Mimarlıkta Malzeme Kullanımı ve Estetik
Cumhuriyet Türkiye'sinde pek çok meslek dalında olduğu gibi mimarlıkta da modern bakış açısı ve eğitim hala oturmuş değildir. Diplomalarını eline alan teknik bölüm mezunu genç insanları iş alanında nelerin beklediği her zaman şikayet konusu olmuştur.
Ülkenin özgün koşulları mimarlıktan beklenen özellikle estetik konusunda çok karmaşık beklentileri ve sonuçları ortaya çıkarmaktadır. Toplumun moderniteyi yaşayamaması yada moderniteyi akademi'nin anladığı anlamda algılamaması, elbetteki Cumhuriyet Türkiye'sinin ve proto-cumhuriyet döneminin en belirgin sosyal duruş problemi olagelmiştir. Üstüne üstlük etkileşime fazla açık Türk Toplumu'nda modernite sonrası tasavvurları da girmiştir (post-modernizm vs.).
Modernite en başta toplumun entelektüel gelişmesini yönlendirmekle yükümlü aydınlar tarafından doğal gelişim (özellikle sanayi toplumu yolunda) sürecini hiçe sayan bir ikame sorunsalı olarak algılanmış, toplumsal dinamikler hiçe sayılmış yada paradigmalara kurban edilmiştir. Bu anlamda sembolik olarak akademi olarak adlandırdığımız topluma bilimsel ve örgün eğitim hizmeti veren üniversitelerin ve üniversiter yapının tümü cumhuriyet tarihinin yarısına yakın bir dönemde mimarlık dahil pek çok bilim dalında, toplumun ve ülkenin bu azgelişmişliğinden (bu azgelişmişliğe eşitsiz ve dengesiz sanayi dağılımını da katmak gerekir) bağımsız hareket etmeye çalışmış, estetik öngörüsünde de bir ölçüde bunu başarmıştır. Ancak özellikle 70'li yıllarla başlayan sermaye kesiminin yani burjuva sınıfının derinleşen sorunları ve buna koşut toplumsal vakalar, devletin sürekli ve yeniden gerici bir yapılanmasına ve organizasyonuna yol açmıştır. Bu koşullar sonucunda mimarlık hizmetlerinin tüm alanlarında, tarihte misli görülmemiş bir tekelleşme ve kaliteyi geri plana iten, -tabiri caizse- aşiret ruhu' ortaya çıkmıştır. Kültürel olarak sürekli dumura uğramış halk kesimlerinin ise mimarlıktan beklentileri yalnızca ve yalnızca maddi yönde cisimleşmiş hatta pek geniş bir tabakanın böyle bir meslekten dahi haberinin olmaması sürekliliğini pekiştirmiştir. Burjuva sınıfının hemen hemen tüm kesimlerinin inşaat' sektörünü sürekli olarak bir rant kaynağı olarak benimsemesi ve müdahil olması sonucunda, 90'lara kadar gerek mimarların katılımıyla gerekse de onlar olmaksızın gerçekleştirilen mimari ürünlerde çiğ bir malzeme kullanımıyla ihtiyaçlardan ziyade piyasa koşullarının sermaye birikimine hizmet edilmiştir. 80'li ve 90'lı yıllar boyunca denilebilir ki malzeme mimariyi biçimlendirmiş, belli periyotlarda belirli malzemelerin furyası başlamıştır.
Mimar bu tantananın neresindeydi?
Elbetteki içindeydi ve maddi koşullar sebebiyle projeleri yalnızca ve yalnızca bir ruhsat' olarak algılama yerleşik hale gelmiştir. Malzeme ise betonarmenin baskınlığında onla uyumlu uyumsuz diğer malzemelerden ibaret kalmıştır. Son yıllarda malzemelerin çeşitliliğinin ve dağılımının artması yavaş da olsa binalarda kullanılmaya başlanmıştır.
Aslında en büyük sorun mimaride -çelişik görünse de- mimarın rolüdür. Çünkü estetik katkı en başta onun biçimlendireceği bir şeydir. Çünkü doğadan alınan yada sentetik olan tüm malzemeleri estetik bir biçime sokmak, bir dil oluşturmak mümkündür. Bunun en bariz örneği son yıllarda inşa edilen Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsü binasıdır. Özellikle 70'li ve 80'li yıllarda anonim olarak bolca kullanılan briket malzeme, fazlaca bir cephe hareketi olmadan başarıyla kullanılmış ve sade, açıklıksız ancak rahatsız etmeyen bir cephe oluşturulmuştur.
Mimari uygulamalar içinde özel bir yeri olan dekorasyon ve restorasyon uygulamalarında ise yakın zamanlara kadar malzeme konusunda bolca bir istismar olmuş, günümüze doğru ise dekorasyonda özellikle prestij binalarında malzeme seçimi ve uyumu konusunda gözle görülür bir iyileşme olduğu tespit edilebilir.
Sonuç olarak tüm mimari uygulamalara mimarların etüt anlamında daha fazla katıldığı ve etkin olduğu ve de toplumun modernitenin gereği olan profesyonelliği sahiplerine iade ettiği bir ortamda hem mekanda hem de çevrede daha uyumlu ve estetik duruşlar oluşacaktır.
Cumhuriyet Türkiye'sinde pek çok meslek dalında olduğu gibi mimarlıkta da modern bakış açısı ve eğitim hala oturmuş değildir. Diplomalarını eline alan teknik bölüm mezunu genç insanları iş alanında nelerin beklediği her zaman şikayet konusu olmuştur.
Ülkenin özgün koşulları mimarlıktan beklenen özellikle estetik konusunda çok karmaşık beklentileri ve sonuçları ortaya çıkarmaktadır. Toplumun moderniteyi yaşayamaması yada moderniteyi akademi'nin anladığı anlamda algılamaması, elbetteki Cumhuriyet Türkiye'sinin ve proto-cumhuriyet döneminin en belirgin sosyal duruş problemi olagelmiştir. Üstüne üstlük etkileşime fazla açık Türk Toplumu'nda modernite sonrası tasavvurları da girmiştir (post-modernizm vs.).
Modernite en başta toplumun entelektüel gelişmesini yönlendirmekle yükümlü aydınlar tarafından doğal gelişim (özellikle sanayi toplumu yolunda) sürecini hiçe sayan bir ikame sorunsalı olarak algılanmış, toplumsal dinamikler hiçe sayılmış yada paradigmalara kurban edilmiştir. Bu anlamda sembolik olarak akademi olarak adlandırdığımız topluma bilimsel ve örgün eğitim hizmeti veren üniversitelerin ve üniversiter yapının tümü cumhuriyet tarihinin yarısına yakın bir dönemde mimarlık dahil pek çok bilim dalında, toplumun ve ülkenin bu azgelişmişliğinden (bu azgelişmişliğe eşitsiz ve dengesiz sanayi dağılımını da katmak gerekir) bağımsız hareket etmeye çalışmış, estetik öngörüsünde de bir ölçüde bunu başarmıştır. Ancak özellikle 70'li yıllarla başlayan sermaye kesiminin yani burjuva sınıfının derinleşen sorunları ve buna koşut toplumsal vakalar, devletin sürekli ve yeniden gerici bir yapılanmasına ve organizasyonuna yol açmıştır. Bu koşullar sonucunda mimarlık hizmetlerinin tüm alanlarında, tarihte misli görülmemiş bir tekelleşme ve kaliteyi geri plana iten, -tabiri caizse- aşiret ruhu' ortaya çıkmıştır. Kültürel olarak sürekli dumura uğramış halk kesimlerinin ise mimarlıktan beklentileri yalnızca ve yalnızca maddi yönde cisimleşmiş hatta pek geniş bir tabakanın böyle bir meslekten dahi haberinin olmaması sürekliliğini pekiştirmiştir. Burjuva sınıfının hemen hemen tüm kesimlerinin inşaat' sektörünü sürekli olarak bir rant kaynağı olarak benimsemesi ve müdahil olması sonucunda, 90'lara kadar gerek mimarların katılımıyla gerekse de onlar olmaksızın gerçekleştirilen mimari ürünlerde çiğ bir malzeme kullanımıyla ihtiyaçlardan ziyade piyasa koşullarının sermaye birikimine hizmet edilmiştir. 80'li ve 90'lı yıllar boyunca denilebilir ki malzeme mimariyi biçimlendirmiş, belli periyotlarda belirli malzemelerin furyası başlamıştır.
Mimar bu tantananın neresindeydi?
Elbetteki içindeydi ve maddi koşullar sebebiyle projeleri yalnızca ve yalnızca bir ruhsat' olarak algılama yerleşik hale gelmiştir. Malzeme ise betonarmenin baskınlığında onla uyumlu uyumsuz diğer malzemelerden ibaret kalmıştır. Son yıllarda malzemelerin çeşitliliğinin ve dağılımının artması yavaş da olsa binalarda kullanılmaya başlanmıştır.
Aslında en büyük sorun mimaride -çelişik görünse de- mimarın rolüdür. Çünkü estetik katkı en başta onun biçimlendireceği bir şeydir. Çünkü doğadan alınan yada sentetik olan tüm malzemeleri estetik bir biçime sokmak, bir dil oluşturmak mümkündür. Bunun en bariz örneği son yıllarda inşa edilen Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsü binasıdır. Özellikle 70'li ve 80'li yıllarda anonim olarak bolca kullanılan briket malzeme, fazlaca bir cephe hareketi olmadan başarıyla kullanılmış ve sade, açıklıksız ancak rahatsız etmeyen bir cephe oluşturulmuştur.
Mimari uygulamalar içinde özel bir yeri olan dekorasyon ve restorasyon uygulamalarında ise yakın zamanlara kadar malzeme konusunda bolca bir istismar olmuş, günümüze doğru ise dekorasyonda özellikle prestij binalarında malzeme seçimi ve uyumu konusunda gözle görülür bir iyileşme olduğu tespit edilebilir.
Sonuç olarak tüm mimari uygulamalara mimarların etüt anlamında daha fazla katıldığı ve etkin olduğu ve de toplumun modernitenin gereği olan profesyonelliği sahiplerine iade ettiği bir ortamda hem mekanda hem de çevrede daha uyumlu ve estetik duruşlar oluşacaktır.