar, çevremizde geyikler, ceylanlar, dallarımızda sincaplar koşardı.
Dallarımızda rengarenk kuşlar yuva yapar ve cıvıldaşırdı. Ara sıra insanoğlu gelip dallarımızı kesip yakardı ama, yaralarımızı çabucak kapatır, tekrar eski neşemize kavuşurduk."
Çoban "Peki, sonra ne oldu?" diye sorunca Yaşlı meşe anlatmaya devam etmiş: "Gün geçtikçe insan sayısı arttı. Her geçen gün bir önceki günü arattı. Kimi odun elde etmek, kimi tarla açmak, kimileri de orman ürünlerinin üretimini artırmak için bizleri kestiler, yaktılar. Acımadan bütün ailemi katlettiler. Milyonlarca ağaçtan bugüne bir tek ben kaldım. Ben de her yıl yanıma yaklaşan insanları görünce korkudan zangır zangır titriyordum.
Insanlara yaptıklarının yanlışlığını anlatmak istiyordum. Ama bir türlü anlatamıyordum. Fark ederse beni de keserler diye sessizce duruyordum."
Meşe'yi dikkatle dinleyen çoban, "Peki şimdi neden benimle konuşuyorsun?" diye sormuş. Meşe, "Ben artık yaşlandım. Yakında biriniz kesmese de öleceğim. Bunun için artık beni kesmenizden korkmuyorum. Ama sizin için çok üzülüyorum. Artık uyanın. Anadolu, toprak erozyonu ile vatanlıktan çıkıp taş yığınına dönüyor. Her gün 150.000 kamyon dolusu toprak bir daha geri dönmemek üzere denizlerin tuzlu sularına gömülüyor. Bunu engellemezseniz hepiniz aç ve açıkta kalacaksınız. Ben yalnızca sizi düşünüyorum" demiş.
"Bu yaşlı ve yorgun halimle bile her yıl on binlerce palamut üretiyorum. Bu palamutlarla sizin köyün arazisinin otuz katı arazide ağaç yetişebilir. Ama palamutlarımın çoğu açıkta kalıp, çürüyor çimlenenleri de senin keçilerin yiyor. Köklerimle yere bağlı olmasam keçilerini kendim uzaklaştırırdım. Hem o zaman sizlerden yardım beklemeden Anadolu'nun bütün dağlarını, ovalarını, yaylarını dolaşır, palamutlarımı toprağa kendim gömerdim. Böylece bütün Anadolu'yu yeşertirdim. Ama ne yazık ki toprağa bağlıyım."
"Siz insanoğulları ne kendinizi, ne bizleri, ne de ortak vatanımız Anadolu'yu düşünüyorsunuz. Bizleri kesseniz de, yaksanız da biz yine sizlerin en yakın dostlarınızız. Sizler bizlere çok kötülük yaptınız, ama biz size hiç kötülük yapmadık. Artık siz de şunu anlayın. Bizler yok olursak çıkacak seller, kuraklıklar, çığlar daha nice felaketler gelir başınıza. Fakirleşip hastalık ve açlıktan ölmekten kurtulamazsınız.
Çoban, "Ben sel istemiyorum. Çığ da, istemiyorum. Fakirleşmek de istemiyorum. Ama cahil bir çoban olarak ben ne yapabilirim?" demiş. Yaşlı Meşe, "Git bütün Anadolu'yu köy köy, şehir şehir dolaş. Sana anlattıklarımı herkese anlat. Önce kendi köyünden işe başla. Tüm insanlar çalışsın. Ormanları kesenlere engel olsunlar. Dağlara, ovalara, yaylalara hem benim palamutlarımı hem de diğer ağaçların tohumlarını diksinler. Sürekli ağaç diker ve dikilenleri korursanız on yıl içinde Anadolu yeşerir. Çölleşen topraklar önceki neşesine kavuşur. Kuşlar yine neşe ile cıvıldar, geyikler coşku ile koşar. Sular bollaşır, nehirlerden çamur akmaz. Dediğimi yapacak mısın?" demiş.
"Evet, yapacağım." diye yanıtlamış çoban.
Uyuyan çobanın yüzündeki gerginlik yerini mutlu bir gülümsemeye bırakmış. Alnından akan ter damlacıklarının yerini ise sevinçten süzülen göz yaşları almış. Uyandığında ulu meşe ağacına saygı ve sevgi ile uzun uzun bakmış. Sonra keçilerinin yeni filizlenmiş yavru meşeleri yediğini görmüş. Hemen keçilerini küçük meşelerden uzaklaştırarak köye dönmüş.
Ertesi gün önce köylülerini meydana toplamış. Bütün Köylülere meşe ağacından öğrendiklerini anlatmış. Hep birlikte yaşlı meşenin yanına gitmişler. O gün yüzlerce palamutu toprağa dikmişler. Çoban, köylülerinden ağaç dikmeye devam edecekleri sözünü aldıktan sonra köyden ayrılmış.
Görenlerin söylediklerine göre çoban köy köy, şehir şehir bütün Türkiye'yi dolaşıyor, topladığı palamutlardan birini bile ziyan etmeden hepsini dağlara dikiyormuş. Gördüğü rüyayı da herkese anlatıyormuş. Daha şimdiden on binlerce meşe ağacı yetiştirmiş. Ama çobanın henüz gidemediği bir sürü köy olduğunu ben biliyorum. O köylere de bizim gidip ağaç dikmemiz gerekiyor. Bunu için de meşe palamudunun nasıl ekileceğini bilmeliyiz. Meşe palamudu için en uygun ekim zamanı kasım ayının sonu ve aralık ayıdır. Bu aylarda toprağa doğrudan ekim yapılabilir. Baharda ekilmek isteniyor ise, palamutlar hafif nemli kum içerisinde saklanır ve bahar geldiğinde toprağa ekilir. Ekim için, toprağa palamut büyüklüğünün iki ya da üç katı derinliğinde bir çukur açılır. Bu çukura ocak denir. Her ocağa üç adet palamut aralıklı olarak konur ve sonra ocağın üzeri toprak ile örtülür.
Ağaç dikmek için Anadolu'nun dağlarına, ovalarına, yaylalarına gittiğinizde elinde kazmasıyla palamut diken birisini görürseniz durun ve kim olduğunu sorun. Kim bilir belki çobanla karşılaşmışsınızdır. O zaman o güzel rüyayı çobanın kendi ağzından dinleyebilirsiniz.