Duygular ve Hisler arasındaki fark nedir?
Bunun hakkında ne hissediyorsunuz? Medyadaki söyleşilerde, film senaryolarında ve sohbetlerimizde “Nasıl hissediyorsunuz/hissettiniz?” sorusunu çok sık duyarız. Ama bu soru genelde şu anlama gelir: ‘NE’ hissettiniz? Nasıl hissettiğiniz farklı bir konu. Hepimiz NASIL yazı yazacağımızı, NASIL bulaşık yıkayacağımızı, NASIL araba kullanacağımızı vs. öğreniriz, ancak öyle görünüyor ki, NASIL HİSSEDECEĞİMİZİ çok az kişi öğreniyor! Aslında hiç kimsenin NASIL hissedeceğini, yani bilinçli bir biçimde duygularını seçmeyi öğrenmediğini öne sürebiliriz, çünkü bunu bize kimse öğretmedi! Acaba bunun sebebi, kimse bilmediği için olabilir mi?
Ayrıca bir soru daha var, o da hislerimizin NE olduklarına ve NASIL işlediklerine dairdir. Yani hissettiklerinizi NEDEN hissediyorsunuz? Bu tür sorular sorulduğunda yine çok az kişi, insan olarak hepimizin ortak özelliği olan ‘hissetme’ yeteneğimizin arkasında yatan ne, neden ve nasıl sorularına yanıt verebilir. Duygu dediğimiz şey ise olayları daha da karmaşık hale getirmektedir! ‘Kendimizi duygusal hissettiğimiz’ zaman, bu duygular tam olarak nedir ve onları neden… hissediyoruz?
Çoğumuzun çoğu zaman ‘ne’ hissettiğimizi tam olarak bilmememizin iki sebebi var! Birincisi eğitimimizden, ikincisi bedenimizden kaynaklanmaktadır!
Eğitimimizdeki eksiklik
Resmi eğitimimizde eksik olan malzemeler öz-farkındalık ile öz-anlayıştır. Eğitimimizde ne hissettiğimizi ve neden öyle hissettiğimizi anlamaya odaklanmamıza hiç yer verilmedi. Ayrıca duygu ve hisler arasında da hiç ayırım yapılmadı. Bu da kendi iç dünyamız hakkında pek konuşmadığımız anlamına gelir! Belki bazen heyecan veya üzüntü gibi uç duygular hakkında konuştuk, ancak daha görünür olan, daha süptil ve sık ortaya çıkan hisler hakkında çok az şey söyledik. Bu da, tüm hislerimizin ortaya çıktığı, toplandığı veya tekrarlandığı bilincimizin içinden neler geçtiğini açıklayacak bir dili geliştirmediğimiz anlamına gelir.
Bedenimizin üzerindeki etkiler
Bu da bizi ikinci sebebe götürür. Genellikle bedenimiz üzerinde herhangi bir ‘etki’ oluşturana kadar hislerimizi fark etmeyiz. Bedenimizden değil de bilincimizden kaynaklandıklarını anlamayız. Midemizi etkileyene kadar endişe denen duygusal sarsılmayı fark etmeyiz. Kalbimizin çarpmasına dek korku denilen duygusal sarsılmayı fark etmeyiz. Elimizi yumruk yapana ve yüzümüzün kızarmasına dek öfkemizi fark etmeyiz! Bu duyguları fark ettiğimizde ise onları çoğu zaman ‘fiziksel’ olarak hissederiz. Yani duygularımızın zihnimizde oluştuğunu anlamayız.
Bir Dilin Eksikliğinde
Hissettiğimiz duyguları tam olarak açıklayabilecek bir dil geliştirmediğimizde, ‘ortak bir dil’ geliştiremeyiz. Bu yüzden duyguları anlamaya çalışan sohbetler pek ileri gitmez, uzun sürmez, çoğu zaman da ya tartışmaya ya da can sıkıntısına yol açar! “‘Duygu’ derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?” diye başlamıyoruz konuşmamıza. Ve çoğu zaman da, ‘bununla ilgili ne hissediyorsun’ diye sorduğumuzda, aslında bununla ilgili ne ‘düşünüyorsun’ demek isteriz. Ondan sonra da aklımız karışır, duygular ortaya çıkar ve sonunda da neden bu kadar endişeli hissettiğimizi merak ederiz! Duygu/hisler konusunda kendilerini uzman sayan on farklı yazar okuyun ve büyük olasılıkla on tane birbirinden farklı görüş ve algı karşınıza çıkar. Bunların hepsi NE hissettiğimize dair bir bulanıklığa yol açar ve bu da hissettiğimiz şeyi NEDEN hissettiğimizi görmemizi engeller. Tekrar hislerimizin asıl yaratıcısı olmak ve NASIL hissetmemiz gerektiğini bilip anlamamız için bunun NEDENİNİ görmemiz gerekir!
İçinden Çıkılmaz Durum
Hepimizin çok ‘duygusal’ bir dünyada yaşadığımız apaçıktır. Öyle görünüyor ki, birçok insan çoğu zaman duygusal bir durum içinde yaşamakta ve hissettikleri şeyler de çoğu zaman duygularıdır! Ve onları hissetmedikleri zaman da hissetmek isterler! Bu da, hislerimizin ne olduklarını ve nasıl işledikleri konusundaki anlayışımızı kısıtlar. Neden? Çünkü hislerin NEDENİNİ ve NASILINI anlamak için duygudan özgür olmamız gerekir! Öfkelendiğimizde öfke kaynağımızın içimizde olduğunu göremeyiz! Üzgün ve endişeli olduğumuzda üzüntü ve korkumuzun kaynağının içimizde olduğunu göremeyiz. Bu duygusal durumlarda olduğumuz müddetçe, tam olarak NEDEN kendimizi öfkeli veya üzüntülü veya endişeli yaptığımızı göremeyiz! Sonuç olarak da tam içinden çıkılmaz bir durum oluşur. Bu da, meditasyon pratiğinin neden bu kadar yararlı olduğunun altını çizer, çünkü meditasyonun amacı, ‘özümüzü’ tüm duygusal karmaşalardan arındırarak hislerimize tekrar hakim olmamızı sağlamaktır!
O zaman araştırmamıza duygularımızla başlayalım. Duygular tam olarak nedir ve neden çoğu zaman ‘duygusal’ hissederiz? Başka bir deyişle, bu kadar duygu üretmemizin sebebi nedir? Bir bakın, sizin deneyimleriniz de böyle mi?
Üzüntü Döngüsü
Hepimizin kapana kısıldığı ‘duygusal bir döngü’ vardır. Aşağı yukarı şöyledir. Korku ortaya çıkar, üzüntüye dönüşür, o da öfkeye ve tekrar korkuya. Neden? Tedirginlik, gerginlik, endişe, panik, dehşet gibi korkunun birçok biçimini yaratırız, çünkü (gelecekte) bir şey kaybedeceğimizi hayal ederiz (inanırız). Keder, hayal kırıklığı, moral bozukluğu, hüzün gibi üzüntünün birçok biçimini yaratırız, çünkü (geçmişte) birini veya bir şeyi kaybettiğimize inanırız. Kaybımız için birini veya bir şeyi suçlamak için dışarıya baktığımız an hiddet, hüsran, gücenme ve nefret gibi öfkenin birçok biçimini yaratırız. Bunların hepsinin ortak yönü ‘kayıptır’. Tüm bu duyguları neden yaratıp hissettiğimize dair bize büyük bir ipucu verir! Ve bunun sonucu olarak da neden bu kadar üzüldüğümüzü. Hepsi sadece KAYBETME diye bir şeye inandığımız için!
Kayıp diye bir şeye inandığımızda, sahip olabileceğimize de inanırız. ‘Bu BENİM’ diye düşündüğümüz veya söylediğimiz zaman, bu düşünce ve sözlerimizde ortaya çıkar. Bu BENİM arabam, BENİM evim, BENİM param, BENİM ailem, BENİM inancım! Buna bağımlılık da denir. Bu, bağımlılığın kayıp için bir ön koşul olduğunu ve bu yüzden de korku, üzüntü ve öfke duygularımızın ana kaynağı olduğunu gösterir. Bu yüzden de tüm üzüntümüzün, yani mutsuzluğun her türlüsünün ana kaynağıdır. Herhangi birine veya bir şeye bağımlı olmasaydık, ‘kayıp korkusu’ yaşamazdık, kayıp yaşamazdık ve üzüntü, öfke ve korku duygularını yaratıp HİSSETMEZDİK. Acı çekmezdik. Kendimizi mutsuz etmezdik! Merak ediyorsanız bunu günde birkaç kez deneyebilirsiniz: kendinize biraz zaman ayırın ve kaybetmekte olduğunuzu ve kaybettiğinizi düşündüğünüz bir şey hakkında nasıl hissettiğinizi inceleyin!
Benzer Aileler
Üzüntü, öfke ve korkuya ‘üç üzüntü ailesi’ de denebilir. Tüm ‘duyguların’ bu ailelerden birine uyduğunu göreceksiniz (sevgi ve mutluluktan, neşe ve hoşnutluktan birazdan bahsedeceğiz). Suçluluk bu üçünün bir kombinasyonudur. Yarattığımız bağımlılıklar yüzünden, çoğumuz tüm hayatımızı bu üzüntü döngüsünün içine girip çıkarak yaşarız, ancak farkında bile olmayız. Bilinçaltımıza yerleştirdiğimiz iki ölümcül inanç yüzünden de buna karşı hiçbir şey yapmayız.
Bu inançlardan birincisi, ‘hissettiğimiz’ duyguların başkaları veya durumlardan kaynaklandığını düşünmemizdir. Ve ikinci inanç da, bu duyguların doğal ve insan doğasının bir parçası olduğunu düşünmemizdir. Böylece de yapacak veya yapılabilecek hiçbir şey olmadığı sonucuna varırız. Ancak, bu inançları sorguladığımızda, onların ‘doğru’ olmadıklarını fark edebiliriz.
Gerçek şu ki, tüm duygularımızı kendimiz yaratırız ve duygular aslında kendi doğamıza karşı geldiğimizi gösteren işaretlerdir! Sözlükte bulacağınız duygu sözcüğünü açıklayan betimlemelerden biri ‘zihnin çalkalanması’ olarak geçer. Duygularımızı yarattığımız mekanizmayı da içine katarak bunu genişlettiğimizde, şöyle olur: Duygu, bağımlılığımız olan nesne zarar gördüğünde, tehdit altında olduğunda, yer değiştirdiğinde veya kaybolduğunda, bilincimizde (zihnimizde) oluşan bozukluktur (çalkalanmadır). Kendinize yine birkaç dakika zaman ayırın ve bunu kendi duygusal deneyimlerinizin ışığında gözden geçirin!
Bu noktada birçok kişi sorar, “Peki, sevgi ve mutluluğa bu durumda ne oluyor, onlar da duygu değil mi?” İşte o zaman, ‘duygusal zihin karışıklığı’ bölgesine ayak basarız. Duygu ve hislerimizin bilincinde olmayı ve yaratıp hissettiğimiz duyguları tespit etmeyi öğrenmediğimiz için, sevgi ve neşe, şefkat ve hoşnutluk gibi hisleri ‘duygulardan’ ayırt etmeyi bilemiyoruz. Bu tür hisleri sadece ‘diğer duygular’ olarak görüp isimlendiririz. Asıl doğamız sevgi ve neşe olduğundan, tüm duygularımızın doğal bilinç halimiz olduğunu var sayarız. Bilincimizde herhangi bir çalkantı (duygu) olduğunda, bunun bir hata (bağımlılık/sahip olma) göstergesi olduğunu ve kendi içimizde bir şey değiştirmemiz (bırakmamız) gerektiği anlamına geldiğini fark etmeyiz.
Bilincimizde bir çalkantı olduğunda ve bunu, bilincin doğal bir durumu olduğunu sandığımızda, zihnimiz karışmış olur. Bilinen ‘duygusal zihin karışıklıkları’ şöyledir:
Endişe, ilgi göstermek ile karıştırılır, biri için endişeleniriz, çünkü sanırız ki, endişelendiğimizde ona ilgi göstermiş oluruz! Fakat endişe, korkudur ve ilgi de sevgi. Korku (çalkantı) ile sevgi (doğal durum) bir arada var olamazlar, çünkü dikey bir yelpazenin farklı uç noktalarında yer alırlar. Sevgi ve korku aynı enerjiden oluşur, bilincimizin, özümüzün enerjisinden, ancak ikisinin enerji titreşimleri farklıdır. Korku, sevginin bağımlılık tarafından çarptırılmış halidir!
Heyecanı, mutlulukla karıştırırız. Ancak, heyecan bilincimizin içinde ‘uyarılmış çalkantıdır’, oysa gerçek mutluluk, hoşnutluktur ve kalbimizden (bilincimizin kalbinden) dünyaya doğru akan şey neşedir. Saygıyı korkuyla, şehveti öfkeyle karıştırırız, en yeni korku filmini seyrettiğimizde, dehşet hissederiz ve onu da rahatlama ile karıştırırız.
Bu yüzden ‘sevgi’ ve ‘mutluluk’ sözcüklerini çok kullanırız, ancak aslında farklı bir şey kastederiz. Başka bir şey kastettiğimizin de farkında olmayız, çünkü bu sözcüklerin tam olarak ne anlama geldiğini bilmeyiz! Sevgi sözcüğünü kullandığımızda, genelde bağımlılığı kastederiz, örneğin arabamı seviyorum, evimi seviyorum vs., oysa bunun gerçek anlamı evim ve arabama bağımlıyım. Kahveyi severim, çikolatayı severim diyerek, genellikle bende belli fiziksel duygular yaratan maddeye ‘bağımlı’ olduğumu ifade ederim. Film izlediğimde genelde şöyle bir an gelir: adam, kızın gözlerinin içine bakar ve “Seni seviyorum” der. Ancak bunu söyleyerek tam olarak neyi kasteder? Çoğu zaman kıza baktığında, onu arzulayarak bakar, bu da ‘ben seni istiyorum’ anlamına gelir! Böyle durumlarda sevgi, arzu ile karıştırılır.
Aynı şekilde, mutluluk ile ilgili de bir anlam eksikliği vardır, çünkü mutluluk çoğunlukla elde etme, zevk ve ağrıdan kurtulma ile karıştırılır, örneğin dişimin ağrısı geçti, çok mutluyum!
Bu durumda aklımızın çoğu zaman gerçekten ne hissettiğine dair tamamen karışmış olmasına şaşmamalı. Bu da hislerimizin/duygularımızın bize gönderdiği sinyalleri okuyamaz hale gelmemizle sonuçlanır. Aklımızın karışıklığını nasıl düzeltiriz? Hislerimizin işleyişini anlamak biraz zaman alır. O zaman ‘hislerin’ tam olarak nasıl işlediklerini keşfedelim.
Hissin çok basit bir tanımı vardır. His, dokunma sonucu ortaya çıkan bir algıdır. Hepimiz üç seviyede – fiziksel, zihinsel/entelektüel ve ruhsal seviyede – algılayabilir, dokunabilir ve hissedebiliriz.
Fiziksel Hisler
Mağazadaki yeni elbiseyi ellediğinizde kumaşı hisseder ve dokunun kalitesini algılarsınız. Yani fiziksel dokunma duyunuzu kullanarak fiziksel seviyede hissedersiniz.
Zihinsel Hisler
Zihinsel/entelektüel seviyede de hissediyorsunuz. Bu fikirlerin bazılarını okuduğunuzda veya duyduğunuzda, onları bilincinize götürüp, zihninize yerleştirir ve orada da onları algılayıp hissedersiniz. İçeride bir ses der ki, “Evet, bunun mantıklı olduğunu hissediyorum, buradaki mantığı algıladım”, yani algılamak/hissetmek için rasyonel düşünce kabiliyetinizi SİZ kullanıyor oluyorsunuz. Başka zamanlarda mantığı görmezsiniz/algılamazsınız, ama yine de o küçük ses EVET, bunun doğru olduğunu hissediyorum, bu bana tanıdık geliyor der. Bu durumda, algılamak/hissetmek için sezgisel kabiliyetinizi kullanırsınız. Şunu bilin ki, duygusal olduğunuzda, ikisini de (rasyonel veya sezgisel algılamayı/hissetmeyi) yapamazsınız!
Ruhsal Hisler
En derin ‘hissetme’ yeteneğimiz ruhsal seviyede, başkasının etrafa yaydığı gözle görülmez enerjisini ‘kaptığımızda’ ortaya çıkar. Çoğu zaman onları görmeden veya aynı odada olmadan bile titreşimlerini hissederiz. Onların içsel durumlarını sezeriz. Ama ‘ruhsal hissin’ en derin seviyesi, en süptil his, sessizce oturmak, tüm dikkati dünyadan, kendi bedeninden çekmek, zihni sakinleştirmek ve doğal olarak kendi içsel huzurunu fark etmektir. Doğal huzur halinizde olursunuz ve huzuru ‘hissedersiniz’. Kendi içsel huzurunuza dokunursunuz, algılarsınız ve hissedersiniz. Bu yüzden meditasyon uygulaması, kaba fiziksel hislerden ve hatta zihinsel/entelektüel seviyede daha süptil olan hislerden de özgürleşip, derin bir sessizlik ve sakinlik durumuna geçmektir. Bu durumda hiç bir şeyden etkilenmez, sakin ve hoşnut olan asıl doğal halinizi hissedersiniz.
Seçim Hakkının Tekrar Ele Geçirilmesi
Peki, hislerimizi neden bu şekilde seçmiyoruz? Çünkü çoğunlukla hissin bir ‘isim‘ olduğunu öğrendik ve bu da ‘sizin başınıza gelen’ bir şey anlamına gelir. Ancak değildir, çünkü o bir ‘fiildir’. Sizin yaptığınız bir şeydir! Maalesef kimse bize bunu nasıl yapacağımızı öğretmiyor.
O zaman his ve duyguyu bir araya getirelim, bunu yaptığımızda, iki şey fark ederiz.
1. Duygularınızı gerçekten hissedersiniz ve öyle görünüyor ki, basit bir sebepten dolayı devamlı bir tür duyguyu hissederiz, çünkü duygular bağımlılık yaratır! Sayesinde pazarlama, reklamcılık ve eğlence sektörünün çok para kazandığı bir bağımlılıktır!
2. Duygusal hissetmekten kendinizi özgürleştirebilirsiniz, yani duygu yaratmayı bırakabilirsiniz ve bunu yaptığınızda fark edersiniz ki sadece o zaman bilinçli bir şekilde hissettiğinizi ‘seçebilirsiniz’.
Seçim Hakkına Tekrar Sahip Çıkmak
Duygusal olduğunuzda (duygu yaratıp hissettiğinizde) hislerinizi ‘seçemezsiniz’. Örneğin bir toplantıya öfkeli girdiniz ve orada biri büyük bir hata yaptığını kabul etti: bu durumda affetme hissini yaratamazsınız. Üzüntü çeken biri için şefkat hissini seçemezsiniz. Sakinliğiniz ve netliğinize ihtiyaç duyan birinin zihin karışıklığını yok etmek için sakin ve odaklı olmalısınız. Siz zihninizde kendi öfke duygunuzu yaratıp hissetmekle meşgul olursanız, başkalarına yardımcı olamazsınız.
Yani özet olarak öyle görünüyor ki, duygular çoğumuzun çoğu zaman yaratıp hissettiğimiz şeylerdir. Bu bir alışkanlıktır. Duygular bağımlılık yaratır ve bizi çok yorar. Duygu ve hislerin arasındaki farkı ne görmeyi, ne de anlamayı öğreniriz. Tüm duygular üzüntünün farklı şekilleridir. Onlar bilincimizle başlayan ve doğal olmayan çalkantılardır. Ancak doğal olan sevgi ve mutluluğu da duygu olarak gördüğümüz için, öfke ve korkunun da doğal olduğuna inanırız ve bu yüzden de onları anlayıp değiştirmek için hiçbir şey yapmayız. Tüm duyguların kaynağı bilincimize yerleşmiş bir şeye olan bağımlılıktır. Bu yüzden de tüm duygular, bilincimizle algıladığımız ‘bir şeyi kaybettim’ veya ‘bir şeyi kaybetmek üzereyim’ düşüncelerinden kaynaklanır. O kadar çok şeye, insana, yere vs. bağımlıyız ki. O yüzden neredeyse devamlı gidip gelen korku, üzüntü ve öfke durumları içindeyiz.
Hissetmek sonuç olarak sizin ‘yaptığınız’ bir şeydir, başınıza gelen bir şey değildir. Kendi hislerinizin efendisi olmak için bilincinizde bağımsız olmanız gerekir. Sadece o zaman, önünüzde kim veya ne olursa olsun, zihninizde ayırt edip uygun hissi yaratmak için içsel olarak özgür olabilirsiniz.
Hislerinizin efendisi olmak ve hissettiğinizi bilinçli bir şekilde seçebilmeniz için bağımsız olmanız gerekir. Bağımsızlık umursamadığınız veya ilgilenmediğiniz anlamına gelmez. Tam tersine, bağımsız olmadığınız müddetçe başkasına tam olarak ilgi gösteremezsiniz. Bu yüzden de çoğu ruhsal uygulama ve bilgelik yolunun altında yatan ve ikilem gibi görünen şeyle karşılaşırsınız ve o da şudur:
Bağımsız olmazsanız eğer, hem sevgiyi bilemezsiniz hem de ‘sevgi dolu’ olamazsınız.
Bağımsız olmazsanız üzüntü veya öfke bilincinize girer ve sevgiyi kovalar! Bu çok ince noktaları olan hassas bir konudur. Biri için endişelendiğinizde dikkat edin, gerçekten kim için endişeleniyorsunuz? Endişe korkudur ve korku da her zaman ileride başımıza gelecek bir kaybın düşüncesi anlamına gelir. Başkasıyla ilgilenmenin bu olduğunu düşünerek/inanarak biri için endişelendiğinizde SİZ neyi kaybetmekten korkuyorsunuz! Yanıtlar, özellikle anne ve babalardan gelsin…
Soru: Duygu ve his arasındaki fark nedir? (Yanıtı kendiniz vermeniz için bir davet bu…)
Düşünce: Hayatta kimlere/nelere bağımlısınız? Her biri için en çok hangi duyguları yaratıp hissedersiniz? Eğer yarın uyanıp bu duyguların gitmiş olduğunu görseniz, onların yerine hangi duyguları yaratıp hissederdiniz?
Bunun hakkında ne hissediyorsunuz? Medyadaki söyleşilerde, film senaryolarında ve sohbetlerimizde “Nasıl hissediyorsunuz/hissettiniz?” sorusunu çok sık duyarız. Ama bu soru genelde şu anlama gelir: ‘NE’ hissettiniz? Nasıl hissettiğiniz farklı bir konu. Hepimiz NASIL yazı yazacağımızı, NASIL bulaşık yıkayacağımızı, NASIL araba kullanacağımızı vs. öğreniriz, ancak öyle görünüyor ki, NASIL HİSSEDECEĞİMİZİ çok az kişi öğreniyor! Aslında hiç kimsenin NASIL hissedeceğini, yani bilinçli bir biçimde duygularını seçmeyi öğrenmediğini öne sürebiliriz, çünkü bunu bize kimse öğretmedi! Acaba bunun sebebi, kimse bilmediği için olabilir mi?
Ayrıca bir soru daha var, o da hislerimizin NE olduklarına ve NASIL işlediklerine dairdir. Yani hissettiklerinizi NEDEN hissediyorsunuz? Bu tür sorular sorulduğunda yine çok az kişi, insan olarak hepimizin ortak özelliği olan ‘hissetme’ yeteneğimizin arkasında yatan ne, neden ve nasıl sorularına yanıt verebilir. Duygu dediğimiz şey ise olayları daha da karmaşık hale getirmektedir! ‘Kendimizi duygusal hissettiğimiz’ zaman, bu duygular tam olarak nedir ve onları neden… hissediyoruz?
Çoğumuzun çoğu zaman ‘ne’ hissettiğimizi tam olarak bilmememizin iki sebebi var! Birincisi eğitimimizden, ikincisi bedenimizden kaynaklanmaktadır!
Eğitimimizdeki eksiklik
Resmi eğitimimizde eksik olan malzemeler öz-farkındalık ile öz-anlayıştır. Eğitimimizde ne hissettiğimizi ve neden öyle hissettiğimizi anlamaya odaklanmamıza hiç yer verilmedi. Ayrıca duygu ve hisler arasında da hiç ayırım yapılmadı. Bu da kendi iç dünyamız hakkında pek konuşmadığımız anlamına gelir! Belki bazen heyecan veya üzüntü gibi uç duygular hakkında konuştuk, ancak daha görünür olan, daha süptil ve sık ortaya çıkan hisler hakkında çok az şey söyledik. Bu da, tüm hislerimizin ortaya çıktığı, toplandığı veya tekrarlandığı bilincimizin içinden neler geçtiğini açıklayacak bir dili geliştirmediğimiz anlamına gelir.
Bedenimizin üzerindeki etkiler
Bu da bizi ikinci sebebe götürür. Genellikle bedenimiz üzerinde herhangi bir ‘etki’ oluşturana kadar hislerimizi fark etmeyiz. Bedenimizden değil de bilincimizden kaynaklandıklarını anlamayız. Midemizi etkileyene kadar endişe denen duygusal sarsılmayı fark etmeyiz. Kalbimizin çarpmasına dek korku denilen duygusal sarsılmayı fark etmeyiz. Elimizi yumruk yapana ve yüzümüzün kızarmasına dek öfkemizi fark etmeyiz! Bu duyguları fark ettiğimizde ise onları çoğu zaman ‘fiziksel’ olarak hissederiz. Yani duygularımızın zihnimizde oluştuğunu anlamayız.
Bir Dilin Eksikliğinde
Hissettiğimiz duyguları tam olarak açıklayabilecek bir dil geliştirmediğimizde, ‘ortak bir dil’ geliştiremeyiz. Bu yüzden duyguları anlamaya çalışan sohbetler pek ileri gitmez, uzun sürmez, çoğu zaman da ya tartışmaya ya da can sıkıntısına yol açar! “‘Duygu’ derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?” diye başlamıyoruz konuşmamıza. Ve çoğu zaman da, ‘bununla ilgili ne hissediyorsun’ diye sorduğumuzda, aslında bununla ilgili ne ‘düşünüyorsun’ demek isteriz. Ondan sonra da aklımız karışır, duygular ortaya çıkar ve sonunda da neden bu kadar endişeli hissettiğimizi merak ederiz! Duygu/hisler konusunda kendilerini uzman sayan on farklı yazar okuyun ve büyük olasılıkla on tane birbirinden farklı görüş ve algı karşınıza çıkar. Bunların hepsi NE hissettiğimize dair bir bulanıklığa yol açar ve bu da hissettiğimiz şeyi NEDEN hissettiğimizi görmemizi engeller. Tekrar hislerimizin asıl yaratıcısı olmak ve NASIL hissetmemiz gerektiğini bilip anlamamız için bunun NEDENİNİ görmemiz gerekir!
İçinden Çıkılmaz Durum
Hepimizin çok ‘duygusal’ bir dünyada yaşadığımız apaçıktır. Öyle görünüyor ki, birçok insan çoğu zaman duygusal bir durum içinde yaşamakta ve hissettikleri şeyler de çoğu zaman duygularıdır! Ve onları hissetmedikleri zaman da hissetmek isterler! Bu da, hislerimizin ne olduklarını ve nasıl işledikleri konusundaki anlayışımızı kısıtlar. Neden? Çünkü hislerin NEDENİNİ ve NASILINI anlamak için duygudan özgür olmamız gerekir! Öfkelendiğimizde öfke kaynağımızın içimizde olduğunu göremeyiz! Üzgün ve endişeli olduğumuzda üzüntü ve korkumuzun kaynağının içimizde olduğunu göremeyiz. Bu duygusal durumlarda olduğumuz müddetçe, tam olarak NEDEN kendimizi öfkeli veya üzüntülü veya endişeli yaptığımızı göremeyiz! Sonuç olarak da tam içinden çıkılmaz bir durum oluşur. Bu da, meditasyon pratiğinin neden bu kadar yararlı olduğunun altını çizer, çünkü meditasyonun amacı, ‘özümüzü’ tüm duygusal karmaşalardan arındırarak hislerimize tekrar hakim olmamızı sağlamaktır!
O zaman araştırmamıza duygularımızla başlayalım. Duygular tam olarak nedir ve neden çoğu zaman ‘duygusal’ hissederiz? Başka bir deyişle, bu kadar duygu üretmemizin sebebi nedir? Bir bakın, sizin deneyimleriniz de böyle mi?
Üzüntü Döngüsü
Hepimizin kapana kısıldığı ‘duygusal bir döngü’ vardır. Aşağı yukarı şöyledir. Korku ortaya çıkar, üzüntüye dönüşür, o da öfkeye ve tekrar korkuya. Neden? Tedirginlik, gerginlik, endişe, panik, dehşet gibi korkunun birçok biçimini yaratırız, çünkü (gelecekte) bir şey kaybedeceğimizi hayal ederiz (inanırız). Keder, hayal kırıklığı, moral bozukluğu, hüzün gibi üzüntünün birçok biçimini yaratırız, çünkü (geçmişte) birini veya bir şeyi kaybettiğimize inanırız. Kaybımız için birini veya bir şeyi suçlamak için dışarıya baktığımız an hiddet, hüsran, gücenme ve nefret gibi öfkenin birçok biçimini yaratırız. Bunların hepsinin ortak yönü ‘kayıptır’. Tüm bu duyguları neden yaratıp hissettiğimize dair bize büyük bir ipucu verir! Ve bunun sonucu olarak da neden bu kadar üzüldüğümüzü. Hepsi sadece KAYBETME diye bir şeye inandığımız için!
Kayıp diye bir şeye inandığımızda, sahip olabileceğimize de inanırız. ‘Bu BENİM’ diye düşündüğümüz veya söylediğimiz zaman, bu düşünce ve sözlerimizde ortaya çıkar. Bu BENİM arabam, BENİM evim, BENİM param, BENİM ailem, BENİM inancım! Buna bağımlılık da denir. Bu, bağımlılığın kayıp için bir ön koşul olduğunu ve bu yüzden de korku, üzüntü ve öfke duygularımızın ana kaynağı olduğunu gösterir. Bu yüzden de tüm üzüntümüzün, yani mutsuzluğun her türlüsünün ana kaynağıdır. Herhangi birine veya bir şeye bağımlı olmasaydık, ‘kayıp korkusu’ yaşamazdık, kayıp yaşamazdık ve üzüntü, öfke ve korku duygularını yaratıp HİSSETMEZDİK. Acı çekmezdik. Kendimizi mutsuz etmezdik! Merak ediyorsanız bunu günde birkaç kez deneyebilirsiniz: kendinize biraz zaman ayırın ve kaybetmekte olduğunuzu ve kaybettiğinizi düşündüğünüz bir şey hakkında nasıl hissettiğinizi inceleyin!
Benzer Aileler
Üzüntü, öfke ve korkuya ‘üç üzüntü ailesi’ de denebilir. Tüm ‘duyguların’ bu ailelerden birine uyduğunu göreceksiniz (sevgi ve mutluluktan, neşe ve hoşnutluktan birazdan bahsedeceğiz). Suçluluk bu üçünün bir kombinasyonudur. Yarattığımız bağımlılıklar yüzünden, çoğumuz tüm hayatımızı bu üzüntü döngüsünün içine girip çıkarak yaşarız, ancak farkında bile olmayız. Bilinçaltımıza yerleştirdiğimiz iki ölümcül inanç yüzünden de buna karşı hiçbir şey yapmayız.
Bu inançlardan birincisi, ‘hissettiğimiz’ duyguların başkaları veya durumlardan kaynaklandığını düşünmemizdir. Ve ikinci inanç da, bu duyguların doğal ve insan doğasının bir parçası olduğunu düşünmemizdir. Böylece de yapacak veya yapılabilecek hiçbir şey olmadığı sonucuna varırız. Ancak, bu inançları sorguladığımızda, onların ‘doğru’ olmadıklarını fark edebiliriz.
Gerçek şu ki, tüm duygularımızı kendimiz yaratırız ve duygular aslında kendi doğamıza karşı geldiğimizi gösteren işaretlerdir! Sözlükte bulacağınız duygu sözcüğünü açıklayan betimlemelerden biri ‘zihnin çalkalanması’ olarak geçer. Duygularımızı yarattığımız mekanizmayı da içine katarak bunu genişlettiğimizde, şöyle olur: Duygu, bağımlılığımız olan nesne zarar gördüğünde, tehdit altında olduğunda, yer değiştirdiğinde veya kaybolduğunda, bilincimizde (zihnimizde) oluşan bozukluktur (çalkalanmadır). Kendinize yine birkaç dakika zaman ayırın ve bunu kendi duygusal deneyimlerinizin ışığında gözden geçirin!
Bu noktada birçok kişi sorar, “Peki, sevgi ve mutluluğa bu durumda ne oluyor, onlar da duygu değil mi?” İşte o zaman, ‘duygusal zihin karışıklığı’ bölgesine ayak basarız. Duygu ve hislerimizin bilincinde olmayı ve yaratıp hissettiğimiz duyguları tespit etmeyi öğrenmediğimiz için, sevgi ve neşe, şefkat ve hoşnutluk gibi hisleri ‘duygulardan’ ayırt etmeyi bilemiyoruz. Bu tür hisleri sadece ‘diğer duygular’ olarak görüp isimlendiririz. Asıl doğamız sevgi ve neşe olduğundan, tüm duygularımızın doğal bilinç halimiz olduğunu var sayarız. Bilincimizde herhangi bir çalkantı (duygu) olduğunda, bunun bir hata (bağımlılık/sahip olma) göstergesi olduğunu ve kendi içimizde bir şey değiştirmemiz (bırakmamız) gerektiği anlamına geldiğini fark etmeyiz.
Bilincimizde bir çalkantı olduğunda ve bunu, bilincin doğal bir durumu olduğunu sandığımızda, zihnimiz karışmış olur. Bilinen ‘duygusal zihin karışıklıkları’ şöyledir:
Endişe, ilgi göstermek ile karıştırılır, biri için endişeleniriz, çünkü sanırız ki, endişelendiğimizde ona ilgi göstermiş oluruz! Fakat endişe, korkudur ve ilgi de sevgi. Korku (çalkantı) ile sevgi (doğal durum) bir arada var olamazlar, çünkü dikey bir yelpazenin farklı uç noktalarında yer alırlar. Sevgi ve korku aynı enerjiden oluşur, bilincimizin, özümüzün enerjisinden, ancak ikisinin enerji titreşimleri farklıdır. Korku, sevginin bağımlılık tarafından çarptırılmış halidir!
Heyecanı, mutlulukla karıştırırız. Ancak, heyecan bilincimizin içinde ‘uyarılmış çalkantıdır’, oysa gerçek mutluluk, hoşnutluktur ve kalbimizden (bilincimizin kalbinden) dünyaya doğru akan şey neşedir. Saygıyı korkuyla, şehveti öfkeyle karıştırırız, en yeni korku filmini seyrettiğimizde, dehşet hissederiz ve onu da rahatlama ile karıştırırız.
Bu yüzden ‘sevgi’ ve ‘mutluluk’ sözcüklerini çok kullanırız, ancak aslında farklı bir şey kastederiz. Başka bir şey kastettiğimizin de farkında olmayız, çünkü bu sözcüklerin tam olarak ne anlama geldiğini bilmeyiz! Sevgi sözcüğünü kullandığımızda, genelde bağımlılığı kastederiz, örneğin arabamı seviyorum, evimi seviyorum vs., oysa bunun gerçek anlamı evim ve arabama bağımlıyım. Kahveyi severim, çikolatayı severim diyerek, genellikle bende belli fiziksel duygular yaratan maddeye ‘bağımlı’ olduğumu ifade ederim. Film izlediğimde genelde şöyle bir an gelir: adam, kızın gözlerinin içine bakar ve “Seni seviyorum” der. Ancak bunu söyleyerek tam olarak neyi kasteder? Çoğu zaman kıza baktığında, onu arzulayarak bakar, bu da ‘ben seni istiyorum’ anlamına gelir! Böyle durumlarda sevgi, arzu ile karıştırılır.
Aynı şekilde, mutluluk ile ilgili de bir anlam eksikliği vardır, çünkü mutluluk çoğunlukla elde etme, zevk ve ağrıdan kurtulma ile karıştırılır, örneğin dişimin ağrısı geçti, çok mutluyum!
Bu durumda aklımızın çoğu zaman gerçekten ne hissettiğine dair tamamen karışmış olmasına şaşmamalı. Bu da hislerimizin/duygularımızın bize gönderdiği sinyalleri okuyamaz hale gelmemizle sonuçlanır. Aklımızın karışıklığını nasıl düzeltiriz? Hislerimizin işleyişini anlamak biraz zaman alır. O zaman ‘hislerin’ tam olarak nasıl işlediklerini keşfedelim.
Hissin çok basit bir tanımı vardır. His, dokunma sonucu ortaya çıkan bir algıdır. Hepimiz üç seviyede – fiziksel, zihinsel/entelektüel ve ruhsal seviyede – algılayabilir, dokunabilir ve hissedebiliriz.
Fiziksel Hisler
Mağazadaki yeni elbiseyi ellediğinizde kumaşı hisseder ve dokunun kalitesini algılarsınız. Yani fiziksel dokunma duyunuzu kullanarak fiziksel seviyede hissedersiniz.
Zihinsel Hisler
Zihinsel/entelektüel seviyede de hissediyorsunuz. Bu fikirlerin bazılarını okuduğunuzda veya duyduğunuzda, onları bilincinize götürüp, zihninize yerleştirir ve orada da onları algılayıp hissedersiniz. İçeride bir ses der ki, “Evet, bunun mantıklı olduğunu hissediyorum, buradaki mantığı algıladım”, yani algılamak/hissetmek için rasyonel düşünce kabiliyetinizi SİZ kullanıyor oluyorsunuz. Başka zamanlarda mantığı görmezsiniz/algılamazsınız, ama yine de o küçük ses EVET, bunun doğru olduğunu hissediyorum, bu bana tanıdık geliyor der. Bu durumda, algılamak/hissetmek için sezgisel kabiliyetinizi kullanırsınız. Şunu bilin ki, duygusal olduğunuzda, ikisini de (rasyonel veya sezgisel algılamayı/hissetmeyi) yapamazsınız!
Ruhsal Hisler
En derin ‘hissetme’ yeteneğimiz ruhsal seviyede, başkasının etrafa yaydığı gözle görülmez enerjisini ‘kaptığımızda’ ortaya çıkar. Çoğu zaman onları görmeden veya aynı odada olmadan bile titreşimlerini hissederiz. Onların içsel durumlarını sezeriz. Ama ‘ruhsal hissin’ en derin seviyesi, en süptil his, sessizce oturmak, tüm dikkati dünyadan, kendi bedeninden çekmek, zihni sakinleştirmek ve doğal olarak kendi içsel huzurunu fark etmektir. Doğal huzur halinizde olursunuz ve huzuru ‘hissedersiniz’. Kendi içsel huzurunuza dokunursunuz, algılarsınız ve hissedersiniz. Bu yüzden meditasyon uygulaması, kaba fiziksel hislerden ve hatta zihinsel/entelektüel seviyede daha süptil olan hislerden de özgürleşip, derin bir sessizlik ve sakinlik durumuna geçmektir. Bu durumda hiç bir şeyden etkilenmez, sakin ve hoşnut olan asıl doğal halinizi hissedersiniz.
Seçim Hakkının Tekrar Ele Geçirilmesi
Peki, hislerimizi neden bu şekilde seçmiyoruz? Çünkü çoğunlukla hissin bir ‘isim‘ olduğunu öğrendik ve bu da ‘sizin başınıza gelen’ bir şey anlamına gelir. Ancak değildir, çünkü o bir ‘fiildir’. Sizin yaptığınız bir şeydir! Maalesef kimse bize bunu nasıl yapacağımızı öğretmiyor.
O zaman his ve duyguyu bir araya getirelim, bunu yaptığımızda, iki şey fark ederiz.
1. Duygularınızı gerçekten hissedersiniz ve öyle görünüyor ki, basit bir sebepten dolayı devamlı bir tür duyguyu hissederiz, çünkü duygular bağımlılık yaratır! Sayesinde pazarlama, reklamcılık ve eğlence sektörünün çok para kazandığı bir bağımlılıktır!
2. Duygusal hissetmekten kendinizi özgürleştirebilirsiniz, yani duygu yaratmayı bırakabilirsiniz ve bunu yaptığınızda fark edersiniz ki sadece o zaman bilinçli bir şekilde hissettiğinizi ‘seçebilirsiniz’.
Seçim Hakkına Tekrar Sahip Çıkmak
Duygusal olduğunuzda (duygu yaratıp hissettiğinizde) hislerinizi ‘seçemezsiniz’. Örneğin bir toplantıya öfkeli girdiniz ve orada biri büyük bir hata yaptığını kabul etti: bu durumda affetme hissini yaratamazsınız. Üzüntü çeken biri için şefkat hissini seçemezsiniz. Sakinliğiniz ve netliğinize ihtiyaç duyan birinin zihin karışıklığını yok etmek için sakin ve odaklı olmalısınız. Siz zihninizde kendi öfke duygunuzu yaratıp hissetmekle meşgul olursanız, başkalarına yardımcı olamazsınız.
Yani özet olarak öyle görünüyor ki, duygular çoğumuzun çoğu zaman yaratıp hissettiğimiz şeylerdir. Bu bir alışkanlıktır. Duygular bağımlılık yaratır ve bizi çok yorar. Duygu ve hislerin arasındaki farkı ne görmeyi, ne de anlamayı öğreniriz. Tüm duygular üzüntünün farklı şekilleridir. Onlar bilincimizle başlayan ve doğal olmayan çalkantılardır. Ancak doğal olan sevgi ve mutluluğu da duygu olarak gördüğümüz için, öfke ve korkunun da doğal olduğuna inanırız ve bu yüzden de onları anlayıp değiştirmek için hiçbir şey yapmayız. Tüm duyguların kaynağı bilincimize yerleşmiş bir şeye olan bağımlılıktır. Bu yüzden de tüm duygular, bilincimizle algıladığımız ‘bir şeyi kaybettim’ veya ‘bir şeyi kaybetmek üzereyim’ düşüncelerinden kaynaklanır. O kadar çok şeye, insana, yere vs. bağımlıyız ki. O yüzden neredeyse devamlı gidip gelen korku, üzüntü ve öfke durumları içindeyiz.
Hissetmek sonuç olarak sizin ‘yaptığınız’ bir şeydir, başınıza gelen bir şey değildir. Kendi hislerinizin efendisi olmak için bilincinizde bağımsız olmanız gerekir. Sadece o zaman, önünüzde kim veya ne olursa olsun, zihninizde ayırt edip uygun hissi yaratmak için içsel olarak özgür olabilirsiniz.
Hislerinizin efendisi olmak ve hissettiğinizi bilinçli bir şekilde seçebilmeniz için bağımsız olmanız gerekir. Bağımsızlık umursamadığınız veya ilgilenmediğiniz anlamına gelmez. Tam tersine, bağımsız olmadığınız müddetçe başkasına tam olarak ilgi gösteremezsiniz. Bu yüzden de çoğu ruhsal uygulama ve bilgelik yolunun altında yatan ve ikilem gibi görünen şeyle karşılaşırsınız ve o da şudur:
Bağımsız olmazsanız eğer, hem sevgiyi bilemezsiniz hem de ‘sevgi dolu’ olamazsınız.
Bağımsız olmazsanız üzüntü veya öfke bilincinize girer ve sevgiyi kovalar! Bu çok ince noktaları olan hassas bir konudur. Biri için endişelendiğinizde dikkat edin, gerçekten kim için endişeleniyorsunuz? Endişe korkudur ve korku da her zaman ileride başımıza gelecek bir kaybın düşüncesi anlamına gelir. Başkasıyla ilgilenmenin bu olduğunu düşünerek/inanarak biri için endişelendiğinizde SİZ neyi kaybetmekten korkuyorsunuz! Yanıtlar, özellikle anne ve babalardan gelsin…
Soru: Duygu ve his arasındaki fark nedir? (Yanıtı kendiniz vermeniz için bir davet bu…)
Düşünce: Hayatta kimlere/nelere bağımlısınız? Her biri için en çok hangi duyguları yaratıp hissedersiniz? Eğer yarın uyanıp bu duyguların gitmiş olduğunu görseniz, onların yerine hangi duyguları yaratıp hissederdiniz?